Coşkuyla Varolma Sanatı Dans – Karaköy Mono

Dansın bedendeki saf bulunuşu, kavramların saf hallerine –ne olduklarına- inmek gibi. “Kavramlar ve hareketler.” İşte bunun üzerine felsefe de dans da yapılabilir. Dans eden kavramlar. Konuşan hareketler. Zıplayan, kıvrılan, eğilen bedenler. Çözülen yazılar, çözümlenen sorular. Eğrilip bükülen düşüncelerde yeni mekânsal uğraklar.


Bir bedenimizin olduğunun farkına vardığımız zaman kadar eski olsa gerek dansın ortaya çıkışı. Ritüeller, törenler, kutlamalar, şölenlerle insanın inançlarının ifade edilişi ya da dışavurumu anlamında doğal olarak yaşamın bir parçası olmuş dans. Sonrasında ise doğal yaşamdan koparak, saraylar da dâhil olmak üzere, farklı mekânlara taşınmış. Var olan düzeni övmek, kralı desteklemek ya da evlilik gibi özel günler için bizzat tasarlanan danslar gibi, dışsal amaçlara hizmet edecek şekilde araç olarak da kullanılmış.

Zaman içerisinde farklı dans türlerinin ortaya çıkmasıyla dansın geçirdiği evrim bir yana, aslında esas kat edilen yol, artık her hareketin dans olabileceğini fark edebilmemiz anlamında zihinsel olmuştur. Bugün artık, yürümeyi, koşmayı, oturup kalkmayı hatta kıpırdamadan durmayı bile dans kabul edebiliyorsak ve oysa beden aynı bedense, farklılığı gündelik hayatın bu hareketlerini bile artık “dans” kabul edecek kadar değişen düşüncelerimizde aramak gerekir. Ne de olsa insan bir canlı türü olarak zaten hareket edebilme özelliğine sahiptir. O halde hareketi sanata dönüştüren nedir?

Evdesiniz. Mutfakta. Yemek pişiriyor, ortalığı topluyorsunuz. Bir ocağa doğru, bir fırına doğru gidiyor, tezgâhın üstündeki bardak ve tabakları bulaşık makinesine yerleştiriyorsunuz. Kalan birkaç parçayı elde yıkıyor, tenceredeki yemeği karıştırıp, buzdolabından gerekenleri alıyorsunuz. Mutfağınızda sürekli hareket halindesiniz. Dans mı ediyorsunuz? Hayır. Belki de evet. Neden olmasın? Yine de şüphe oluşuyor. Bir fark olsun istiyoruz. Fark arıyoruz. Aramalı mıyız? Kıyaslayabileceğimiz örnekler bulmalıyız.

Aynı hareketleri, eşya olmadan bu hareketlere öykünerek yaptığınızda ve bir de sahneye taşıyıp izleyiciyle buluşturduğunuzda “dans” olabiliyor. Hareketleri defalarca tekrarlayıp kendi bedeninize uyarlayarak, sonra da bozarak ve geliştirerek öykünmelerin son derece uzağına düştüğünüzde ise, geriye yalnız tanınması artık olanaksız hale gelen başlangıç hareketlerinin dönüştürülmüş biçimleri kalıyor. Tüm dans hareketlerini gündelik yaşamdaki temel hareketlere indirgeyebilmek, hareketleri çözümleyebilmek olanaklı mıdır? Eş deyişle, her dans hareketini ne kadar karmaşık olursa olsun basit, temel hareketlere indirgemek olanaklı mıdır? Dansta notasyonlar biraz da böyle oluşmuşlardır. Bu notasyonlar arasında en yaygın olanlarından biri “Labanotasyon” ya da “Laban hareket analizi” adıyla bilinen ve dansçı-kuramcı Rudolf Laban’a (1879-1958) ait olan dans notasyonudur. Laban, mekanikleşmeye karşı doğaya yakınlaşmış, dansın ve dansçının gündelik yaşamın sıradan hareketlerinden beslenebileceğinden yola çıkarak insan bedeninin duruş ve hareketlerini grafiksel olarak ifade etmeye çalışmıştır. Sorduğumuz bu sorular sanatın ne olduğu sorusunu yanıtlamanın da peşine düşmeyi gerektirir. Uzun sürecek ve belki de bitmeyecek bir tartışma. Yine de şunu söyleyelim: Her hareket dans olabilir ama sanat olabilmesi, düşünce ile hareketin iç içe geçmişliğinde aranmalıdır.

