O yıl bir ay boyunca Küba sahili açıklarında kılıçbalığı* avlamayı planlamıştık. Bir aylık süremiz Nisanın onunda başlamıştı, Mayısın onu olduğunda yirmi beş kılıçbalığı avlamıştık ve tekne kiralama süremiz de dolmuştu. O sırada yapmamız gereken Key West’e dönerken yanımızda götürmek için birkaç hediye almak ve karşıya geçmek, liman işlemlerini halletmek ve eve gitmek için gerekenden biraz daha fazla pahalı Küba benziniyle Anita’yı doldurmaktı. Ancak büyük balıkların akını henüz başlamamıştı.
“Bir ay daha uzatmak ister misin, Kaptan?” diye sordu Bay Josie. Anita’nın sahibi oydu ve teknesini günlük on dolardan kiralıyordu. Standart tekne kirası günlük otuz beş dolardı. “Eğer kalmak istersen, fiyatı dokuz dolara indirebilirim.”
“Dokuz doları nereden bulacağız?”
“Paran olduğunda ödersin. Körfez’in karşısında Belot’taki Standart Oil şirketinde sağlam kredin var senin. Fatura geldiğinde onu geçen ayın kira parasından öderim. Eğer havalar kötü giderse de, sen bir şeyler yazarsın.”
“Tamam, o zaman,” dedim ve bir ay daha avlandık. Toplamda kırk iki kılıçbalığı yakalamıştık, ama büyük balıklar hala ortada yoktu. Morro’ya doğru bulanık, şiddetli bir akıntı vardı – kimi zaman burası kilometreler boyunca yemlik balıklarla dolu olurdu – ve teknenin baş tarafından uçan balıklar zıplar, kuşlar gün boyu avlanır dururdu. Ama her gün kılıçbalığı yakalamamıza ya da kaçırmamıza ve hatta bir gün toplam beş balık tutmama rağmen, denizden bir tane bile iri kılıçbalığı çıkartamamıştık.
Bizi bu kıyılarda çok iyi tanırlardı, çünkü yakaladığımız balığın hepsini doğrayıp bedava dağıtırdık. Direğe çekili kılıçbalığı bayrağı ile Morro Kalesini geçip boğazdan yukarı San Fransisco iskelelerine doğru giderken rıhtıma koşturan kalabalığı görebiliyorduk. O yıl balığın kilosunun satış fiyatı balıkçıdan alırsan on sekiz ila yirmi yedi sent, pazardan alırsan bunun iki katıydı. O gün beş kılıçbalığı bayrağımız vardı ve polis toplanan kalabalığı sopalarla dağıtmaktaydı. Durum berbattı ve kötüydü. Ama zaten o yıl kıyıdakiler için berbat ve kötü geçmişti.
“Kahrolası polisler düzenli müşterilerimizi kovalıyor ve tüm balığımızı alıyorlar,” dedi Bay Josie. “Cehennem ol,” dedi dört buçuk kiloluk bir kılıçbalığı parçasına elini uzatan polise. “Senin çirkin suratını daha önce görmemiştim. Adın ne?”
Polis memuru adını söyledi.
“Adı compromiso defterinde var mı, Kaptan?”
“Yok.”
Compromiso defteri balık sözü verdiğimiz insanların adlarını yazdığımız defterdi.
“Gelecek sefere küçük bir parça için adını compromiso defterine yaz, Kaptan,” dedi Bay Josie. “Hadi bakalım, polis efendi, şimdi cehennem olup git buradan ve dostumuz olmayan birilerini sopala. Hayatımda yeterince lanet polis gördüm ben. Hadi çek git. Rıhtım polisi değilsen sopanı ve tabancanı alıp rıhtımdan defol.”
En sonunda bütün balıklar parçalandı, deftere göre paylaştırıldı ve defter gelecek hafta için verilen sözlerle dolduruldu.
“Ambos Mundos’a çık ve yıkan, Kaptan. Bir duş al, ben seni orada bulurum. Sonra beraber Floridita’ya gidip, meseleyi etraflıca konuşuruz. Şu polis sinirlerimi bozdu.”
“Gel sen de bir duş al.”
“Yok. Ben burada temizlenirim. Bugün senin kadar terlemedim.”
Kestirme parke taşlı yoldan Ambos Mundos Oteline çıktım, resepsiyona mektubum olup olmadığını sorduktan sonra en üst kata çıkmak için asansöre bindim. Odam binanın kuzeydoğuya bakan köşesindeydi ve pencerelerden içeri dolan alize rüzgarı odayı serinletiyordu. Pencereden eski şehrin çatılarına ve limana baktım; tüm ışıklarını yakmış ağır ağır limandan çıkan Orizaba’yı seyrettim. Bu kadar çok balıkla uğraşmaktan yorgun düşmüştüm ve canım yatağa uzanmak istiyordu. Ama yatarsam uykuya dalacağımı biliyordum, bu yüzden yatağa oturdum, pencereden dışarı baktım, avlanan yarasaları seyrettim ve en sonunda soyunup bir duş aldım. Temiz giysiler giydim ve aşağı indim. Bay Josie otelin giriş kapısında bekliyordu.
