Hayali sınırlarla bölünmüş dünyada her ruhun göçebe, her bedenin bir hapishane olduğunu hatırlamak gerekir bazen. Bu hapishanede edebiyat yol göstericidir. Hem bir teselli hem de ilham kaynağıdır. Azareen Van Der Vliet Oloomi’nin yazmış olduğu “Bana Zebra Deyin”, hayatı edebi bir çerçeveye oturtmak isteyen sürgünde bir ruhun hikayesi.
Kitap, ailenin tek çocuğu Bibi Abbas Abbas Hüseyni’nin -nam-ı diğer Zebra- ailesiyle İslam Devrimi’nden sonra İran’dan kaçışlarının öyküsünü anlatmasıyla başlıyor. Bu zorunlu sürgün sırasında annesini kaybeden Zebra, babasıyla birlikte uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rotalarında o dönemde Franco’nun zulmünden yeni kurtulmuş İspanya var. Ancak burada da aradıklarını bulamayınca Amerika’nın yolunu tutuyorlar. Yıllar sonra babasını kaybettiğinde edebi bir aydınlanmaya ulaşan ve ülkesinden çok uzakta bir başına kalan kahramanımız sürgün rotalarını gerisin geri giderek “Büyük Sürgün Turu” adını verdiği hac yolculuğuna çıkma kararı alıyor. Bu yolculukta kendi keşfettiği edebiyat matrisinin koridorlarında gezerken bizi kâh gülümsetmeyi kâh duygulandırmayı başarıyor. Metinlerarasılığın sırlarını dünyaya açmayı hedefleyen Zebra, Don Kişotvari kişiliğiyle edebi zırhını takınarak hayalle gerçek arasında ince bir çizgi üzerinde geziniyor roman boyunca. Hüseyni ailesinin sembolü üç A’yı (Anarşistler, Ateistler ve “Autodidaktlar”) dövme olarak vücudunda taşıyan kahramanımız tek dayanağını edebiyat olarak belirtse de yolculuğunun ilk durağı Barselona’da karşısına çıkan Ludovico Bembo, kadının hayatını derinden sarsıyor. Başta adam, kadının ulvi amaçları önünde bir heykel gibi dikilmişken zamanla aralarındaki fırtınalı ilişki Büyük Sürgün Turunda önemli bir mihenk taşı haline geliyor.
“Bu yalan dünyada yaşamlarımızı ölümlerimizle koruyoruz.” Roman boyunca baş kahramanın sık sık tekrar ettiği bu söz Hüseyni’lerin aile düsturuna ait. Sürekli tekerrür eden acımasız tarihin gölgesinde savaşın, ölümlerin ve göçün bir türlü sonunun gelmediğini düşünürsek pek doğru bir söz. Bir kez insan doğduğu topraklardan göçüp gittiğinde elinde olan tek şeye tutunur: hayatına. Babasının küçük yaşta edebiyatın kollarında büyüttüğü ve sahiplik eklerini kullanmaktan bile imtina edip “evlat” diye seslendiği Zebra’nın sahip olduğu tek şey de hayatı aslında. Çünkü artık geri dönse bile bıraktığı şekliyle bulamayacak vatanını. Bu yüzden o ebedi bir sürgüne mahkum. Hurma ve okaliptüs ağaçlarından çok uzakta dışlandığı, anlaşılmadığı topraklarda edebiyata sığınmış bir haymatlos o. Yersiz yurtsuz bir kadın. Attığı her adımda yersiz yurtsuzluğu iliklerine kadar hissederken yalnızlığını büyük yazarların, hayatı onun gibi sürgünde geçen yazarların metinlerinde gideriyor. Nietzsche’yi andıran bıyıklara sahip babasının özümsediği ruhu başlardaki yol göstericiliğini, Ludo’nun etkisi altında zamanla yitiriyor. Yazar, Nietzsche ve Salvador Dali arasındaki fikir ayrımını, bıyık üzerinden simgeleştirerek anlatıyor. Dali’nin sürrealist protest çocuksuluğuna karşın Nietszche’nin nihilizminin somutlaştırıcı gerçekçiliği sık sık vurgulanırken Zebra karakteri bu iki büyük isim arasında bir sentez gibi önümüze sunulmuş. Bu denklemde Ludo ise Zebra’nın karşısına çıkan ikinci bir antitezi işaret ediyor. Kısacası babasının onun için küçüklüğünden beri edebiyatın izinde inşa ettiği dünya Ludo’nun hayatına girmesiyle bambaşka bir boyut kazanıyor.
