Türkiye’de Çağdaş Sanat’ın ilk öncülerinden olan ve çok yönlü kişiliğiyle tanıdığımız Abidin Dino 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğmuştur. Ahmet, Leyla ve Arif’ten sonra ailenin dördüncü çocuğudur. Doğduğu yıl aynı zaman da İsviçre’nin Cenevre kentine taşınan ailesiyle birlikte 6 yıl orada yaşamıştır. Yaşadıkları yerle ilgili detayları kendi ağzıyla şöyle anlatır: “Bir sürü oda var. Şimdi bilemiyorum, kaç oda, ama pek çok… Salonları annemle babam döşemişler, hatırladığım kadarı ile biraz gösterişli şeyler. Hele kocaman tablolar, İsviçre’den o görüntüler… Leman gölünün yağlıboya resimleri var duvarlarda çok büyük. Salonda, küçük salonda, yemek odasında. Sanki yeterince dağ ve göl yokmuş gibi pencerelerden dışarı bakınca… Yeşil çuhalı kumar masaları. Çeşitli iskambiller. İstanbul’dan getirilmiş tespihler, Beykozlar, Dolmabahçe Sarayı’na benzer gümüş bir reçel takımı, bektaşitaşı. Celâl Paşa’mn, Abidin Paşa’nın büyük boy bir yağlıboya resmi. İstanbulin giymiş…” Geçen 6 yılın sonunda ailesiyle İstanbul’a geri dönen Dino, Robert Koleji’nde eğitimine devam eder, fakat içindeki tutkusu sebebiyle okulu yarıda bırakır. Bu dönemde sanat alanında ağabeyi Arif ona en çok destek olan kişidir zira Arif Dino sanat ve kültür insanıdır. O yaşlarda Abidin Dino’nun ilgisini çeken sanat alanları büyük ölçüde minyatür ve hat sanatıdır. Küçük yaşlarda ağabeyi Arif ile kütüphanelere ve kitapçılara takılırken arşivlerde bulunan hat eserlerini de inceleme fırsatı olmuştur.
“İlk siyasal girişimim, aç Çinli çocuklar için sokaklarda para topla-
mak! En sevdiğim oyun, bisiklete binmek. Altı yaşımda. Arif’in onayı ile
kendi kendime iki teker üstünde geziyorum rıhtımda korna çalarak, zaten
o kadar az otomobil var ki o yıllarda, tehlikesiz bir hoşgörü.”
İlk yazı ve çizimleri Artist Dergisi’nde yayımlanır. 20’li yaşlarına çizerek, biriktirerek ve de yazarak girmiştir. O yaşlarda ağabeyiyle gezmeyi bırakır Dino ve şöyle anlatır: “Bir yandan Bizans sanatı, Türk minyatürleri ve hattı derken, öte yandan o günlerde hâlâ açık olan esrar tekkeleri. Bunlara gerçekten tekke denirdi, dinsel hiçbir yanları olmadığı halde. Belki yalnızca bir ritüelleri olduğu için. O tekkelere gidiyorum ya, esrar çekmekten çok o dünyayı tanımak, o insanları çizmek için. O sıralar, yüzlerce desen çizdim. Öte yandan örneğin, Fransız Büyükelçi Comte de Chambrue’nün eşi prenses Murat ile tanışmıştım. Kendisi de bir ressam olan Lady Clarck’la birlikte oluyorum. Sonra daha ciddi işler. Birkaç arkadaş bir araya gelip Türk resim tarihine D Grubu diye geçecek bir grup oluşturuyoruz. Türkiye’deki ilk avant-garde resim grubu bu.”
