“YENİ BİR MURAKAMİ ÖYKÜSÜ” – Karaköy Mono

Sık sık eğer on iki yaşında ölmemiş olsaydı nasıl bir hayatının olacağını hayal etmeye çalışırdım. Bunu bilmenin bir yolu olmadığı halde. Kendi hayatımın bile nasıl bir yön alacağını kafamda canlandıramıyordum, onun geleceğinin nasıl olacağına dair nasıl bir fikrim olabilirdi ki?

RÜZGÂR MAĞARASI

On beş yaşımdayken, küçük kız kardeşim öldü. Ölümü çok ani olmuştu. O sırada on iki yaşındaydı, ortaokuldaki ilk senesiydi. Doğuştan gelen bir kalp rahatsızlığı vardı, ama ilkokulun son sınıflarında geçirdiği ameliyatlardan sonra belirtiler görünmez olmuştu ve ailemiz de biraz rahatlamış, başına bir şey gelmeden böyle devam edeceği umuduna kapılmıştı. Lakin o yılın mayıs ayında kalp atışları daha da düzensizleşti. Özellikle yattığında daha da kötü oluyor ve birçok gecesini uykusuz geçiriyordu. Üniversite hastanesinde tetkiklerden geçti, ama tetkikler ne kadar ayrıntılı olursa olsun doktorlar fiziki durumunda bir değişiklik saptayamadı. Temel sorun görünürde ameliyatla çözülmüştü ve onlar da duruma bir anlam veremiyorlardı.

“Yorucu faaliyetlerden kaçın ve düzenli bir günlük yaşam sürdür, böylece her şey yoluna girer,” dedi doktoru. Herhalde tüm söyleyebileceği buydu. Bir de birkaç ilaçlık bir reçete yazdı.

Yine de aritmisi düzelmedi. Yemek masasında karşısında otururken sık sık göğsüne bakar ve içindeki kalbini düşünürdüm. Göğüsleri dikkat çekecek kadar gelişmeye başlamıştı. Yine de o göğsün içindeki kız kardeşimin kalbi kusurluydu. Üstelik uzmanlar bile kusurun ne olduğunu bulamıyordu. Bu gerçek beynimde hiç bitmeyen bir çalkantıya sebep oluyordu. Ergenlik dönemimi her an küçük kardeşimin ölebileceği korkusunun yarattığı gerginlik içinde geçirdim.

Bedeni çok narin olduğundan annemle babam ona göz kulak olmamı söylemişti. İlkokuldayken hep bir gözüm onun üzerindeydi. Gerekirse onu ve minik kalbini korumak için canımı vermeye hazırdım. Ama buna hiç gerek olmadı.

Bir gün okuldan eve dönerken yere yığılıp kalmış. Seibu Shinjuku istasyonunun merdivenlerini tırmanırken kendinden geçmiş ve bir ambulansla en yakın acil servise kaldırılmış. Duyduğumda hemen hastaneye koşturdum ama oraya vardığımda kalbi çoktan durmuştu. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti. O sabah birlikte kahvaltı etmiş, ben liseme o da ortaokuluna gitmek üzere kapının önünde vedalaşmıştık. Onu bir sonraki görüşümde artık nefes almıyordu. Kocaman gözleri sonsuza kadar kapanmış, ağzı sanki bir şey söylemek üzereymiş gibi hafif açık kalmıştı.

Onu tekrar gördüğümde bir tabutun içindeydi. Çok sevdiği siyah kadife elbisesi üzerindeydi, hafif bir makyajı vardı ve saçları itinayla taranmıştı; rugan deri ayakkabıları giydirilmiş halde mütevazı boyuttaki tabutunda sırtüstü yatıyordu. Elbisesinin beyaz dantel bir yakalığı vardı; o kadar beyazdı ki gerçek dışıymış gibi duruyordu.

Yattığı yerde huzur içinde uyuyormuş gibi görünüyordu. Sanki hafifçe dürtersen uyanacakmış gibiydi. Ama bu bir yanılsamaydı. İstediğin kadar dürt – bir daha asla uyanmayacaktı.

