Yeni Türk Edebiyatı ne kadar yeniydi? – III – Karaköy Mono

Stendhal, edebiyat topluma ayna tutar, der. Yüz yirmi yıl öncesinin edebiyat metinlerini okurken devrin toplumsal, siyasi ve ekonomik durumunu göz önünde bulundurmak gerekir. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat Fermanı’nı imzalamasıyla başlayan Batılılaşma, Modernleşme hareketi, Şinasi ve Namık Kemal grubunu etkiledikten sonra Serveti Fünun dönemi başlayacaktır. Nasıl ki Divan edebiyatı İmparatorluk edebiyatıydı, Serveti Fünun da istibdat döneminin yani Osmanlı’nın çöküş döneminin edebiyatıdır.

Serveti Fünun döneminde özellikle iki isim öne çıkar:

Şiirde Tevfik Fikret, romanda Halit Ziya.

Tevfik Fikret, sadece şiirin içeriğinde değil biçiminde de yenilikler yapmıştır. Özellikle sosyal içerikli şiirlerinde devrin İstanbul’unu ”Sis” şiiriyle siyasi ve toplumsal açıdan eleştirmiştir. Şiirde eleştiri geleneğini Namık Kemal’den ve Şinasi’den almıştır denilebilir. Serveti Fünuncular, Tanzimat yazarlarının açtığı yenilikçi edebiyat görüşünü bir adım daha ileri taşımışlardır. Tanzimat yazarları, idealist olup memleketin içinde bulunduğu duruma çare aramayı gaye edinmiş. Bu yüzden de sade bir dil kullanarak halkı eğitmek istemişlerdi. Tanzimat yazarlarınca sanat, toplum içindi. Serveti Fünun yazarları ise iyi eğitim almış, yabancı dil bilen ve güncel Fransız edebiyatını takip eden -realist ve natüralist- bir gruptu. Ancak Serveti Fünuncular Abdülhamit’in karanlık istibdat dönemine denk gelmiş, içine düştükleri karamsarlıkla hayata küsmüş, siyasetten el etek çekmiş, kendi sorunlarından ve toplumun sorunlarından kopmuş insanlardı. Bir önceki nesil gibi halkı bilgilendirme amacı gütmediler, bazı fikirlerin ateşli savunucusu olamadılar. Sanat, sanat içindir ilkesini benimseyip hayli ağır, anlaşılması güç, yapay bir dil kullandılar. Ve kendilerinden önceki nesle kullandıkları dil anlamında ihanet ettiler. Tanzimat yazarları yenilik hareketini önce dilde başlatmıştı ve içerikteki değişimler onu takip etmişti. Serveti Fünuncular da biçimde yenilik gerçekleştirmişlerdir. Özellikle şiirde karşımıza çıkar: Serbest nazım, terzerima…

Roman alanındaysa içerik ve dil büyük ölçüde değişmiş ve modern Türk romanını oluşturan bir devi doğurmuştur. Diyebiliriz ki modern anlamda Türk romanı Halit Ziya ile başlar. O’na çok şey borçluyuz. Halit Ziya’dan önce çeşitli roman denemeleri görülmüşse de deneme bazında kalmıştır denilebilir. Eleştirmenler Halit Ziya’nın en iyi kitabının Aşkı Memnu olduğunda hemfikirdirler. Yazarın hem en iyi hem de en popüler olan kitabı diyebiliriz. Yakın bir zamanda roman, dizi uyarlamasıyla da izleyicilerin karşısına çıkmış ve çok izlenenler kategorisinde yerini almıştı, pek tabi güncellenerek. Yeri gelmişken romandan uyarlama dizilere karşı olduğumu da belirtmek isterim. Daha doğrusu romanların senaryolaştırılıp insanları TV başına hapsetmesine. Oyuncu ne kadar başarılı bir performans sergilerse sergilesin, romanın ruhuna ve karakterlerine ihanet edilmiş hissine kapılıyorum. Ve seyretmemeyi tercih ediyorum.

Peki Aşk-ı Memnu neden bu kadar ilgi gördü?