Elbette istisnasız herkes dans edebilir. Ayağa kalkıp azıcık kıpırdanmaya, hareket etmeye, bedenini serbestçe salınmaya bırakan herkes dansın içeriden dışarıya adeta fışkıran coşkusunu hissedebilir. Dansa zaman içerisinde giren her türlü teknik bir yana, dans en ilkel formunu, o en basit coşkuyu kendinde taşır. Bu coşkunun kendisi türlü duygu ve düşünce barındıran insan deneyimiyle birleşerek bedende cisimleşir ve yaşanması ya da izlenmesi insanı kendinden geçiren özel bir estetik deneyime dönüşür. Charles Baudelaire’in deyişiyle, “dans, kolları ve bacakları olan şiirdir.” Dansçı, kendi biricikliğinden yola çıkarak bedeninde evrenseli yakalayan cisimleşmeye izin verir.

Düşünen Beden ile Hareket Eden Ruh

Dans, yaşamı ya da dünyayı bir yeniden görme biçimidir. Ruh ve bedenin mükemmel uyumunun tezahürüdür. Bu uyum sürekliliğini, hareketlerin var oldukları anda yok olup gitmelerinden alır ve kendini, “dansta-olma-hali” diye kavramsallaştırdığım bir bilinç haliyle gösterir. Dansta-olma-hali’ni, “düşünmenin yeri kabul ettiğimiz ruh/zihin ile hareket etmenin yeri ya da aracı kabul ettiğimiz bedenin birbirlerinin özelliklerini de sergileyebildikleri bir bilinç hali” olarak tanımlıyorum. Düşünen beden ile hareket eden ruh ve her ikisinin birlikteliğini kast ediyorum. Belki de gündelik sıradan hareketlerin bir sanat formu olarak dansa dönüşmesini sağlayan böyle bir bilinç halidir. Gündelik hareketlerde bedenimiz “bildiği” hareketleri otomatikleşmiş bir biçimde yapar ve dolayısıyla kendinde ortaya çıkan farklı olanakları deneyimlemek gibi bir dürtüsü yoktur. Dansta-olma-hali içerisine girdiğinde ise beden, uzamsallığı ve hareket edebilme özelliğinin yanı sıra düşünebilme özelliğini de sergilemeye başlar. Bu hareketleri bir forma dönüştüren tam da budur.

Alain Badiou

Alain Badiou, Stéphane Mallarmé’nin dans ile düşünce arasında kurduğu ilişkide ortaya çıkan ilkelerden birini “mutlak bakış” olarak ifade etmiştir. Dans, “mutlak olarak gelip geçici bir sanat olduğu için –zira meydana gelmesiyle ortadan kaybolması bir olur—en güçlü ebedilik yükünü elinde tutar…Ebedilik, tam da ortadan kayboluşu koruyan şeydir.” Dolayısıyla bir dans izleyicisi de “olmanın ortadan kaybolmayla ilişkisini kavramalıdır.” Ortadan kaybolmayan eskitilerek korunabilir. Ortadan kaybolanı korumanın yolu ise onu “ebedi olarak saklamaktır.” Bu ilişkiyi kavrayan bir izleyici bunu “baş dönmesi” olarak yaşayacaktır çünkü “dansta sonsuzluk görünür bedenin sonluluğu içinde gizli olarak tezahür eder.” Dansın var olup yok olan bir form olarak nasıl saklanacağını izleyicisinin yükümlülüğüne veren son derece özel bir form. Oysa Mallarmé’nin dediklerini tamamlayarak şöyle diyecektir Badiou: “Dans bir sanat değildir, çünkü bedene kaydedilmiş sanatın olanaklılığının göstergesidir.” Bu da dansa diğer sanat formları arasında ayrıcalıklı bir yer vermeye yeter. Hem bedende gerçekleşen hem de mutlak olarak gelip geçici olan bir başka sanat formu yoktur.