Kız kardeşimin narin bedeninin o kutuya sıkış tıkış hapsedilmiş olması beni mutsuz etmişti. Bedeninin daha ferah bir yerde yatması gerektiğini hissediyordum. Mesela bir çayırın orta yerinde. Gür yeşil çimenlerin arasından ilerleyerek, sessizce onu ziyaret edecektik. Rüzgâr çimenleri hafifçe hışırdatacak, kuşlar ve böcekler etrafında haykıracaktı. Yabani çiçeklerin kokusu havayı saracak, çiçek tozları uçuşacaktı. Gece çöktüğünde üzerindeki gökyüzü sayısız gümüş yıldızla beneklenecekti. Sabah olduğunda yeni bir güneş çimenlerin yapraklarındaki çiğleri mücevher gibi parıldatacaktı. Oysa, gerçek hayatta gülünç bir tabuta tıkıştırılmıştı. Tabutunun etrafındaki tek süsleme, kesilip vazolara konmuş uğursuz görünümlü beyaz çiçeklerdi. Dar salon floresan ışıkla aydınlatılmıştı ve renk yoksunuydu. Tavana yerleştirilmiş hoparlörlerden org müziğinin yapay tınıları sızıyordu.

Onun yakıldığını görmeye dayanamazdım. Tabutun kapağı kapatıldığında salonu terk ettim. Ailem onun kemiklerini törenle bir vazoya koyarken onlara yardım etmedim. Krematoryumun avlusuna çıktım ve sessizce kendi kendime ağladım. Şu kısacık ömründe, küçük kız kardeşime hiçbir yardımım olmamıştı; bu beni derinden yaralayan bir düşünceydi.

Kız kardeşimin ölümünden sonra ailem değişti. Babam daha da suskunlaştı, annem daha sinirli ve gergin bir hal aldı. Bense her zamanki yaşamımı sürdürmeye devam ettim. Beni meşgul etsin diye okuldaki dağcılık kulübüne katıldım ve bunu bırakınca da yağlıboya resim çalışmaya başladım. Nihayetinde sanat derslerine katılmaya başlayınca bu işe olan merakım ciddileşti. Sanırım ölen kız kardeşimi düşünmemek için kendimi bir şeylerle oyalamaya çalışıyordum.

Uzunca bir süre – kaç yıl tam olarak bilmiyorum – annem ve babam kız kardeşimin odasını olduğu gibi korudu.  Ders kitapları ve çalışma rehberleri, kalemler, silgiler ve kağıt ataçları masasının üzerinde yığılıydı; çarşaflar, battaniyeler, yastıklar ve yıkanmış, katlanmış pijamaları yatağının üzerinde, ortaokul üniforması dolabında asılı duruyordu – hiçbir şeye dokunulmamıştı.  Duvardaki takvimin üzerinde hâlâ minik yazısıyla yazdığı ders programı notları vardı. Takvim öldüğü ayda bırakılmıştı, zaman o noktada donmuş gibiydi. Sanki kapı her an açılıp, o içeri girebilirmiş gibi bir his bırakıyordu. Bazen evde kimse olmadığında odasına gider, düzgünce yapılmış yatağına oturup etrafa bakardım. Ama hiçbir şeye dokunmazdım. Ardında bıraktığı eşyaları, kız kardeşimin bir zamanlar yaşayanların arasında olduğunu gösteren işaretleri, azıcık bile olsa rahatsız etmek istemezdim.

Sık sık eğer on iki yaşında ölmemiş olsaydı nasıl bir hayatının olacağını hayal etmeye çalışırdım. Bunu bilmenin bir yolu olmadığı halde. Kendi hayatımın bile nasıl bir yön alacağını kafamda canlandıramıyordum, onun geleceğinin nasıl olacağına dair nasıl bir fikrim olabilirdi ki? Yine de eğer kalp kapakçıklarıyla ilgili bir sorunu olmazsa, becerikli ve çekici bir yetişkin olacağını biliyordum. Birçok erkeğin ona âşık olacağına ve onu kollarına alacağına emindim. Yine de bunların hiçbirini ayrıntılarıyla zihnimde canlandıramıyordum. Benim için o sonsuza kadar, benden üç yaş ufak, korumama muhtaç küçük kız kardeşim olarak kalacaktı.