“Yorgun olmalısın, Ernest,” dedi.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
“Ben yoruldum,” dedi. “Seni balık çekerken seyretmekten yoruldum. Bu şimdiye kadarki en iyi rekorumuzdan iki balık daha az. Elde yedi ve gözde sekiz.” Ne Bay Josie ne de ben sekizinci balığı da gördüğümüzü düşünmekten hoşlanmazdık, ama o günkü rekorumuzdan söz ederken hep böyle derdik.
Obispo caddesinin dar kaldırımından yukarı doğru yürüyorduk ve Bay Josie dükkanların ışıklı vitrinlerine bakıyordu. Eve dönme vakti gelene kadar hiçbir şey satın almazdı. Yine de oralarda satılan her şeye bakmayı pek severdi. Son iki dükkanla piyango bayisini de geçtik ve köhne Floridita’nın yaylı kapısını açıp içeri girdik.
“Otursan daha iyi olur,” dedi Bay Josie.
“Gerek yok. Barda durmak bana daha iyi geliyor.”
“Bira,” dedi Bay Josie. “Alman birası. Sen ne içiyorsun, Kaptan?”
“Frozen daiquiri, şekersiz olsun.”
Constante daiquiriyi hazırladı ve karıştırma kabında iki bardağa daha yetecek kadar bıraktı. Bay Josie’nin konuyu açmasını bekliyordum. Birası gelir gelmez hemen konuya girdi.
“Carlos önümüzdeki ay gelmeleri gerektiğini söylüyor,” dedi. Carlos Kübalı bir dostumuzdu ve kendisi çok kazanan bir kılıçbalığı avcısıydı. “Hiç böyle bir akıntı görmediğini ve geldiklerinde de şimdiye kadar hiç görmediğimiz kadar olacaklarını söylüyor. Dediğine göre muhakkak geleceklermiş.”
“Bana da söyledi.”
“Şansını bir ay daha denemek istersen, Kaptan, tekneyi günlük sekiz dolar yaparım ve yemek de pişiririm, böylece paramızı boşu boşuna sandviçe harcamamız gerekmez. Öğle vakti koya gireriz ve ben de yemek pişiririm. O toriklerden hep bulabiliriz. Ufak orkinoslar kadar iyiler. Carlos yemlik balık tutmaya gittiğinde bize pazardan ucuz bir şeyler alabilir. Akşam yemeklerini de San Fransisco’nun İncisi lokantasında yeriz. Geçen gece orada otuz beş sente gayet güzel yemek yedim.”
“Ben geçen gece yemek yemedim ve böylece paramı tasarruf etmiş oldum.”
“Yemen gerek, Kaptan. Belki o yüzden bugün biraz yorgun düştün.”
“Biliyorum. Peki, sen de şansını bir ay daha denemek istiyor musun?”
“Tekne karaya çekmeye gerek kalmadan bir ay daha dayanır. Eğer büyükler geliyorsa, neden bırakıp gidelim ki?”
“Yapmak istediğin başka bir şey yok mu?”
“Hayır. Senin var mı?”
“Ne dersin, gerçekten de gelirler mi?”
“Carlos illaki gelirler diyor.”
“Peki, diyelim ki bir tane yakaladık ve elimizdeki oltalarla işin altından kalkamadık.”
“Kalkmak zorundayız. Eğer iyi beslenirsen senin de onunla uğraşabilecek halin olur. Ve biz de iyi besleneceğiz. Ama benim düşündüğüm başka bir şey daha var.”
“Nedir?”
“Eğer erken yatarsan ve akşamları sosyal hayatına çeki düzen verirsen, sabah güneş doğarken kalkıp yazmaya başlayabilirsin. Böylece bir günlük işi saat sekize kadar bitirmiş olursun. Carlos’la ben her şeyi halleder, yola çıkmaya hazır oluruz, sana da bir tek tekneye binmek kalır.”
“Tamam,” dedim. “Akşam sosyal hayat yok.”
“Bu sosyal hayat seni yıpratıyor, Kaptan. Ama hiç yapma da demiyorum. Yalnızca Cumartesi akşamlarıyla sınırlı kal.”
“Olur,” dedim. “Yalnızca Cumartesi akşamları sosyal hayat var. Peki, ne yazacağım ben, önerin var mı?”
“Bu sana kalmış, Kaptan. Ben bu işe karışmak istemiyorum. Çalıştığın zaman hep iyi şeyler çıkarırsın sen.”
“Ne okumak isterdin?”
“Neden Avrupa ya da Uzak Batı ya da işte serserilik yaptığın günler ya da savaşla ilgili, ne bileyim bu tür bir şeyler hakkında güzel, kısa öyküler yazmıyorsun? Neden yalnızca senin ve benim bildiğimiz şeylerle ilgili yazmıyorsun? Anita’nın başından geçenler hakkında yaz bir tane. Herkese hitap etsin diye akşamları nasıl takıldığına dair bolca malzeme de ekleyebilirsin.”