Ana temanın Bihter’in yasak aşkı olduğunu düşünürsek ilgi çekmesi kaçınılmaz oluyor. Ve Halit Ziya üstü kapalı bir şekilde, birbirine denk olmayan kişilerin evliliğinin doğuracağı kötü sonuçlara dikkat çekiyor. Şinasi’nin Türk toplumunda sıklıkla görülen görücü usulü evlenmeyi tiyatro eseriyle -Şair Evlenmesi- eleştirdiğine tanık olmuştuk. Ancak Şinasi “Şair Evlenmesi”nde bu teziyle beraber toplumu aydınlatmak istemişti. İşte Halit Ziya’yı diğer Tanzimat yazarlarından ayıran en önemli özellik budur. Eserlerinde sadece sanat kaygısı gütmüş ve topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkilere yönelmiştir.

Halit Ziya’yı Modern Türk Edebiyatı’nda bu kadar önemli kılan nedir?

Halit Ziya, çağdaşı Fransız realist ve natüralist yazarlardan etkilenmiştir: Balzac, Zola, Flaubert…

Natüralist yazarlardan roman karakterlerinin kişilikleriyle olaylar arasındaki nedensellik bağını öğrenmiştir. Romanda olayların gelişimi, karakterlerin kişilikleriyle ilişkili olup, karakterlerde bu olayların üzerlerinde bıraktığı etkiye göre şekillenmeliydi. Aşkı Memnu’dan önceki romanlarımızda böyle bir dikkat görmeyiz. İntibah’taki Ali Bey’in, Sergüzeşt’teki Dilber’in başından birtakım olaylar geçer. Ancak Aşkı Memnu kahramanlarının başından gelişigüzel olaylar geçmez, olayları onların kişilikleri ve tercihleri belirler. Halit Ziya, diğer romancılar gibi karakterler arasında iyi-kötü ayrımı yapmaz, onları yargılamaktan kaçınır. Ve Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi romandan sonuç çıkartmaz, okuyucularına ahlak dersi vermez.

Başarılı ruh tahlillerini özellikle Aşkı Memnu’da görürüz.

Yazar, Bihter’i anlamamızı ister. Bihter’de, Madam Bovary’i ve Anna Karenina’yı da görürüz.

Halit Ziya, Aşkı Memnu’da Batılı tarzda yaşayan insanların, neden sonuç ilişkisine göre gelişen aşk öyküsünü anlatan, psikolojik tahlillere dayanan, sağlam yapılı, kusursuz bir sanat yapıtı yaratmak istemiştir ve yaratmıştır da.

Bu romanın tek kusuru, kullanılan dildir denilebilir. Osmanlıca kelimeler – Arapça, Farsça tamlamalar- hayli yoğundur. Serveti Fünun yazarlarının ağır bir dil kullandığından yukarıda bahsetmiştik. Bu kusur, bütün Serveti Fünun sanatçılarında bulunuyor diyebiliriz. Günümüz insanı Serveti Fünun dönemine ait bir metni okurken hayli zorlanacaktır. Halit Ziya bu durumu ölmeden önce farketmiş ve 1938 yılında eserlerini sadeleştirme yoluna gitmiştir.

“Modern Türk romanında natüralizmin etkisi Halit Ziya ile sınırlı kalmamıştır. Bu kulvarda karşımıza Hüseyin Rahmi Gürpınar çıkar. Hüseyin Rahmi, Serveti Fünun döneminde yaşayan ama bu topluluğa dahil olmamış bir yazarımızdır. Kendisi 36 roman ve bir o kadar da hikâye yazmıştır. 1864 yılında doğan yazar Meşrutiyet, İstibdat, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerine tanıklık etmiştir. Bu görgü tanıklığı eserlerine sirayet etmiştir diyebiliriz.”

Hüseyin Rahmi, hocası Ahmet Mithat Efendi geleneğinin devam ettiricisidir. Romana bakış açıları hemen hemen aynıdır: Günlük konuşma dili ve halkı bilgilendirme çabası. Ancak edebiyat tarihçileri Hüseyin Rahmi’nin romanda hocası Ahmet Mithat Efendi’yi geçtiğini düşünürler.

Hüseyin Rahmi, toplumdaki yozlaşmaya tepkisiz kalamaz. Batıl inanışları, topluma zarar veren gelenekleri, gericiliği ve toplumsal adaletsizliği eleştirmiş, bunların yerine Batı’nın akla ve bilime dayalı zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır. Yazarın romanlarında tıpkı Tanzimat yazarlarında olduğu gibi iyi-kötü ve eski-yeni zihniyet çatışır. Ancak Tanzimat yazarları gibi -örneğin Namık Kemal- kötüleri cezalandırıp iyileri ödüllendirmez. Unutulmamalıdır ki Hüseyin Rahmi, natüralist akıma bağlı kalmıştır.