Öldükten sonra bir süre üst üste onun eskizlerini çizdim. Hafızamda kalan yüzünü değişik açılardan tekrar tekrar eskiz defterime aktardım, böylece onu unutmayacaktım. Yüzünü unutacağımdan değil ama. Öleceğim güne kadar yüzü zihnimde kazılı olarak kalacaktı. Geçmişteki herhangi bir an yüzündeki ifadeyi unutmamanın peşindeydim. Bunu yapabilmek için, o ifadeyi çizerek biçimlendirmeliydim. O zamanlar yalnızca on beş yaşımdaydım ve hafıza, resim çizme ve zamanın akışı konusunda bilmediğim çok şey vardı. Ama bildiğim bir şey vardı, o da hafızamdaki kaydı gerçeğine uygun olarak koruyabilmek için bir şeyler yapmam gerektiğiydi. Onu öylece bırakırsan, bir yerlerde kaybolur gider. Anının ne kadar canlı olduğu önemli değildir, zaman hep daha güçlüdür. Bunun içgüdüsel olarak farkındaydım.

Tek başıma onun odasında oturup onu çizerdim. Beyaz kağıda onun zihnimdeki görüntüsünü aktarırdım. O zamanlar tecrübesizdim, yeterince teknik beceriye sahip değildim, o yüzden bu iş hiç de kolay değildi. Çizer ve yırtar, sonra tekrar çizer tekrar yırtardım, bu böyle gider dururdu. Ama şimdi sakladığım o resimlere baktığımda (o zamanki eskiz defterime gözüm gibi bakıyorum) hepsinin samimi bir keder hissiyle dolu olduğunu görebiliyorum. Belki teknik açıdan yeterince olgun değiller ama çok içten bir çabanın, kız kardeşimi uyandırmaya çalışan ruhumun çabasının ürünü hepsi. O eskizlere baktığımda, ister istemez ağlıyorum. O zamandan beri sayısız resim yaptım, ama yaptığım başka hiçbir şey beni gözyaşlarına boğmadı.

Kız kardeşimin ölümünün üzerimde başka bir etkisi daha oldu: bende çok ağır bir klostrofobi vakası tetikledi. Onun o sıkış tıkış tabuta yatırıldığını, kapağın kapatılıp kilitlendiğini ve krematoryuma götürüldüğünü gördüğümden beri, sıkışık, kapalı yerlere giremez oldum. Uzunca bir süre asansöre binemedim. Asansörün önünde durduğumda düşünebildiğim tek şey, ben içinde kapana kısılmış haldeyken o sıkış tıkış asansörün deprem sırasında otomatik olarak devre dışı kaldığı oluyordu. Bunun düşüncesi bile bende boğucu bir panik duygusuna sebep oluyordu.

Bu belirtiler hemen kız kardeşimin ölümünün ardından başlamadı. Ortaya çıkmaları neredeyse üç yıl sürdü. İlk panik atak geçirdiğimde, sanat okuluna yeni başlamıştım ve bir nakliye şirketinde yarı-zamanlı çalışıyordum. Bir kapalı kasa kamyonda şoför muaviniydim ve görevim kutuları yüklemek ve boşaltmaktı; bir seferinde yanlışlıkla boş kamyon kasasında kilitli kaldım. O günkü mesai bitmişti ve sürücü kamyonda kimse var mı diye kontrol etmeyi unutmuştu. Arka kapıyı dışarıdan kilitlemişti.

Kapı açılana kadar neredeyse iki buçuk saat geçti ve ben de sürünerek dışarı çıkabildim. Tüm o zaman boyunca sıkı sıkı kapalı, tamamen karanlık bir yerde kilitli kalmıştım. Soğutmalı bir kamyon ya da benzeri bir şey değildi, bu yüzden havanın içeri girebileceği açıklıklar vardı. Eğer soğukkanlılıkla düşünebilseydim, havasızlıktan boğulmayacağımı bilebilirdim.

Ama korkunç bir paniğe yakalanmıştım. Bolca oksijen vardı, ama ne kadar derinden soluk alırsam alayım, onu içime çekemiyordum. Soluk alışlarım giderek hızlanıyordu ve en sonunda nefes nefese kaldım. Başım dönüyordu. “Tamam, sakin ol,” dedim kendi kendime. “Yakında dışarı çıkacaksın. Burada havasızlıktan boğulman imkânsız.” Ama mantık işe yaramıyordu. Zihnimdeki tek şey minicik bir tabuta tıkıştırılıp krematoryuma yollanan küçük kız kardeşimdi. Dehşet içinde kamyonun duvarlarını yumruklayıp durdum.