“Sosyal hayatı bırakıyorum artık.”
“Eminim, Kaptan. Ama hatırladığın çok şey vardır. Sosyal hayatı bırakmanın sana zararı olmaz.”
“Olmaz,” dedim. “Çok teşekkürler, Bay Josie. Yarın sabah çalışmaya başlıyorum.”
“Ne dersin, bu yeni sisteme geçmeden önce bu akşam şöyle az pişmiş bir biftek yesen ve sabah kalktığında güçlü olsan, çalışmak istesen, balık tutacak kadar da zinde olsan. Carlos diyor ki, büyük balıklar artık her an gelebilirlermiş. Kaptan, onlar için formunda olman gerek.”
“Bundan bir tane daha içsem, bana zararı olur mu?”
“Asla, Kaptan. İçinde yalnızca rom ile biraz misket limonu suyu ve kiraz likörü var. Bu adama hiçbir şey yapmaz.”
Tam o sırada bara tanıdığımız iki kız geldi. Hoş kızlardı ve akşam için giyinip süslenmişlerdi.
“Balıkçılar,” dedi kızların biri İspanyolca.
“Denizden yeni gelmiş iki koca, güçlü balıkçı,” dedi diğer kız.
“S.H.Y.,” dedi bana Bay Josie.
“Sosyal hayat yok,” diye tasdik ettim.
“Gizli saklı bir şeyler mi var?” diye sordu kızlardan biri. Çok hoş bir kızdı ve profilden baktığınızda eski bir erkek arkadaşının sağ eliyle oldukça harika burun çizgisinin saflığına gölge düşürdüğü hafif kusuru göremiyordunuz.
“Kaptanla ben iş konuşuyoruz,” dedi Bay Josie kızlara ve barın en uzak köşesine gitti. “Gördünüz mü, ne kadar kolaymış,” dedi Bay Josie. “Ben şu sosyal hayat işini hallederim ve senin de tek yapman gereken sabah erken kalkmak, yazmak ve balık tutmak için formda olmak. Büyük balık tutmak için. Beş yüz kiloyu geçenlerden.”
“Neden değiş tokuş yapmıyoruz,” dedim. “Ben sosyal hayat işiyle ilgilensem ve sen de sabah erken kalksan, yazsan ve beş yüz kiloyu geçen büyük balıkları yakalayabilecek kadar form tutsan.”
“Çok isterdim, Kaptan,” dedi Bay Josie ciddi ciddi. “Ama içimizde yazabilen tek kişi sensin. Üstelik sen daha gençsin ve balıkla uğraşmaya daha yatkınsın. Ben anca teknem için hesabıma göre motorun amortismanına yetecek kadar bir para alır ve teknemi de bildiğim gibi kullanırım.”
“Biliyorum,” dedim. “Ben de iyi yazmaya gayret ediyorum.”
“Seninle gururlanmaya devam etmek istiyorum,” dedi Bay Josie. “Ve okyanusta şimdiye kadar yüzmüş olan en büyük lanet olasıca kılıçbalığını tutmamızı, onu hile katmadan tartmayı, parçalayıp tanıdığımız yoksul insanlara dağıtmayı ve memleketteki hiçbir eli sopalı polise ufak bir parça bile vermemeyi istiyorum.”
“Yapacağız.”
Tam o sırada kızlardan biri barın öteki ucundan bize el salladı. Durgun bir geceydi ve mekanda bizden başka kimse yoktu.
“S.H.Y.,” dedi Bay Josie.
“S.H.Y.,” diye tekrarladım.
“Constante,” dedi Bay Josie. “Ernesto hemen bir garson istiyor. İkimize de büyük birer az pişmiş biftek sipariş edeceğiz.”
Constante gülümsedi ve parmağını kaldırıp bir garson çağırdı.
Yemek salonuna gitmek için kızların yanından geçerken, içlerinden birisi elini uzattı ve ben de elini sıkıp büyük bir ciddiyetle, “S.H.Y.” dedim İspanyolca.
“Tanrım,” dedi diğer kız. “Siyaset konuşuyorlarmış, hem de böyle bir senede.” Hem etkilenmişler, hem de biraz korkmuşlardı.
Sabah, koyun karşısından doğan güneşin ışıkları beni uyandırdı ve ben de kalkıp Bay Josie’nin seveceğini umduğum bir kısa hikaye yazmaya başladım. İçinde Anita vardı, rıhtım vardı, başımızdan geçtiğini bildiğimiz şeyler vardı ve ben de deniz hissini ve her gün gördüğümüz, kokladığımız, işittiğimiz, hissettiğimiz şeyleri içine katmaya çalıştım. Her sabah kalkıp hikaye üzerine çalıştım, her gün balığa çıktık ve iyi balık tuttuk. Çok çabaladım, sandalyede oturacağıma her balıkla ayakta mücadele ettim. Yine de büyük balıklar ortalıkta yoktu.