Bedenin düşünüp ruhun hareket ettiği dansta-olma-hali, ruh ve bedenin birlikteliğini ifade eder. Bu birlikteliğin yaşanmasındaki temel unsur ise özgürlüktür. Bedenin düşünebilmesini sağlayabilmek için bedeni, ruhun hareket edebilmesini sağlayabilmek için de ruhu özgür bırakmak gerekir. Beden, hareket edebilmesinin zeminini oluşturan mekân ile kurduğu ilişki içerisinde biçim değiştirebilme olanaklarını ve çıplaklığını keşfederek düşünür. Bu olanakları keşfettikçe özgürlüğü de artar. Bedenin özgürlüğü yaşayabilmesi için doğal duruşa sahip olması gerekir. Bu bağlamda örneğin, “bale” dediğimiz dans türü yerçekimine direnen poz ve jestlerle bedenin özgürlüğünü kısıtlar. Yani bedenin farklı biçimlerde düşünebilmesini engeller.

Geleceğin Dansı

Isadora Duncan

Isadora Duncan (1877-1927), tam da böyle bir zihinsel temelde bedenine özgürlük tanımaya karar vermiştir. Bedeninin bir beden olarak sahip olabileceği tüm olanakları kullanmaya karar vermiş olacak ki o, bir dansçı olarak doğal hareketler, sade kıyafetler ve çıplak ayaklarla o güne kadar kullanılan tekniğin karşısında yer almıştır. Bu dans tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bugün adına “modern dans” ya da “çağdaş dans” dediğimiz bu yeni dans baleye karşıt bir duruş olarak doğmuş, özellikle 19. Yüzyılın romantik balesinin parmak ucunda durma tekniği, seyirci üzerinde yaratılan “hafiflik yanılsaması”, tütü kullanımı gibi unsurlarını terk ederek, “ilkel” olana geri dönmeyi amaçlamıştır. Duncan’a göre bale, doğal olmayan ve çirkin hareketlerle kadın bedeninin güzelliğini bozmuştur. Bir bale dansçısının kıyafetlerinin arkasında steril hareketler sonucu oluşmuş olan biçimsiz kaslar ve biçimi bozulmuş bir iskelet söz konusudur.

1902’de yazdığı, “Geleceğin Dansı” adlı yazısında Duncan, geleceğin dansı olarak ortaya çıkan bu yeni ama aslında özü itibarıyla eski olan dansa ait temel hareketlerin yeni hareketlerin doğmasını sağlayacak türden olmaları gerektiğini söylemiştir. Böylelikle bu esas hareketler içlerinde adeta yeni hareketleri doğuracak tohumları barındırarak “sonsuz bir dizi halinde daha yüce ve mükemmel ifadeler, düşünceler ve fikirler” doğurabilecektir. “Yalnızca çıplak bir bedenin hareketleri tamamıyla doğal olabilir” diyen Duncan, insanın bilinçli bir şekilde çıplaklığına geri dönmesi gerektiğini söyler. İnsanın bedeninin hareketleri bu doğaya geri dönüşle kendi formuna uyacaktır. Nietzsche’nin felsefesinden de etkilenmiş Duncan, “dansın ruhtan kaynaklanması ve ruhun bir ifadesi olması gerektiğini” savunmuş ve kendi döneminde geleceğin dansçısına seslenerek şöyle demiştir: “Geleceğin dansçısı, bedeni ve ruhu öylesine uyum içinde gelişmiş biri olacak ki, ruhun doğal dili, bedeninin hareketi haline gelmiş olacak.”