Kamyon şirketin park alanındaydı ve tüm çalışanlar mesailerini bitirip eve gitmişlerdi. Ortada olmadığımı kimse fark etmemişti. Kasayı deli gibi yumrukluyordum, ama kimse duymuyordu. Eğer şansım dönmezse sabaha kadar içeride kapalı kalacağımı biliyordum. Bunu düşündüğümde tüm kaslarımın ufalandığı hissine kapıldım.

Gürültüyü duyup kapıyı açan, park yerindeki turunu atan gece bekçisi oldu. Ne kadar sarsılmış ve bitkin olduğumu görünce beni şirketin dinlenme odasındaki yatağa yatırdı ve bir fincan sıcak çay verdi. Orada ne kadar yattığımı bilmiyorum. Ama sonunda soluk alıp verişim normale döndü. Gün ağarmak üzereydi, ben de bekçiye teşekkür ettim ve günün ilk treniyle eve döndüm. Yatağa girdim ve uzunca bir süre deli gibi titreyerek yattım durdum.

O zamandan beri asansöre binişlerim aynı paniği tetikledi. Bu olay içimde pusuya yatmış olan bir korkuyu uyandırmış olmalıydı. Bunu ölen kız kardeşime dair anılarımın harekete geçirmiş olduğundan pek de kuşkum yok. Ve bu yalnızca asansörlerde değil, her kapalı mekânda oluyordu. Denizaltı ve tank sahnelerinin olduğu filmleri bile seyredemiyordum. Sadece kendimi bu tür kapalı mekanlarda düşünmek – sadece düşünmek – bile beni nefes alamaz hale getiriyordu. Çoğunlukla kalkıp sinema salonunu terk etmek zorunda kalıyordum. Bu yüzden nadiren başkalarıyla sinemaya gidebildim.

Ben on üç, kız kardeşim de on yaşındayken yaz tatilinde birlikte Yamanashi vilayetine gitmiştik. Annemin erkek kardeşi Yamanashi’de bir üniversitenin araştırma laboratuvarında çalışıyordu ve biz de onun yanında kaldık. Bu yalnız başımıza çıktığımız ilk yolculuktu. O sıralarda kız kardeşim kendini iyi hissediyordu, bu yüzden de annem ve babam yalnız başımıza seyahat etmemize izin vermişti.

Dayımız bekardı (ve hâlâ bekar, şimdi bile) ve otuz yaşına yeni girmişti. Gen araştırmaları yapıyordu (hâlâ öyle), çok sessizdi, dünyaya karşı ilgisiz gibiydi, ancak içten ve açık sözlü biriydi. Okumayı sever ve doğayla ilgili her şeyi bilirdi. Dağlarda yürüyüş yapmayı her şeyden çok severdi; kırsal ve dağlık Yamanashi’de bir üniversitede çalışmasının sebebinin bu olduğunu söylerdi. Kız kardeşim ve ben dayımı çok severdik.

Sırt çantalarımız sırtımızda Shinjuku İstasyonundan Matsumoto’ya giden bir trene bindik ve Kofu’da indik. Dayımız bizi almak için Kofu İstasyonuna gelmişti. Oldukça uzun boyluydu, öyle ki istasyonun kalabalığında onu hemen fark ettik. Bir arkadaşıyla Kofu’da küçük bir ev tutmuştu, ama ev arkadaşı o sırada seyahatte olduğundan yatmamız için bize ayrı bir oda verilebilmişti. O evde dört hafta kaldık. Ve hemen hemen her gün dayımla birlikte yakınlardaki dağlarda yürüyüşlere çıktık. Bize her tür çiçek ve böceğin isimlerini öğretti. O yaza dair anılarımızı hep sevgiyle andık.

Bir gün yürüyerek her zamankinden daha uzağa gittik ve Fuji Dağı yakınlarındaki bir rüzgâr mağarasını ziyaret ettik. Fuji Dağı yakınlarındaki rüzgâr mağaraları arasında en büyük olanı buydu. Dayım bize bu mağaraların nasıl oluştuğunu anlattı. Bazalttan yapıldıklarından içlerinde hemen hemen hiç yankı duyulmadığını söyledi. Yazın bile içerideki ısı düşük kalıyordu; geçmişte insanlar kestikleri buzları mağaraların içinde saklarlardı. Bize iki tip mağara arasındaki farkı açıkladı: insanların içine girebileceği kadar büyük olanlar fuketsu, insanların içine giremediği küçükler ise kaza-ana. Her iki isim de “rüzgâr” ve “delik” anlamına gelen Çince karakterlerin değişik okunuşlarıydı. Dayım her şeyi biliyor gibiydi.

