“Simone De Beauvoir” – Karaköy Mono

Varoluşculuk akımının başlıca temsilcilerinden sayılan Jean Paul Sartre’nin yolundan ilerleyen Simone de Beauvoir, varoluşçuluk akımını kadın özelinde inceleyerek bu alana yoğunlaşmış ve Varoluşçu/ Feminizm akımının temsilciliğini üstlenmiştir. 

İnsanın varoluşunu tanımlarken genelde bu tanımların erkekler üzerinden ilerlediğini ve erkeğin insan safında değerlendirilirken kadının sadece dişi sıfatını alması Simone’u epey rahatsız etmiştir. 

‘’İnsanlık dediğimiz şey erkeklerden oluşmuştur ve erkek kadını kendi varlığı içinde değil, kendisine göre tanımlamaktadır; kadına özerk bir varlık gözüyle bakmaz… Erkek özne’dir, mutlak varlık’tır; kadınsa öteki cins’tir.’’

Kendi özgürlüğümüzü elden bırakmak ahlaki bir hatadır Beauvoir’un gözünde. Nesne olmayı kabul etmek demektir bir nevi.  Oysa ki bu acımasızlıktır ve bir başkasının öznelliğini inkâr etmek insanlığa karşı işlenmiş belki de tek günahtır. 

Simone, erkeğin toplumsal cinsiyet bazında yüce makamda yer aldığını ve kadınların ancak erkeklere benzemeye başladığı noktada eşit görülebileceğini düşünür. Varoluşçu kimliği ile insanlığın varoluşunun bir amaca hizmet etmediğini, ne olmak istiyorsak onu seçip kendimize bir varoluş ilkesi edinmemiz gerektiğine inanır. 

Varoluş özden önce gelir mottosu kadın doğası çerçevesinde ele alındığında, kadın kimliğinin biyolojik bir unsur olarak mı belirlendiği yoksa sosyal olarak mı kurulduğu sorusunu yüzümüze çarpar. Genel geçer bir cevap olarak, cinsiyetin sosyal çevre tarafından kurgulandığı cinsin ise biyolojik olarak vuku bulduğunu ileri sürmektedir. Kadınlar kendileri için biçilmiş olan rollere indirgenerek, hayatlarını bu rollere göre idame ettirmeleri istenmiştir. Fakat bu asla doğal bir oluşum değildir. Beavoir kadınların psikolojisinin üzerinde dahi erkeklerin parmak izlerinin olduğu görüşünü savunur. 

“Kadın doğulmaz, kadın olunur.’’

Vatikan’ın yasaklı kitaplar listesine giren İkinci Cins’i yazarken, erkek egemen bir toplumdan beslendiği ve yanlış bir hayatı yaşamakta olduğunun gerçekliği ile yüzleşmişti Simone. Bu gerçeklik onu kadın erkek arasındaki farklılıkların biyolojik olmasından çok kültürel unsurlardan meydana geldiği düşüncesine ulaştırmıştır. Simone de Beauvoir’e göre insan kadın olarak doğmaz. Bir kadına dönüşür ya da dönüştürülür. 

“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz.”

Doğal bir biyolojik unsur olarak bahşedilmiş olan cinsiyetimizin, yaşam periyodunda kültürel ve toplumsal baskılar sonucunda evrilerek şekil alması ve biyolojik esaslar yüzünden kadına evde hapisvari bir hayat uygun görülürken erkeğe eve ekmek getirme sorumluluğu yüklenmesi hastalıklı düşüncelerin insanlar üzerindeki yıkımının göstergesidir. 

Simone de Beauvoir kadın bedenini kendi içinde yabancılaşmış bulur. Hamilelik ve doğum gibi ruhani açıdan yorgunluk veren kadına has farklılıklar, her gün aynı şeylerin yinelendiği, ortaya yenilikçi ve üretkenlik vaat eden hiçbir şeyin çıkmadığı ev işlerinin sorumlulukları karşısında, varlık amacına ulaşmak için uğraş gerektiren etkinliklerden koparak yaratıcılığını zaman içerisinde öldürür. Varoluşçuluk açısından bakıldığından bu oldukça yaralayıcı bir durumdur. Çünkü insan olmak sadece yaşamak demek değildir. İnsanı bitkiden farklı kılan, üretkenliği ve yaşama değer katabiliyor oluşudur. 