Ruhani Bir Hayat Deneyimi Olarak Dans

Modern dansın öncülerinden olan Ruth St. Denis (1879-1968) de şöyle diyecektir: “Dansı, kelimelerin yansıtamayacağı kadar derin ve hoş olan şeyleri bir ruhtan diğerine taşıyan bir iletişim aracı olarak görüyorum.” “Dans etmek, hayatı daha ince ve yüksek titreşimleriyle yaşamaktır.” Doğu mistisizmimden esinlenen Denis için dans ruhani bir hayat deneyimiydi. İnsan dans ederek kendisini kozmik gerçekliğin bir parçası hissedebiliyordu. Duncan’da olduğu gibi Denis’de de dansta asıl ya da soylu olan ancak özgür hareketlerde açığa çıkabilecekti. Oysa ona göre dans “mekanik bir yeterliliğe” dönüşerek ruh ve beden arasındaki uyumu bozmuştu. Tam da bu nedenle artık dansa yol açmanın zamanı gelmişti. Bu bir anlamda bir çocuğun hareketlerinde saklı olan saf ve sınırları olmayan dansın yeşertilmesi anlamını taşıyordu. “Eğer uygarlığımız bin bir şekil ve nedenle, bu ahenkli varlığın içgüdüsel ve keyifli eylemini kısıtlamamış olsaydı, dans etme güdüsü yemek yemek, koşmak, yüzmek kadar doğal sayılacaktı.” Bizler, bu durumun farkına varabildiğimiz sürece, uygarlığımızca bastırılan ve çarpıtılan beden imgemizi değiştirebilir ve arzuladığımıza yakın bir dünyaya kavuşabiliriz. O halde, bedenimizden utanmadan dans edebilmek için ne bekliyoruz? Şu anda. Şimdi. Şöyle dememiş midir Pina Bausch: “Dans et, dans et. Yoksa yok olup gideceğiz.”

Varolabilmek için Dans

Pina Bausch

1970’lerde özellikle dans tiyatrosu alanında kendinden sonra gelen pek çok dansçı ve koreografı etkilemiş olan Pina Bausch (1940-2009), dansta tekrar edilenin aslında tekrarı vermediğini dile getirmiş, bir aynı hareketin üst üste tekrar edilmesi sonucunda dansçının kendisini bambaşka hissedeceğini vurgulamıştır. Bu aynı zamanda tek bir harekette bile içerilen sonsuz hareket olanaklarının açığa çıkması ve bedenin bu olanaklarla birlikte olduğu şeyden olabileceği şeye olan dönüşümüdür. Belki de kendini defalarca kaybedip yeniden bulmaya çalışan bir kimliksiz/anonim bedenin nihayetinde var olabilmek için tek aracının dans etmek olduğunu keşfetmesidir. Tek bir hareket bulun ve üst üste iyice yoruluncaya kadar tekrar edin. Hem bedeninizdeki hem de ruhunuzdaki değişimleri fark etmemeniz mümkün değildir.

Pina Bausch’un, kadınla erkek arasındaki etkileşimi ve genel olarak insan ilişkilerini kafe olarak tasarlanmış bir mekân içerisinde konu edinmiş en önemli eseri Café Müller’dir. Bu eser Pina Bausch ölünceye kadar kendisinin de dans ettiği tek eserdir. Eser, İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar’ın Konuş Onunla adlı filmine de esin kaynağı olmuş ve filmde bu eserden parçalara da yer verilmiştir. Film aracılığıyla Café Müller daha geniş bir kitleye tanıtılmıştır. Defalarca süren bir döngü vardır eserde. Nasıl bir döngü olduğunu, sıradan bir kadın-erkek ilişkisinin çok ötesindeki kurgusunu bizzat yaşayabilmeniz için size aktarmıyorum. Zaten bu son derece etkileyici koreografiyi bu etkilere maruz kalabilmek için izleyerek yaşamak gerekir. Bu nedenle eseri henüz izlemediyseniz izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Almodóvar’ın filmini de elbette.