Bir gün bir tanesinin ticari bir balıkçı teknesinin filikasını çeke çeke götürdüğünü gördük; filikanın burnu sulara girip çıkıyor, kılıçbalığı da her sıçrayışında bir sürat teknesi gibi sular sıçratıyordu. En sonunda balık oltayı koparıp kaçtı. Bir başka gün, yağmurlu ve sert rüzgarlı bir havada dört kişinin açık ve derin ve koyu mor bir tanesini kayığa çekmeye çalıştıklarını gördük. Bu kılıçbalığı rahat iki yüz kilonun üzerindeydi; daha sonra eski pazaryerindeki mermer tezgahta ondan kesilen devasa dilimleri görmüştüm.
Derken, güneşli bir havada, akıntı çok şiddetliyken, suyun, limanın ağzında on kulaç derinlikteki balık sürülerinin sanki hemen yakınınızdaymış gibi rahatça görülebildiği kadar berrak olduğu bir gün Morro’nun biraz açığında ilk büyük balığımıza rastladık. O günlerde teknelerde henüz dış dikmeler, kamış ayakları falan yoktu; ben de o gün boğazda bir kral uskumru yakalarım umuduyla hafif bir olta takımı salmıştım ki, bu balık oltaya vurdu. Kaynaşan suların arasından birden dışarı fırladı. Kılıcı testereyle doğranmış bir bilardo istekasına benziyordu. Kılıcın ardından ortaya çıkan kafası kocamandı ve gövdesi de bir filika büyüklüğündeydi. Hızla yanımızdan geçti, olta ipi tekneye paraleldi ve makara öyle bir hızla boşalıyordu ki, dokunulamayacak kadar kızmıştı. Makarada dört yüz yarda uzunluğunda on beşlik misina vardı ve ben Anita’nın pruvasına geldiğimde yarısı bitmişti bile.
Oraya kamaranın tepesine taktığımız tutamakların yardımıyla ulaşmıştım. Bu hareketi daha önce çalışmıştık; ön güverteye doğru tutuna tutuna gidecek ve ayaklarımı baş bodoslamaya dayayarak kendimi destekleyecektim. Ama bunu sanki siz istasyonda beklerken yanınızdan geçen bir ekspres tren hızındaki bir balıkla hiç denememiştik. Balık bizi çekerek sürüklerken bir elimle dayama aparatını zorlayıp duran oltayı tutuyor, diğer elimle ve çıplak ayaklarımla da güverteye tutunmaya çalışıyordum.
“Kancayla bağla şunu, Josie!” diye bağırdım. “Tüm misinayı bitiriyor.”
“Bağlandı, Kaptan. Bak, işte orada.”
O sırada bir ayağımı Anita’nın baş bodoslamasına diğer bacağımı da sancak demirine dayamıştım. Carlos beni belimden tutuyordu ve balık da önümüzde sıçrayarak gidiyordu. Parlak güneşte gümüş gibi parlıyordu ve her iki yanındaki geniş mor çizgileri de görebiliyordum. Her sıçrayışında kayalıklardan düşen bir at gibi su sıçratıyor ve sıçrıyor, sıçrıyordu. Makara tutulamayacak kadar sıcaktı ve Anita’nın balığı son hızla kovalamasına rağmen üzerindeki misina giderek azalıyordu.
“Tekneyi biraz daha zorlayabilir misin?” diye bağırdım Bay Josie’ye.
“Dünyada olmaz,” dedi. “Ne kadar misina kaldı?”
“Kahretsin, çok az.”
“Çok büyük,” dedi Carlos. “Bu şimdiye kadar gördüğüm en büyük kılıçbalığı. Keşke biraz dursa. Keşke dibe dalsa. O zaman ona yetişip oltayı toplardık.”
Balık ilk seferinde Morro Kalesinin biraz açığından karşıdaki Ulusal Otele kadar gitti. Biz de neredeyse aynı yolu yaptık. Sonra makarada yirmi yardadan az misina kalmışken, durdu ve biz de üzerine doğru gittik, bir yandan da misinayı geri sarıyorduk. Önümüzde Grace Line şirketine ait bir gemi olduğunu hatırlıyorum, siyah kılavuz teknesi de gemiye doğru gitmek için açılmıştı. Limana girerken rotasının üzerinde kalırız diye endişelenmiştim. Bir yandan oltayı sararken bir yandan gemiye bakıyordum, sonra arkaya teknenin kıç tarafına gittim ve geminin hızlanmaya başladığını gördüm. Oldukça açığımızdan geçecekti ve kılavuz tekne de bizi rahatsız etmeyecekti.
Artık sandalyeye geçmiştim ve balık da bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyordu; makaradaki ipin üçte birini de geri sarmıştık. Carlos makarayı soğutmak için üzerine deniz suyu döktü, benim de kafamdan aşağı bir kova su boşalttı.