Kökten dinciliğe, tevekküle, alın yazısına, kısmet ve rızık gibi insanları boyun eğmeye iten inançlara cephe almıştır. Halkın bu tip inançlarla nasıl sömürüldüğünü mizahi bir dille anlatır. Büyücülük, falcılık, cin, peri, hortlak hikayeleri gibi doğaüstü varlık ve güçlerin boş olduğunu anlatmak için akla ve doğa yasalarına başvurur. Bu konuları işlediği romanlarında oldukça başarılıdır, çünkü yazarın günlük yaşamda gözlemlediği durumlardır.

Yazar, kadın erkek ilişkileri konusunda da duyarlıdır. Yazarın kadın haklarını savunduğunu ve bunu o zamanda dile getiren nadir şahıslardan biri olduğunu görüyoruz. Toplumdaki kadın erkek eşitsizliğini özellikle evlilik kurumu üzerinden eleştirir. Kadın, kocasını seçemez, istediği zaman boşayamaz. Aldatan kadına ceza verilir ancak aldatan erkek cezalandırılmaz…

Hüseyin Rahmi’nin, her ne şekilde olursa olsun amaç halkı eğitmektir düşüncesi romanlarına zarar vermiştir. Halit Ziya’da gördüğümüz başarılı üslubu maalesef Hüseyin Rahmi’de göremeyiz. Yazar, romanın akışı içerisinde herhangi bir yerde araya girip ansiklopedik bilgi vermekten çekinmez. Halbuki bu bilgiler romanın bütünlüğünü bozacak niteliktedir. Ya da vasıfsız bir roman kahramanı aniden aydınlanıp filozofça konuşabilir. Bunlar okuyanda kafa karışıklığı yaratır.

Bütün bu eksikliklere rağmen Hüseyin Rahmi edebiyatımızda sağlam bir yer edinmiştir. Tanpınar, Hüseyin Rahmi için. “Edebiyatımıza sokak onunla girmiştir,” der. Hüseyin Rahmi’nin romanlarında bütün renkleriyle eski İstanbul’u, İmparatorluk’u görürüz: Mahalle karıları, tulumbacılar, imamlar, cariyeler, hacı kalfalar, fahişeler, hırsızlar, züppeler, falcı bacılar, Rum hizmetçiler, Ermeni hekimler, Kastamonulu, Arnavut ve Yahudi esnafı, Fransız mürebbiyeler…

Son olarak, bu yazı dizisini noktalayacak olursak Modern Türk edebiyatının doğuşuna dair umarım az da olsa fikir verebilmişimdir. Burada dikkat çeken nokta, bu sanatçıların nasıl bir siyasi, toplumsal ve ekonomik ortamda bu görüşlerini dile getirmiş olması ve fikirleri için mücadele vermiş olmalarıdır. Divan Edebiyatı’nın üstünü çizip görmezden gelmiyorum, bunu kimse iddia edemez. Ancak dünyada yaşanan bazı gelişmeler örneğin Fransız İhtilali’nin patlak verişi, aydınlanmanın ortaya çıkışı ve buluşlar hiçbir şekilde var olan – Divan Edebiyatı- edebiyatımıza aksetmemişti. Bu büyük bir kusurdur ve bizim sanat camiamız için büyük bir eksikliktir. İlk yazımızda aydınlanma çağının İngiliz edebiyatına olan katkılarından az da olsa bahsetmiştik. Bu etkiyi 1800- 1850 yıllarını temsil eden Divan edebiyatında görmüyoruz. Var olan edebiyat artık can çekişiyordu ve günün ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Bunun ilk farkına varan ve mücadelesini tüm gücüyle sürdüren Tanzimat yazarlarına saygı duymalıyız. Teknik olarak eksikliklerinden bahsetsek de çabalarını asla görmezden gelemeyiz. Keza Serveti Fünun sanatçıları da bu saygıdan payını almalıdır. Her ne kadar konuşma dilinden uzaklaşmış olsalar da teknik anlamda şiiri ve romanı ileri taşımışlardır. Türk edebiyatını, bu eksikliklerden ve kusurlardan kurtarma çabaları ilerleyen yıllarda – Cumhuriyet dönemi- görülecektir. Ancak bu başka bir yazının konusu olmaya aday.

-son-