“DINO BUZZATI: DAĞ TUTKUNU” – Karaköy Mono

İtalyan edebiyatının önde gelen yazarlarından Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanı Fransa’da basıldıktan sonra uluslararası bir başarı kazandı ve kısa sürede yirmiden fazla dile çevrildi. Özellikle öykülerinde öne çıkan büyülü gerçeklik ve kara mizah öğeleri taşıyan yapıtları ile Kafka’ya benzetildi.


Küçük yaşlardan itibaren ilgi alanları hep aynı oldu Buzzati’nin; şiir, resim, müzik ve çocukluğunun gerçek tutkusu –romanlarının değişmez kahramanı-  dağlar. ‘’Her yazarda çocukluk anılarının belirleyici olduğunu düşünüyorum. Çocukluğumdan beri sahip olduğum en güçlü izlenimler doğduğum topraklara ait: Belluno vadisi ve onu çevreleyen vahşi dağlar. Ailemin kışları oturduğu Milano’ya ve gençlik anılarına uzanan kuzeye ait bir dünya.’’

Buzzati’nin annesi soylu bir aileden geliyordu. Babası Pavia Üniversitesi’nde profesördü. Onu avukat olaral görmek istiyordu, bu yüzden Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Fakat Buzzati hukuku değil ‘yazı’yı seçmek istedi ve seçti. 1928 yılında stajyer olarak girdiği Corriere della Sera gazetesinde daha sonra redaktör ve muhabir oldu.

İlk romanı Barnabo delle montagne/ Dağlı Barnabo’nun yayımlandığı 1933 yılında henüz yirmi yedi yaşındaydı ve ilk romanıyla başarıyı yakalayanlardan biri oldu.

Çocukluğunun değişmez kahramanı orman ve dağlarla çevrili romanında orman bekçisi Barnabo’nun hayatı da diğerleri gibiydi; bitmek bilmeyen uzun günler ve geceler boyunca kimi ve neyi beklediğini bilmeden bekleyen bekçinin gözünden yansıyan dünya, hayatın çözümlenemeyen işaretleriyle doluydu.

Yazmaya devam ediyordu. İkinci romanı Yaşlı Orman’ın Sırrı kitap raflarında yerini almıştı. Diğer taraftan Corriere della Sera’da geceleri çalışıyor, evine sabah üçe doğru geliyordu. O gündüzlerden birinde yirminci yüzyılın başyapıtlarından biri sayılan romanının ilk satırları belirmeye başladı: ‘’Subay çıkan Giovanni Droga, ilk atandığı yer olan Bastia Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir Eylül sabahı terk etti.’’

Peki Tatar Çölü nasıl ortaya çıkmıştı? ‘’O zamanlar yaptığım rutin gece redaksiyonu işinin monotonluğundan. Sık sık bana hayatı gereksizce tükettiren o tık tık’ın sınırsızca ilerlemesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun, insanların çoğunluğunda bulunan genel bir duygu olduğunu düşünüyorum, özellikle de şehirlerin saatleriyle ilgili sınırlanmışlarsa. Bu fikrin, hayali bir askeri dünyaya dönüşümü benim için neredeyse içgüdüseldi. O bekleyişin yıpranışını açıklamak için hiçbir şey en uçtaki bir sınırın gücünden daha iyi değilmiş gibi geliyordu bana.’’

1972 yılında karlı bir günde Milona’da öldü. Korktuğu başına gelmişti; ölüm nedeni pankreas kanseriydi. O sonsuz beyazlığın içinde yavaşça yok olup gitti. Yazdıklarına yakışır bir şekilde.

 

Hazırlayan: Ömer YÜCEDAL