“Nasılsın, Kaptan?” diye sordu Bay Josie.
“İyiyim.”
“Pruvada bir tarafına bir şeyler oldu mu?”
“Yok.”
“Hiç böyle bir balık olacağını düşünmüş müydün?”
“Hayır.”
“Grande. Grande,” deyip duruyordu Carlos. Av köpeği gibi titriyordu, iyi bir av köpeği gibi. “Ben hiç böyle bir balık görmedim. Asla. Asla. Asla.”
Bir saat yirmi dakika boyunca onu bir daha görmedik. Akıntı çok güçlüydü ve bizi aşağıya Cojimar’ın karşısına doğru sürüklemişti. Balığın ilk daldığı yerden on kilometre kadar uzaktaydık. Yorulmuştum, ama ellerim ve ayaklarım iyi durumdaydı ve yavaş yavaş oltayı sarmaya devam ediyor, sertçe asılmamaya ve fazla sarsmamaya dikkat ediyordum. Artık onu da çekebiliyordum. Bu hiç de kolay değildi. Ama misinayı koparacak kadar asılmazsan bunu başarabilirdin.
“Yukarı çıkmaya başladı,” dedi Carlos. “Bazen büyükler böyle yapar ve sen de onlar fark etmeden zıpkınlayabilirsin.”
“Neden yukarı çıkıyor,” diye sordum.
“Kafası karıştı,” dedi Carlos. “Onu artık sen yönetiyorsun. Neler olup bittiğini anlayamıyor.”
“Aman dikkat edelim de anlamasın,” dedim.
“Rahat beş yüz kilo çeker,” dedi Carlos.
“Boş boş konuşup durma,” dedi Bay Josie. “Ona yapmak istediğin başka bir şey var mı, Kaptan?”
“Yok.”
Onu gördüğümüzde gerçekten ne kadar büyük olduğunu anlamıştık. Korkunç denemezdi. Ama müthişti. Onu suyun içinde gördüğümüzde yavaş ve sakindi, neredeyse hiç hareket etmiyordu; göğüs yüzgeçleri iki uzun mor tırpan gibi dışarı uzuyordu. Sonra tekneyi fark etti ve yeniden makaraya asıldı, sanki bir otomobil tarafından çekiliyor gibiydik. Kuzeydoğuya doğru sıçrayarak gidiyor, her sıçrayışında etrafa sular saçıyordu.
Yeniden pruvaya geçtim ve tekrar dibe dalana kadar peşinden gittik. Bu sefer tam Morro’nun karşısında aşağı dalmıştı. Ben de tekrar kıç tarafına geçtim.
“Bir içki ister misin, Kaptan?” diye sordu Bay Josie.
“Hayır,” dedim. “Carlos’a söyle de makarayı biraz yağlasın ama yağı yerlere döküp saçmasın. Bir de üzerime biraz daha tuzlu su döksün.”
“Gerçekten de sana bir şey vermemi istemez misin, Kaptan?”
“İki el ve yeni bir sırt iyi olurdu,” dedim. “Bu orospu çocuğu başlangıçta olduğu kadar dinç hala.”
Onu ancak bir buçuk saat sonra tekrardan görebildik, o sırada Cojimar’ı bayağı geçmiştik; balık havaya sıçramış ve yine hızla yola koyulmuştu. Ben de onu takip ederek yeniden pruvaya geçtim.
Yeniden kıç tarafa geçip yerime oturduğumda Bay Josie, “O nasıl, Kaptan?” dedi.
“Hep olduğu gibi. Ama öfkesini oltadan çıkarıyor.”
Olta kamışı iyice gerilmiş bir yay gibi eğilmişti. Ama artık asılıp bıraktığımda yeniden düzelmiyordu.
“Tekne hala idare ediyor,” dedi Bay Josie. “O balıkla sonsuza kadar uğraşamazsın, Kaptan. Kafandan aşağı biraz daha su ister misin?”
“Henüz değil,” dedim. “Kamıştan endişeleniyorum. Bu ağırlığı kaldırabilecek mi, bilemiyorum.”
Bir saat sonra balık iyice sakinleşmişti ve yavaşça büyük daireler çiziyordu.
“Yoruldu,” dedi Carlos. “Şimdi onu rahatça çekebiliriz. Sıçramak hava keselerini şişirdi ve artık dibe dalamıyor.”
“Kamış gitti,” dedim. “Artık hiç düzelmiyor.”
Doğruydu. Kamışın ucu suya değiyordu ve balığı çekmek ve misinayı sarmak için asıldığında kamış tepki vermiyordu. O artık bir kamış değildi. Misinanın devamı gibiydi. Her asılışta birkaç santim daha misina sarmak mümkündü. Ama hepsi bu kadardı.
Balık yavaş daireler çizerek hareket ediyor ve dairenin yarısında uzaklaşıyor ve makaradan misinayı çekiyordu. Sonra dairenin diğer yarısında yaklaşıyordu ve o sırada misinayı geri sarıyordunuz. Ama kamış artık gerilmediğinden balığı zorlayamıyor ve ona söz geçiremiyordunuz.