Renkli bir dille yazılmış kitap yazarın tüm maharetlerini ortaya koyduğunun canlı bir kanıtı aslında. Her ne kadar bir çırpıda okunacak kadar akıcı bir dile sahip olsa da bir okur olarak ben tadını çıkara çıkara okumayı tercih ettim. Çünkü bazı kitaplar, yalnız fikirsel üstünlüğüyle değil verdiği estetik zevkle de biraz yavaşlamayı ve hayatın hızlı temposundan çıkarak bambaşka dünyalara sürüklemeyi başarır sizi. Üstelik “Bana Zebra Deyin”in metaforlarla dolu soyut anlatımı insanı içine çekerken bir yapboz gibi tane tane çözümlenmeyi bekliyor. Albert Camus bir kitabında der ki “Ne Faust,ne de Don Kişot birbirini yenmek için yaratılmamışlardır. Sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.” Yazarın amacı kötülük etmek değil elbette fakat Oloomi’nin empati fazlalığıyla lanetlemiş olduğu karakteri Zebra dünyanın bütün sürgündekileri için acı çekerken söylemlerin acılığı içinize işleyecektir. Doğu kökenli bir yazarın Batı felsefesine ve kültürüne dair tespitlerine kimi zaman katılabilir kimi zaman karşı çıkabilirsiniz. Bu yazarın tespitlerini ifade edişindeki güzelliğe leke sürmez. Kitaptaki kendine has mizah anlayışı ise yazarın üslubunun rengine renk katıyor. “Bizarre” denilebilecek kadar tuhaf ve karmaşık kurgu dalga dalga hissediliyorken tek yapmanız gereken kendinizi denizin serin sularına bırakmak. Kitap sizi yıkayacak ve son sayfaya geldiğinizde belki bambaşka bir insan olmayacaksınız ama yenilenmiş hissedeceksiniz. Edebiyatın böyle bir gücü de vardır.
Bu gücün geldiği yeri anlamak biraz zor olabilir çünkü bugün bir haritalar, taklitler dünyasında yaşıyoruz. Dünyanın bir ucunda savaş yüzünden veyahut açlıktan ölen insanlar varken dünyanın öte yanında obeziteden ölen insanlar var. Oysa dünyanın globalleştiği söyleniyor. Aradaki bu uçurum farkını açıklayacak tek bir şey mevcut: Bir simülasyon dünyasında yaşıyoruz. Kitap yazarın dünyanın bir ucunda kalan ülkesi İran için yaktığı bir ağıt. Bu ağıt içinde bulunduğumuz simülasyon dünyasında gerçekliği yeniden canlandırmak için edebi bir düşün içerisinde yaşayan Zebra’nın haritasını çiziyor. Zebra ise üzerine edebiyat zırhını kuşanarak bu taklitler dünyasındaki gerçeğin taklidi yel değirmenlerine savaş açmış bir Don Kişot. Tıpkı romanda bahsedildiği gibi “edebiyatın kahince doğası gereği” rastgele bir sayfa açıp önüme geleni okuyorum. Karşıma Jose Luis Borges’ten bir alıntı çıkıyor haritacılık sanatı üzerine. Borges’e ait bu masalda ölçüsüz haritaların zamanla yetersiz kalmasıyla imparatorluğun boyutlarına denk bir haritanın yapılmasından bahsediyor. Fakat bu uçsuz bucaksız haritanın yararsızlığı görüldüğünde harita dağda çayırda çürümeye bırakılıyor. Haritaya ait bu yıkıntılar hakkında Jean Baudrillard Simulakrlar ve Simülasyon kitabında şöyle der: “Bundan böyle sağda solda karşılaşacağımız harabe ve yıkıntılar haritaya değil gerçeğe, çölde karşımıza çıkan kalıntılarsa İmparatorluğa değil bize, Çöle dönüşmüş bir gerçeğe ait olacaklardır.” Baudrillard’a göre her ne kadar gerçek bir daha geri dönülemez şekilde kaybedilmiş olsa da bence simülasyonun içinden sıyrılmak için “Bana Zebra Deyin” gibi kitaplar rehber olabilir.
Hazırlayan: Vuslat Saçkesen