Veba, Avrupa’nın başına gelen ilk salgın belası değildi. 590’da Papa I. Gregorius seçildiği zaman da Roma’da bir salgın olmuştu. Papa bu beladan kurtulmak için, Tanrı’ya duaya giderken onu izleyen yurttaşlar arasında bile vebadan düşüp ölenler oluyordu. Çin’de başlayan tarihin en ölümcül salgını Batı Asya’yı ve Avrupa’nın tamamanı, arkasında milyonlarca ölü bırakarak kırdı geçirdi.
Vebaya büyük salgın yıllarında verilen “Kara Ölüm” adı belki de iç kanamanın ciltte kara lekeler yaratmasından ileri geliyordu. Hastalığın birkaç türü vardı. En çok rastlanılanı kasık ve koltuk altlarındaki şişlerden dolayı hıyarcıklı (bubonik) veba denilen türüydü. Bu ilk belirtileri kusma, yüksek ateş ve çoğu zaman çok geçmeden ölüm izliyordu. Akciğer vebası akciğerleri etkilerken kanı zehirleyen septisemik vebada mikroplar kana karışıyor ve hastayı aynı gün içinde öldürüyordu.
Veba, büyük olasılıkla Asya’nın batısına ilkin Çin’den, veba taşıyan pirelerle dolu kürkleri getirip satan Asyalı tacirlerden bulaştı.
1347 yılında Kırım Tatarları, Karadeniz’in kuzeyinde, Kırım kıyılarında birçok İtalyan tacirin yaşadığı Ceneviz limanı Kefe’yi (bugün Feodosya) kuşattılar. Halkının yakalanmış olduğu salgını bir koz olarak kullanma gayreti içindeki Kıpçak Reisi Canıbek, şehir halkına hastalığı bulaştırmak için adamlarına vebalı cesetleri mancınıkla surlardan içeri fırlatmalarını emretti. Bu savaş taktiği Kıpçak Reisi’nin aklının hayalinin alamayacağı sonuçlar doğuracaktı. Kefe’deki İtalyanlara hastalık bulaşınca onlar da anayurtlarına, Cenova, Messina ve Venedik’e kaçtılar ve 1347 yılı sonlarıyla 1348 başlarında bu üç şehir, Avrupa Kıtası’nda Kara Ölüm’le tanışan ilk merkezler oldu.
Messina’da halk paniğe kapıldı vebalı gemicileri kovaladılar ve kendileri de kaçtılar. Böylece sadece kendi canlarını tehlikeye atmakla kalmadılar hastalığı başka kentlere de taşıdılar. Haziran 1348’de veba Paris’e ulaştı. O yaz güneybatı İngiltere’nin limanlarına, bir olasılıkla Bordeaux’dan bir parti kırmızı şarapla birlikte ithal edildi. Veba, 1349 başlarında Londra’nın üstüne çöktü ve aralık ayında İskoçya’ya Kuzey Denizi’ni geçerek 1350 yılında İskandinavya’ya kadar ulaştı. Oradan karadan güneye ve doğuya yöneldi ve tam bir daireyi tamamlayarak Volga boyunca yeniden Tatarların anayurduna döndü. 1352’ye gelindiğinde salgının en şiddetli dönemi geçer gibi olmuştu.
“Nice yiğit erkekler, nice güzel hanımefendiler… sabahleyin akrabalarıyla, arkadaşları ve dostlarıyla kahvaltı ettiler ve akşam olduğunda öteki dünyada atalarıyla yemek yediler.”