“Durum kötü, Kaptan,” dedim Bay Josie’ye. İkimiz de birbirimize Kaptan derdik. “Eğer şimdi ölmek için aşağı inmeye karar verdiyse, onu asla geri çıkaramayız.”
“Carlos yukarı çıkacağını söylüyor. Dediğine göre o kadar çok hava çekmiş ki, artık dibe dalıp ölemiyormuş. Büyük balıklar çok zıpladıktan sonra hep böyle yaparmış. Onun otuz altı defa zıpladığını saydım ve belki de bir kısmını kaçırmışımdır.”
Bu Bay Josie’nin şimdiye kadar duyduğum en uzun konuşmalarından biriydi ve beni hayran bırakmıştı. Derken büyük balık tekrar derine ve daha derine dalmaya başladı. İki elimle makaranın silindirine bastırıyordum ve misinayı neredeyse kopacak kadar gergin tutuyordum; makaranın silindirinin parmaklarımın altında yavaş yavaş sarsılarak döndüğünü hissedebiliyordum.
“Saat kaç oldu?” diye sordum Bay Josie’ye.
“Üç saat elli dakikadır uğraşıyorsun onunla.”
“Onun dibe dalıp ölmeyeceğini söylemiştin sanırım,” dedim Carlos’a.
“Hemingway, o yukarı çıkmak zorunda. Yukarı çıkacağına eminim.”
“Bunu ona söyle,” dedim.
“Ona biraz su getir, Carlos,” dedi Bay Josie. “Sen konuşma, Kaptan.”
Buzlu su iyi geldi ve ağzımdaki suyu bileklerime de püskürttüm. Carlos’tan bardakta kalan suyu sırtımdan aşağı dökmesini istedim. Kayışların geçtiği yerlerde omuzlarımın derisi soyulmuş ve terimin tuzu buraları yakmaya başlamıştı. Hava o kadar sıcaktı ki, derisi soyulan yerlerden akan kanın sıcaklığı hissedilmiyordu bile. Aylardan Temmuzdu ve güneş tam tepedeydi.
“Kafasına süngerle biraz deniz suyu sık,” dedi Bay Josie.
Tam o sırada balık misinayı çekmeyi bıraktı. Bir süre hareketsiz kaldı, sanki beton bir iskeleye bağlanmış gibi sabit duruyorduk. Sonra yavaşça yukarı çıkmaya başladı. Misinayı geri sarıyordum, ama bunu yalnızca bilek gücüyle yapıyordum, çünkü kamışta hiç esneklik kalmamıştı, bir salkımsöğüt dalı kadar gevşekti.
Yüzeyin bir kulaç kadar altına geldiğinde, onun iki yanında büyük kanatları olan mor çizgili uzun bir kanoya benzediğini gördük; tam bu sırada yavaş yavaş daireler çizmeye başladı. Daireleri küçültmek için oltayı olabildiğince gergin tutuyordum. Misinayı kopma noktasına yaklaşacak kadar gergin tutuyordum ki, kamış kendini bırakıverdi. Sertçe ya da aniden kırılmadı. Çöktü, öylece yığılıp kalıverdi.
“Büyük takımdan otuz kulaç misina kes,” dedim Carlos’a. “Onu daireler çizer halde tutacağım ve yukarı doğru geldiğinde bunu kalın misinaya bağlamaya yetecek kadar misinamız olur, böylece ben de oltayı değiştiririm.”
Artık dünya rekoru ya da başka ne rekorsa, onu kıracak bir balık yakalamak imkanı kalmamıştı, çünkü olta kamışı kırılmıştı. Yine de balık yıpranmıştı, mağlup olmak üzereydi ve biz de onu ancak ağır olta takımıyla çekebilirdik. Tek sorun büyük kamışın on beşlik misina için fazla sert olmasıydı. Bu benim sorunumdu ve bunun üstesinden gelmem gerekiyordu.
Carlos büyük Hardy makara üzerindeki otuz altılık beyaz misinayı boşalttı, kamışın halkalarından çıkarırken kollarını açarak ölçtü ve güverteye bıraktı. Artık işe yaramaz haldeki oltayla balığı kaçırmamaya çalışıyordum ve bir yandan da Carlos’un beyaz misinayı kesmesini ve uzunca bir parçayı halkaların arasından geçirmesini izledim.
“Tamam, Kaptan,” dedim Bay Josie’ye. “Şimdi balık daireler çizerken sen bu misinayı tut ve Carlos’un iki misinayı birbirine bağlamasına yetecek kadar yukarı çek. Yavaş ve sakin çekmen yeterli.”
“Oltaları bağladı,” dedi Bay Josie. Elinde hala bir kulaç kadar fazladan yeşil on beşlik misina vardı ve balık çizdiği dairenin iç sınırına geldiğinde canlı misinayı parmaklarının arasında tutuyordu. Küçük kamışı elimden bıraktım, yere koydum ve sonra Carlos’un bana uzattığı büyük kamışı aldım.