Büyük rüzgâr mağarasında, giriş için ücret ödenip içeri giriliyordu. Dayım bizimle gelmedi. Oraya birçok kez gelmişti, ayrıca çok uzun boylu olduğundan ve mağaranın tavanı da çok alçak olduğundan hep sırt ağrısı çekmek zorunda kalmıştı. “Tehlikeli değil,” dedi, “siz ikiniz devam edin. Ben girişte kalıp kitap okuyacağım.” Girişteki görevli her birimize bir el feneri verdi ve kafamıza birer sarı plastik baret taktı. Mağaranın tavanında lambalar vardı, yine de içerisi oldukça karanlıktı. Mağaranın içerilerine doğru gittikçe tavan daha da alçaldı. Sırık gibi dayımızın arkada kalmış olması boşuna değildi.

Küçük kardeşim ve ben fenerlerimizi ayaklarımızın önüne doğru tutuyorduk. Dışarıda mevsim yazın ortasıydı – sıcaklık 32 dereceydi – ama mağaranın içi oldukça serindi, sıcaklık on derecenin altındaydı. Dayımızın öğüdüne uyarak yanımızda getirdiğimiz rüzgarlıklarımızı giymiştik. Kız kardeşim elimi sıkıca tutuyordu, ya onu korumamı istiyor ya da kendisinin beni koruyacağını düşünüyordu (ya da belki de yalnızca ayrı düşmemizi istemiyordu). Mağaranın içinde geçirdiğimiz zaman boyunca o küçük, sıcak el benim elimin içindeydi. Bizim haricimizdeki tek ziyaretçiler orta yaşlı bir çiftti. Ama kısa süre sonra çıktılar ve içerde yalnızca ikimiz kaldık.

Kız kardeşimin adı Komichi’ydi ama ailede herkes ona Komi derdi. Arkadaşları ise ona Micchi ya da Micchan derlerdi. Bildiğim kadarıyla kimse ona tam ismiyle, Komichi diye hitap etmezdi. Ufak tefek, zayıf bir kızdı. Omuzlarına kadar gelen düz siyah saçları vardı. Gözleri yüzünün boyutlarına göre iriydi (geniş gözbebekleri vardı), bu yüzden bir peri kızına benzerdi. O gün üzerinde beyaz bir tişört, ağarmış kot pantolon ve pembe spor ayakkabıları vardı.

Mağaranın içinde ilerlerken kız kardeşim belirlenmiş yolun biraz dışında ufak bir yan mağara keşfetti. Kayaların gölgesi girişini gizliyordu. Bu ufak mağara çok ilgisini çekmişti. “Ne dersin, Alice’in tavşan deliğine benzemiyor mu?” diye sordu.

Kız kardeşim Lewis Carroll’un “Alice Harikalar Diyarında” kitabının büyük bir hayranıydı. O kitabı bana kaç kere kendisine okuttuğunu bilmiyorum. En az yüz kez olmalı. Küçükten beri okumayı biliyordu ama bu kitabı kendisine yüksek sesle okumamdan hoşlanırdı. Hikâyeyi ezberlemiş olmasına rağmen, her okuyuşumda yine heyecanlanırdı. En sevdiği bölüm Istakoz Kadriliydi. Şimdi bile bu bölümü hatırlıyorum, hem de kelimesi kelimesine.

“Ama içinde tavşan yoktur,” dedim.

“İçine bakacağım,” dedi.

“Dikkatli ol,” dedim.

Gerçekten de dar bir delikti (dayımın tabiriyle neredeyse bir kaza-ana’ydı) ama kız kardeşim içinden rahatça geçti. Vücudunun büyük kısmı içerideydi, yalnızca bacaklarının alt kısmı dışarıda kalmıştı. El feneriyle içeri bakıyor gibiydi. Derken yavaşça geri geri dışarı çıktı.

“Bayağı derinlere kadar uzanıyor,” diye bilgi verdi. “Zemin dik aşağı doğru iniyor. Aynı Alice’in tavşan deliği gibi. Sonuna kadar gidip bakacağım.”

“Hayır, bunu yapma. Çok tehlikeli,” dedim.