1930’larda kurulan bu sanat topluluğu Abidin Dino, Nurullah Berk, Zeki Faik İzler, Cemal Tollu, Elif Naci ve Zühtü Müridoğlu tarafından kurulan gruba daha sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eşref Üren, Eren Eyüboğlu, Arif Kaptan, Salih Urallı, Hakkı Anlı, Sabri Berkel, Fahrünnisa Zeyd, Leopold Levy, Zeki Kocamemi, Şeref Akdik, Cemal Nadir Güler ve Nusret Suman gibi isimlerden oluşmaktaydı. Bu sanat hareketinin en önemli amacı düşücenin baskın olduğu sanat eserleri üretebilmekti. 1933’te Türkiye’nin Kalbi Ankara filmi için Türkiye’ye gelen sinemacı Sergey Yutkeviç, Dino’nun eserlerinden oldukça etkilenir kendi çalışmalarına katkı yapmasını istediği için Dino’yu Leningrad’a davet eder. Mustafa Kemal’in de isteği üzerine teklifi kabul eden Dino Yutkeviç’in çalışmalarına dekoratör ve ressam olarak katkıda bulunur. Bir yandan da sinema eğitimi almaya başlar. Leningrad’da geçirdiği üç yılın sonunda II. Dünya Savaşı sonucu ayrılmak zorunda kalır. Bir süre Londra’da kaldıktan sonra 1939’da Türkiye’ye dönen Abidin Dino, Ses, Yeni Ses, Yeni Adam, Servet-i Fünun, Yeni Edebiyat gibi dergilerde yazmaya başlar. Yazdıklarının çoğu eleştirel, uyarıcı, yönlendirici ve faşizme karşı yazılardır. Bundan ötürü dikkat çeker ve polemiklere girmek zorunda kalır. 1940’da Türkiye Komünist Partisi’ne katılır ve parti içi çalışmalarını 1966’ya kadar sürdürür. Bu süre içinde İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından sırasıyla Mecitözü ve Adana’ya sürgüne gönderilir. Adana sürgününde pamuk işçilerini resmetmiştir ve aynı zamanda da Türk Sözü gazetesini yönetmiştir. O yıllarından şöyle söz eder: “Adana’ya postalandım. Bu da garipti. Büyükbabam, onun da adı Abidin’di ama o paşaydı, bir zamanlar bu yörenin valisiydi. Başka bir deyişle polis tarafından kuramsal olarak büyükbabamın bir zamanlar yönetiminde olan topraklarda ikamete zorlanmıştım. Doğrusu çok hoş bir durumdu bu. Çünkü Adana’nın en büyük caddesi büyükbabamın adını taşıyordu. Hâlâ da taşıyor. Adana’nm özellikle o günlerde, ne mene bir yer olduğunu benim anlatmam mümkün değil. Bunu öğrenmek için Yaşar Kemal’in romanlarını okumak gerek. Onunla karşılaştığımızda handiyse bir çocuktu. On altı-on yedi yaşlarında, iğne gibi ipince, bir köyden bir köye dolaşır ve ağıtları derlerdi. Ben de, Adana’daki bir bölge gazetesinde çalışıyordum. Ne yaptığımı sormayın, çünkü her şeyi yapıyordum. Hem yazı işleri müdürüydüm, hem odacı, hem röportaj muhabiri, hem çaycı, hem de çevirmen. Burada çalışan insanlar da çeşitli nedenlerle hoşlandılar benden. Düşünün bir, Abidin Paşa’nm torunuyum, dünyayı görmüşüm, İstanbul’dan geliyorum, bu kültür başkentinde dergiler yayınlamışım, gazetelerde yazmışım, sergiler açmışım ve şimdi büyükbabamın bir zamanlar vali olduğu kentte sürgündeyim. O günün Adana’smda bunlar tabii önemli şeylerdi. Benim için önemli olan burada ilk kez Türk köylüsüyle karşılaşmam ve onu tanımamdır.”
Adana’da geçirdiği yıllar için de en önemli olanı da heralde 1943’te Güzin Dino ile evlenmesidir. Evliliklerinin ardından 1952’de Paris’e yerleşen Dino’ya iki yıl sonra Güzin Dino da katılacaktı. Bu iki yıl içinde Dino Fransa, Cezayir ve New York’ta sergiler açar. Hatta bir dönem Fransa Plastik Sanatlar Birliği’nde onur başkanlığı yapan Dino, üstüne bir de Paris’te Doğu Dilleri Enstitüsü’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 1955-1984 yılları arasında çeşitli yazarların kitaplarını resimler. Ek olarak 1966’da kendisine Flaherty Ödülü’nü kazandıran belgesel filminin yönetmenliğini de yapmıştır.
Çeşitli komposizyonlarına yıllar boyunca devam eden sevgili Abidin Dino’nun peşini ne yazık ki sağlık sorunları bırakmamıştı. Leningrad dönüşü yakalandığı verem mikrobunu yense de 1990 yılında teşhisi konulan troid kanseri sebebiyle 7 Aralık 1993’te Paris’te hayata gözlerini yummuştur. Ve bu yazı da Nazım Hikmet’in kendisine yönelttiği şu meşhur soru “Mutluluğun resmini çizebilir misin?”e verdiği cevapla bitsin.
Mutluluğun Resmi
Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna’nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler…
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye’yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tuval yeterdi;
ne boya…
Abidin Dino