“Hazır olduğunda kes,” dedim Carlos’a. Bay Josie’ye de, “yavaş ve sakince gevşet, Kaptan, ben de onu hissedene kadar yavaş yavaş çekeceğim,” dedim.
Carlos kestiğinde yeşil misinaya ve büyük balığa bakıyordum. O anda aklı başında hiçbir insandan çıkmayacak kadar korkunç bir çığlık duydum. Sanki tüm çaresizliği damıtıp bir çığlık haline getirmişlerdi. Sonra yeşil misinanın yavaşça Bay Josie’nin parmakları arasından kaydığını ve aşağı doğru gidip gözden kaybolduğunu gördüm. Carlos yaptığı düğümün yanlış tarafını kesmişti. Balık görünmez oldu.
“Kaptan,” dedi Bay Josie. Pek iyi görünmüyordu. Sonra saatine baktı. “Dört saat yirmi dakika,” dedi.
Carlos’a bakmaya gittim. Baş tarafta kusuyordu, ben de ona kendini kötü hissetmemesini, bunun herkesin başına gelebileceğini söyledim. Esmer yüzü allak bullaktı ve öyle kısık bir sesle konuşuyordu ki, onu zorlukla işitebiliyordum.
“Bütün hayatım boyunca balık tuttum ve hiç bu kadar büyük bir balık görmemiştim ve ben de yapa yapa bunu yaptım. Senin hayatını da kendiminkini de mahvettim.”
“Kahretsin,” dedim. “Böyle saçmalıklar duymak istemiyorum. Bir sürü balık daha tutacağız, hem de daha büyüklerini.” Ama bunu hiç beceremedik.
Bay Josie’yle birlikte teknenin kıçına geçtik ve Anita’yı akıntıya bıraktık. Körfezde güzel bir gündü, hafif bir esinti vardı ve arkasında alçak dağların yükseldiği kıyıyı seyrediyorduk. Bay Josie omuzlarıma, makaranın ellerimi sıkıştırdığı yerlere ve ayaklarımın soyulan tabanlarına merkürokrom sürdü. Sonra iki whiskey sour hazırladı.
“Carlos nasıl?” diye sordum.
“İyice dağılmış durumda. Aşağıda çömelmiş duruyor.”
“Kendini suçlamamasını söyledim.”
“Elbette. Ama o kendini suçluyor.”
“Ee, büyük balıklar hoşuna gitti mi, bakalım?” diye sordum.
“Hep bunu yapmak isterdim,” dedi Bay Josie.
“Tekneyi iyi kullandım mı, Kaptan?”
“Elbette.”
“Hayır, hayır. Doğruyu söyle.”
“Teknenin bugünlük kira süresi doldu galiba. Artık ancak bedavaya devam ederim, eğer sen de istersen.”
“Hayır.”
“Böyle olmasını tercih ederim. Ulusal Otele doğru nasıl gittiğini hatırlıyor musun, dünyada hiç bir şey öyle gidemezdi, değil mi?”
“Onun hakkında her şeyi çok iyi hatırlıyorum.”
“Yazıların nasıl gidiyor, Kaptan? Sabah erkenden kalkıp yazmak zor oluyor mu?”
“Yapabildiğim kadar iyi yazmaya çalışıyorum.”
“Devam et, her şey herkes için iyi olur.”
“Belki yarın sabah ara veririm.”
“Neden?”
“Sırtım pek iyi değil.”
“Kafan yerinde değil mi? Sırtınla yazmıyorsun ki.”
“Ellerim de çok ağrıyacak.”
“Hadi canım, herhalde kalemi tutabilirsin. Yarın sabah olsun da, belki yine canın ister.”
Tuhaf ama öyle yaptım ve sabah gayet iyi çalıştım; sonra da saat sekizde limandan çıktık ve yine hafif esintili ve akıntının Morro Kalesinin yakınlarından geçtiği, tıpkı bir önceki gibi harika bir gündü. O gün açık sulara çıktığımızda hafif olta bırakmadık. Bunu daha önce sık sık yapmıştık. Elimizdeki büyük oltaya yem olarak iki kiloya yakın bir pintado uskumrusu takıp suya saldım. Olta gerçekten de büyüktü, kalın Hardy kamışı vardı ve makarasında beyaz otuz altılık misina sarılıydı. Carlos bir gün önce çıkardığı otuz kulaç uzunluğunda misinayı yeniden bağlamıştı ve beş inçlik makara ağzına kadar sarılıydı. Tek sorun kamışın çok sert olmasıydı. Büyük balık avında çok sert kamış balıkçıyı, ama uygun esneklikte kamış balığı öldürür.
Carlos yalnızca kendisine bir şey söylediğinde konuşuyordu ve hala üzgündü. Benimse üzülecek halim yoktu, çünkü her tarafım ağrıyordu ve Bay Josie’ye gelince o da pek üzülecek tipte biri değildi.