“Bir şey olmaz. Ben ufağım ve dışarı çıkabilirim, tamam mı?”

Rüzgarlığını çıkardı, üzerinde yalnızca tişörtüyle kaldı ve ceketi baretiyle birlikte bana uzattı. Ben karşı çıkmaya fırsat bulamadan elinde feneriyle mağaranın içine süzüldü. Bir anda ortadan kaybolmuştu.

Uzun bir süre geçti, ama o hala dışarı çıkmamıştı. Hiçbir ses duyamıyordum.

“Komi,” diye içeri doğru bağırdım. “Komi! İyi misin?”

Hiç cevap yoktu. Yankı olmadığından, sesim doğrudan karanlık tarafından emiliyordu. Endişelenmeye başlamıştım. Delikte sıkışıp kalmış, ileri ya da geri hareket edemiyor olabilirdi. Ya da belki de bir kasılma nöbeti geçirmiş ve bayılmıştı. Eğer böyle bir şey olduysa ona yardım edemezdim. Zihnimden her tür dehşetli senaryo geçiyordu ve etrafımdaki karanlığın beni boğduğunu hissediyordum.

Eğer küçük kız kardeşim gerçekten de delikte kaybolduysa ve bir daha yeryüzüne çıkmazsa, bunu annemle babama nasıl anlatırdım? Koşup girişte bekleyen dayıma mı haber vermeliydim acaba? Yoksa sabırla oturup kız kardeşimin çıkmasını mı beklemeliydim? Yere çömeldim ve delikten içeri baktım. Ama el fenerimin ışığı fazla uzağa gitmiyordu. Küçücük bir delikti ve karanlık bunaltıcıydı.

“Komi,” diye bağırdım yeniden. Cevap yoktu. “Komi,” diye bağırdım daha yüksek bir sesle. Yine cevap gelmedi. İçimi buz gibi bir ürperti kapladı. Kız kardeşimi ebediyen kaybetmiş olabilirdim. Belki de Alice’in deliği tarafından, Yalancı Kaplumbağanın, Sırıtan Kedinin ve Kupa Kraliçesinin dünyasına doğru çekilmişti. Mantığın olmadığı bir yere. Buraya hiç gelmemeliydik, diye düşündüm.

Ama sonunda kız kardeşim geri döndü. Önceki sefer olduğu gibi geri geri değil, başı önde sürünerek çıktı. Delikte önce siyah saçları görünmüş, ardından omuzları ile kolları ve en sonunda da pembe spor ayakkabıları dışarı çıkmıştı. Ayağa kalkıp önümde durdu, tek bir söz etmeden gerindi, yavaş ve derin bir soluk aldı ve kot pantolonundaki tozları silkti.

Kalbim hala küt küt atıyordu. Uzandım ve dağınık saçlarını düzelttim. Mağaranın içindeki zayıf ışıkta tam göremiyordum ama beyaz tişörtüne toz, kir ve çerçöp bulaşmış gibiydi. Rüzgârlığını giydirdim ve sarı bareti uzattım.

“Dışarı çıkmayacaksın sandım,” dedim ona sarılarak.

“Merak mı ettin?”

“Bayağı.”

Elimi sıkıca tuttu. Ve heyecanlı bir sesle, “deliğin dar kısımdan zar zor geçmeyi başardım ve sonra daha ileri gidince birdenbire alçaldı, aşağı doğru gidince de küçük oda gibi bir yere geldim. Yuvarlak bir oda, tıpkı bir top gibi. Tavan yuvarlaktı, duvarlar yuvarlaktı ve zemin de öyle. Ve orası o kadar sessizdi ki, sanki bütün dünyayı arasan o kadar sessiz bir yer bulamazsın. Sanki okyanusun dibindeydim, derinlere inen bir kraterin içindeydim. Feneri kapattım ve ortalık zifiri karanlık oldu, ama korkmadım ve kendimi yalnız hissetmedim. O oda yalnızca benim girebileceğim özel bir yerdi. Yalnızca bana ait bir oda. Oraya başka kimse giremez. Sen de giremezsin.”

“Çünkü ben çok büyüğüm.”