-Giovanni Boccaccio
Belirtilerin ansızın ortaya çıkması insanlarda dehşet yaratıyordu. “Ölümün üstümüze bir kara duman gibi geldiğini görüyoruz,” diye yazıyordu Galler Bölgesi’nden ozan Gethin. Şişliğin birdenbire nasıl büyüdüğünü anlatırken, “Elma biçimindedir, soğan başı gibi ama kor gibi de yakar,” diyordu. Hiçkimse güvende değildi. Kentlisi de, köylüsü de, zengini de, yoksulu da yakalanıyordu hastalığa. Floransa’da yaşayan 90 bin kişinin yarısı öldü. Hastalığın bulaşması tehlikesiyle karşı karşıya olan mezar kazıcılar, cesetleri toplayıp gömmek için ölen zenginlerin servetini ve yaşayanların parasını istiyorlardı. Veba gündelik yaşamı da umutları da darmadağın ettiğinden toplumlarda sağlıksız eğilimler belirir olmuştu. Kimi insanlar çok katı kapalı topluluklar oluşturuyor, kimileri ise gününü gün ediyordu. Sağlıklı olanlar hastalardan kaçıyor, ana babalar çocuklarını terk ediyordu. Ürünler tarladan kaldırılmıyor, hasat yapılmıyor, hayvanlar bakımsız bırakılıyordu. İnsanlar vebadan kaçarken on binlerce köy boşalmıştı.
“1300’lerden 1600’lere 300 yıl boyunca veba Avrupa’nın başına bela oldu. Açlık ve savaşla birlikte Bruegel’in “Ölümün Zaferi” tablosu gibi, kıyamet gününü andırır görüntüler yarattı.”
Pek çok şehir yönetimi elinden geleni yaptı, vebalı bölgelerle ticareti yasaklamak için kararnameler çıkarttı. Ama yerel yöneticiler, liderler de hastalığa yenik düştüğünden ne yasa kaldı ne düzen.Siena’da mahkemeler kapatıldı ve büyük bir katedralin yapımı durduruldu. Hiçbir zaman tamamlanamayan bu katedral bugün bile tamamlanamadan durmaktadır.
Yaşanan felaketler Avrupa’nın her yanında yineleniyordu. Fransa’da, Fransisken rahipler aralarından 125 bin kişinin öldüğünü kaydettiler. Köyler terk edildi. Manastırlar yerle bir oldu. Marsilya yakınlarında Montrieux’de, şair Petrarca’nın kardeşi keşiş Gherado tüm keşiş kardeşlerini teker teker gömdü, sonunda yalnızca kendisi ve köpeği hayatta kaldılar. İngiltere’de köyle bomboş kaldı, giderek yıkılmaya yüz tuttu ve sonra da unutuldu. Rochester’da piskoposun hanesinden “dört papaz, beş efendi, on hizmetkar, yedi genç katip ve altı uşak” hastalığa yenik düştü ve koskocaman sarayda piskopos tek başına kaldı.
Vebayla baş etmek için kalkışılan işlerin en gariplerinden biri Kırbaççılar denen bir topluluktu. Bu topluluk 33 gün süreyle Hz. İsa’nın ömrünün her yılı için bir gün, kendilerini günde üç kez kırbaçlamaya ant içmişti. Bin kişiye varan tören alaylarında ilahi söyleyen karalara bürünmüş insanlar bir şehre giriyor, bellerine kadar soyunuyor ve önderlerinin onları kırbaçlamasına izin veriyordu. Sonra hepsi birden kırbaçlar şaklarken ilahiler söyleyerek kendilerini kırbaçlamaya başlıyordu. Yıkanmaları yasak olduğundan pek çoğu aldığı yaralardan dolayı ölüyordu.
Veba salgını Batı Avrupa’da sona ererken arkasında harabeye dönmüş bir kıta bıraktı. Ölü sayısı belirsizdi, pek kayıt tutulamıyordu ve salgının şiddeti de bir yerden diğerine değişiyordu. Kıta çapında 20-25 milyon insanın ya da nüfusun üçte birinin ölmüş olması muhtemeldir. Venedik nüfusunun dörtte üçünü yitirdi, İngiltere’de 4,5 milyon halkın neredeyse bir milyonunu.
Hastalıktan kırılmış, dağılmış kıtanın eski nüfusuna ulaşabilmesi için bir 150 yıl daha geçmesi gerekti.
Ana Görsel: Ölümün Zaferi-Bruegel
Hazırlayan: Şennur Arslan