Simone de Beauvoir, hayatı boyunca kalemini her zaman sömürücü zihniyetlere karşı bir koz olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Cinsiyetçi düşünceler karşısında hemcinslerine örnek teşkil edecek cesaretle önemli adımlar atmıştır. Kadınların kendi bedenleri üzerinde kontrol sahibi olmasını önleme düşüncesi ile dolu olan tüm oluşumlara karşı Fransa’da feminizm dalgası yaratarak kürtajın önünü açan 343 Kadının Manifestosunu yazmış ve imzalamıştır. En ünlü eseri İkinci Cins ise feminizm akımının baş kitabı olarak kabul edilmiştir. 

”Kurtulmak için bir başkasına bel bağlamak, yıkılmanın en güvenli yoludur.”

Beauvoir kadınlar üzerinde ki tüm bu olumsuz durumlardan kurtuluş yolunun, “başkası için varlık” olarak hayatı idame ettirmekten geçmediğini söyleyerek, kadınların “kendisi için varlık” olduklarını kanıtlayabilmeleri ve diğer hemcinsleri ile birlikte aynı yolda efor sarf etmeleri gerektiğini savunur. Onun için artık tüm kadınların birlik olma vaktidir. Kadınların ‘’ötekilik’’ olgusunu reddettikleri vakit toplumsal kültür bağlamında nesne olmaktan çıkıp saygın bireyliğe geçiş yapabileceklerini düşünür. Kadınlar diğer kadınların öncüsü olmalıdır.

‘’Gerçek aşkta, her iki tarafın da sevdiğinin hür olduğunu kabul etmesi, onu bir özne, yani bağımsız bir birey olarak görmesi esastır.”

Tek eşli olmayı kabul etmeyerek, evliliği burjuvazi bir eylem olarak gören Simone, varoluşçu düşünür Jean Paul Sartre ile 51 yıl süren açık bir ilişki yaşamıştır. Sahiplenme ve sevilen kişinin bedenini mülk gibi bir ilke edinmek ikisine de ters düştüğünden, ilişkilerinde sadakat kavramının yerine, yaşadıkları ‘her şeyi’ birbirlerine anlatarak ‘saydam ve şeffaf’ olmayı seçmişlerdir. 

20. yüzyılın ve belki de tüm zamanların en sıra dışı ilişkisi sayılan Simone-Jean Paul ilişkisi sadece salt sevginin etrafında şekilleniyordu. Hayatlarına giren kişileri birbirilerine tüm yalınlıkla anlatıp, birbirileri ile daimi bir paylaşımı sürdürüyorlardı. Simone, Jean’ın hayatında ki değişmez kadın oluğunun emniyetindeydi her zaman. Hatta bir keresinde kendisine yöneltilen bir soru karşısında tüm içtenliğiyle düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir. ‘’Ama Sartre’ın yaşamında bir başka kadının benim rolümü çaldığını düşünseydim, elbette ben de kıskanırdım.” Sartre ise Simone’un bu yargısını şu sözleri ile desteklemiştir; ‘’Sen bana gereklisin, diğerleri sadece bir tesadüf…’’ 

‘’İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için, yaşlandığı, kocadığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor…’’ 

Hasta, kör ve her an kriz geçirebilir durumda yaşamının son günlerini idame ettiren Sartre bir gün mutlak son ölüm ile sonsuzluğa yürür. Sartre’nin ölümü üzerine ‘’ Onun ölümü bizi ayırdı. Ben ölünce tekrar birleşeceğimize de inanmıyorum. Ama zaten en önemlisi yaşamı, fevkalade bir uyum içinde paylaşmış olmamızdı…” der Simone de Beauvoir. 

Fevkalade uyum, arı bir sevgi, koşulsuz saygı… Sartre’den sonra ömrünün geri kalan 6 yılını biricik sevgilisinin mezarına bakan bir evde geçirdi Simone. Ve son anına kadar ruhunda eşsiz sevgisini taşıdı.