Küçük kız kardeşim kafasını salladı. “Doğru. Sen içeri giremeyecek kadar büyüdün. Ve oranın en heyecan verici yanı her şeyden daha karanlık olmasıydı. Öyle karanlık ki, fenerini kapattığında karanlığı ellerinle kavrayabilecek gibi hissediyorsun. Sanki bedenin yavaşça dağılıyor ve kayboluyor gibi. Ama karanlık olduğundan bunun olduğunu göremiyorsun. Hala bir bedenin var mı, yok mu, bilemiyorsun. Ama diyelim ki, bedenim tümüyle kaybolsaydı bile, ben yine de orada olacaktım. Tıpkı Sırıtan Kedi gibi, hani o ortadan kaybolsa bile sırıtışı kalıyordu. Çok garip, değil mi? Ama oradayken bunun garip olduğunu düşünmedim. Orada sonsuza kadar kalmak istedim, ama senin endişelenebileceğini düşündüm, bunun üzerine dışarı çıktım.”

“Hadi buradan çıkalım,” dedim. O kadar coşkuluydu ki, sanki sonsuza kadar konuşacakmış gibi görünüyordu ve benim de buna bir dur demem gerekiyordu. “Burada rahat nefes alamıyorum.”

“İyi misin?” diye sordu kardeşim endişeyle.

“İyiyim. Sadece dışarı çıkmak istiyorum.”

El ele tutuşarak çıkışa yöneldik.

“Biliyor musun?” dedi yürürken kız kardeşim, kimse bizi duymasın diye alçak sesle (etrafta kimse olmamasına rağmen). “Alice gerçekten vardı. Bu uydurma değildi. Gerçekti. Mart Tavşanı, Çılgın Şapkacı, İskambil Kağıdı Askerler – hepsi gerçekten var.”

“Belki de öyledir,” dedim.

Rüzgâr mağarasından çıktık, yeniden aydınlık gerçek dünyaya geri döndük. O öğleden sonrasında gökte ince bir bulut katmanı vardı, ama ben güneş ışığının korkunç şekilde göz kamaştırdığını hatırlıyorum. Ağustosböceklerinin cayırtısı bunaltıyordu, sanki her şeyi bastıran vahşi bir yaygara gibiydi. Dayım girişin yakınındaki bir banka oturmuş, kitabına dalmıştı. Bizi görünce gülümsedi ve ayağa kalktı.

İki sene sonra kız kardeşim öldü. Ve küçücük bir tabuta konulup, yakıldı. Ben on beş yaşındaydım, o da on iki. O yakılırken ben dışarı çıktım, ailenin geri kalanından uzakta, krematoryumun avlusunda bir banka oturdum ve rüzgâr mağarasında olanları hatırladım: kız kardeşimin dışarı çıkmasını beklerken geçen zamanın ağırlığı, beni saran karanlığın yoğunluğu, hissettiğim içime işleyen o ürperti. Delikten dışarı çıkan siyah saçları, sonra omuzları. Beyaz tişörtüne gelişigüzel bulanmış olan tüm o kir ve tozlar…

O esnada, kafama bir düşünce saplandı: belki de hastanedeki doktorun onun resmi olarak öldüğünü bildirmeden iki yıl önce, o mağaranın derinliklerindeyken yaşamı ondan koparılıp alınmıştı. Aslında bundan emindim. Gerçekten de o deliğin içinde kaybolup gitmiş ve bu dünyayı arkasında bırakmıştı, ama ben yanılgıya düşüp, onun hala yaşadığını sanarak yanımda trene bindirmiş ve Tokyo’ya geri götürmüştüm. Sıkıca el ele tutuşarak. Ve biz de iki yıl daha ağabey ve kardeş olarak yaşamıştık. Lakin bu yalnızca geçici bir mühlet döneminden başka bir şey değildi. İki yılın ardından ölüm sürünerek o mağaradan dışarı çıkıp kız kardeşimin ruhunu kapıp götürdü. Sanki vadesi gelmişti, bize fazladan tanınan süre için ödeme yapmamız gerekiyordu ve mal sahibi onun olanı geri almak için gelmişti.

Yıllar sonra, bir yetişkin olduğumda küçük kız kardeşimin o rüzgâr mağarasında bana alçak sesle verdiği sırrın gerçek olduğunu anladım. Alice bu dünyada gerçekten var. Mart Tavşanı, Çılgın Şapkacı, Sırıtan Kedi – hepsi de gerçekten var. *

 

*(Japonca aslından İngilizce’ye Philip Gabriel, İngilizce’den Türkçe’ye Çağatay Ünaltay çevirmiştir.)