Yaşamın Metaforu Olarak Dans

“Birçok kere ‘hayatın dansı’ cümlesini duydum. Bu ifade beni derinden etkiler; çünkü dansın konuştuğu enstrüman aynı zamanda hayatı yaşamanın aracıdır, yani insan bedenidir. Aynı zamanda tüm yaşamsal amaçların açık edildiği araçtır. Bu enstrüman hafızasında yaşamın, ölümün ve aşkın tüm cevherlerini barındırır.” Bu sözler Amerikalı modern dansçı ve koreograf Martha Graham’a (1894-1991) ait. Hayatın bedende cisimleşmesini izlemeye gelen seyirci, kuşkusuz bu cevherleri “izleyerek” yaşayacaktır. Eğer ki “iyi” bir dans izleyicisiyse. “Hayatın kendisini zaten yaşıyorum, bir daha izlemeye ne gerek var?” diyorsanız belki de dansın farklı etkilerine maruz kalmanın kendinizi ve yaşamı tanıma konusundaki yol göstericiliğine henüz tanık olmamışsınızdır. Ne de olsa dans yaşamın bir metaforudur. Okuyup anlamlandırmaya her daim açık kalacaktır. Sınırlı bedeninde sonsuz olanağa sahip olduğu izlenebilen bir dansçıdan zihnimizdeki düşüncelerin hareketini izleyebilme adına öğrenecek pek çok şey söz konusudur. Bu tüm sanatlar içerisinde yine dansın bir ayrıcalığıdır ama dans da bu ayrıcalığı tam manasıyla hak eder. Dans kişinin kendi bedeni üzerinden gerçekleştirdiği ve ruh-beden birlikteliğini ortaya koyan tek sanattır ne de olsa. Düşünce de, kendi hareketinde kaçınılmaz olarak dans edecektir. Ya da düşüncenin kendisi bir harekettir ve Nietzsche’den öğrendiğimiz üzere metaforunu dansta bulur. Diğer taraftan, düşünce de dansın bir metaforudur. Şöyle diyelim o halde: Dansçının bedenini gözlemleyerek düşüncenin nasıl devindiğini anlayabilme olanağı elde ederiz. Düşüncenin nasıl düşündüğünün izini sürerek de dansçının bedeninde içkin olan sonsuz olanağa dair fikrimiz olur. Kısaca, yaşamda ne varsa, dansta da o vardır.

29 Nisan Dünya Dans Günümüz Kutlu Olsun

Bu vesileyle 1982 yılından bugüne değin her yıl 29 Nisan’da kutlanmakta olan Uluslararası Dans Günü ya da Dünya Dans Gününü kutlamak isterim. Dans coşkusu yaşamanın coşkusuna dönüşsün, daim olsun. Bu özel gün, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) olarak bilinen kuruluşun Dans Komitesi tarafından kurulmuştur. 29 Nisan, modern balenin yaratıcısı kabul edilen Jean-Georges Noverre’in (1727-1810) doğum günüdür. Dansın tüm biçimlerinin dünya çapında tanınmasını sağlamaya çalışan ITI, bu özel gün için her sene dünyanın önde gelen koreograf ya da dansçılarından birini dünyaya mesaj vermek üzere seçer ve bu mesaj pek çok yabancı dile çevrilerek tüm dünyaya yayılır. Mesajın amacı; dansı kutlamak, bu sanat biçiminin evrenselliğinden zevk almak, tüm politik, kültürel ve etnik engelleri aşmak ve insanları ortak bir dil olan dansta bir araya getirmektir. Geçmiş Dünya Dans Günü mesajlarından ben de sizin için 2011 yılının mesajını seçtim. Mesaj, Belçikalı çağdaş dansçı ve koreograf Anne Teresa De Keersmaeker’e ait:

Anne Teresa

“Dansın bizi insan yapan şeyi kutladığını düşünüyorum. Dans ettiğimizde, son derece doğal bir şekilde, bedenimizin mekaniğini ve tüm duyularımızı neşe, hüzün, önemsediğimiz şeyleri ifade etmek üzere kullanırız. İnsanlar her zaman için yaşamlarının çok önemli anlarını kutlamak için dans etmişlerdir ve bedenimiz de tüm olanaklı insan deneyimlerinin belleğini taşır. Tek başımıza dans edebiliriz ve birlikte dans edebiliriz. Bizi aynı yapan şeyleri paylaşabiliriz, bizi birbirimizden farklı kılan şeyleri paylaşabiliriz. Benim için dans etmek bir düşünme biçimidir. Dans aracılığıyla en soyut fikirlerimizi cisimleştirebilir ve göremediğimiz, adlandıramadığımız şeyi ortaya çıkarabiliriz. Dans insanlar arasında cennet ve cehennemi birbirine bağlayan bir bağlantıdır. Bizler dünyayı bedenlerimizde taşırız. Her dansın nihai olarak daha büyük bir bütünün parçası olduğunu düşünüyorum, başlangıcı ve sonu olmayan bir dansın.”

1982’den günümüze dünya dans günü mesajlarının tamamını okumak isterseniz ve bu senenin mesajının ne olacağını da merak ediyorsanız, bu adresten takip edebilirsiniz. Hepinize bol danslı günler dilerim. Daha çok hareket etmeyi ihmal etmeyelim. Heveslendim. Ben de mesaj vermek istedim. Geçtiğimiz senenin mesajı şiir biçiminde yazılmış bir Dua. Benim mesajım da bu duaya karşılık harekete geçebilmek adına olsun. Buyurunuz efendim. Yaşamın bir metaforu olarak anlaşılabilecek dansa dair bir mesaj da benden gelsin.

Dans Başlasın

Derin su mavisi. Kapladığında tüm benliği. Önemini yitiren gelip geçici bir kimlik. Devingen bedenimin dinginliğinde açan nilüfer çiçekleriyle çamurun ıslak kokusuna uzun soluklu bir dönüşüm. Sessiz ve çıplak bedenimde başlayan müzik tekrar ve tekrar sayısız kere dinlediğim bir senfoni. Salınmalarla bezediğim bedenim usulca devinirken kendimi yere bırakmanın hafifliği ruhumun ağırlığını da kaldırıyor adeta. Ve işte dans başlıyor. Başlasın o halde. Ayakta mı duruyorum yere mi uzanmışım yoksa boylu boyunca? Çıplak tabanlarımdan yayılan güç bedenimde yeni hareketler deniyor, öykünmelere başkaldırı. Bedenim konuşuyor ama ben dinlemiyorum bile. Dinlemek mesafe gerektirir çünkü. Duyumsamalara doymakla meşgulüm ben. Esrimekle. Mesafesizlikte yol alan bacaklarım belki de beni çoktan unutmuş kendi belleğini doldurmaya koşuyor. Beden belleğini. Kollarımı iki yana açarken duyduğum soluklarım giderek hızlandığında belleğimden çağırdığım hiçbir şey kalmıyor geriye. Şu anda ve buradayım. Ötesi yok. Buradalığın farkındalığıyla kıvrılıp bükülen uzuvlarım zamansızlıkta yollarını bulurken bilincim yaşadığımı haykırıyor çıplaklığıma. Devam et diyor. Devam et. Buradalık iyi geliyor. Rüzgârın ya da yağmurun, sadece güneşin ya da hepsinin birden fısıltıları bedenimi okşarken büyük bir dağın yamacına çarpsam dahi canım yanmıyor. Bedenin evrimidir bu. Ruhun en kuytu yerlerine açılırken dolambaçlı her türlü yolu basitleştirir. Dönmek isteyip de dönemediğimde bir hamleyle döner bedenim. Sayısız beklentilerim karşılanmadığında kahkahayla kıpırdar bedenim. Gözyaşlarımı tutup saklanmak istediğimde tutturtmaz bedenim. Parmaklar yumruk olur ya da esinti. Düşüşe geçtiğimde can çekişir belki ama dimdik kalkıp devinmeye devam etmesini de hep bilir. Yanaklarımı yere her bastırdığımda yumuşaklıkla sertlik bir olur, yaşam dile gelir. Yukarı her zıpladığımda bilirim aşağı ineceğimi. Yükselmek istediğinde yükselmek. Alçalmak istediğinde alçalmak. Bazense yükselirken alçalmak. Budur dans etmek. Budur yaşamak.