“Bütün sabah lanet olasıca kafasını iki yana sallayıp durmaktan başka bir şey yapmadı,” dedi. “Böyle giderse balık malık tutamaz bu herif.”
“Peki, sen kendini nasıl hissediyorsun, Kaptan?” diye sordum.
“Ben iyiyim,” dedi Bay Josie. “Akşam şehrin yukarısına çıktım ve meydandaki kızlar orkestrasını dinledim ve birkaç bira içtim ve sonra da Donovan’ın yerine uğradım. Felaket şamata vardı.”
“Ne tür şamata?”
“İyi şamata değil. Kötü şamata, Kaptan. İyi ki sen yoktun.”
“Anlatsana,” dedim. Kamışı iyice yana uzatmıştım ve o kadar yüksek tutuyordum ki, koca uskumru dümen suyunun kenarında sekip duruyordu. Carlos Anita’yı Cabañas Kalesinin önünden geçen akıntının kenarını takip edecek biçimde döndürmüştü. Oltadaki yüzdürücünün beyaz silindiri dümen suyunda hoplayıp zıplıyordu ve Bay Josie de koltuğuna oturmuş ve kıçta kendi tarafından başka bir büyük uskumruyu suya salmıştı.
“Donovan’da gizli poliste yüzbaşı olduğunu iddia eden biri vardı. Yüzümden hoşlandığını ve orada bulunanlardan birini benim için hediye olarak öldüreceğini söyledi. Onu sakinleştirmeye çalıştım. Ama o benden hoşlandığını ve bunu kanıtlamak için birisini öldürmek istediğini söyledi. Şu özel Machado polislerinden birisiydi. Hani şu sopa atan polislerden.”
“Onları tanıyorum.”
“Sanırım tanıyorsundur, Kaptan. Neyse, iyi ki orada değildin.”
“Ne yaptı?”
“Benden ne kadar hoşlandığını göstermek için birisini öldürmek istediğini söyleyip durdu ve ben de buna gerek olmadığını, en iyisinin içkisini içip bunu unutması olduğunu söyledim durdum. Arada biraz sakinleşiyor, sonra yine coşup birisini öldürmek istiyordu.”
“İyi bir herif olmalı.”
“Kaptan, o adam beş para etmezdi. Dikkatini başka tarafa çekeyim diye ona büyük balıktan bahsettim. Ama o, “Balığına sıçayım. Senin balığın falan yok. Tamam mı?” dedi. Ben de, “Tamam, balığa sıçayım. Şimdi bunda anlaşalım ve sen de ben de evimize gidelim,” dedim. “Cehennemin dibine git!” dedi. “Ben sana hediye olsun diye birini öldüreceğim ve balığına sıçayım. Balık malık yok. Bunu anladın mı?” Ben de bunun üzerine ona iyi geceler dedim ve Donovan’a paramı verdim, Kaptan. Polis parayı alıp yere attı ve üzerine bastı. “Ne cehenneme gidiyorsun sen?” dedi. “Sen benim dostumsun ve burada kalacaksın.” Ben de hem ona hem Donovan’a iyi geceler diledim. ‘Donovan, üzgünüm paran yerde,’ dedim. O polisin ne yapacağını bilmiyordum ve hiç kafama da takmadım. Eve gidecektim. Ben adımımı atar atmaz bu polis silahına sarıldı ve orada birasını içen ve bütün gece ağzını hiç açmamış olan zavallı bir Gallego’ya** tabancasıyla sağlam bir darbe indirdi. Kimse polise bir şey yapmadı. Ben de. Utanıyorum, Kaptan.”
“Fazla sürmez,” dedim.
“Biliyorum. Çünkü öyledir. Ama işim en sevmediğim yanı polisin bana yüzümden hoşlandığını söylemesiydi. Benim ne kahrolası bir yüzüm var ki, Kaptan, bir polis gelip ondan çok hoşlandığını söylüyor?”
Ben de Bay Josie’nin yüzünü çok beğenirdim. Hatta neredeyse tanıdığım herkesin yüzünden daha çok beğenirdim. Bunu takdir etmem uzun zaman almıştı, çünkü bu yüz hızlı ya da kolay başarı kazanan birinin yüzü değildi. Bu yüz denize çıka çıka, barın müşteri tarafında otura otura, kumarbazlarla kağıt oynaya oynaya ve soğukkanlı ve keskin bir zekayla planlanan ve yapılan çok tehlikeli işlerin altından kalka kalka biçimlenmişti. Bu yüzün gözler dışında güzel bir yanı yoktu. O gözler en parlak ve en bulutsuz gündeki Akdeniz’in mavisinden daha açık ve daha farklı bir maviydi. Gözleri muhteşemdi ve yüzü de kesinlikle hiç güzel değildi ve şimdi de buruşuk hayvan derisine benziyordu.
“Çok güzel bir yüzün var, Kaptan,” dedim. “Belki de o orospu çocuğunun en iyi yanı bunu görmüş olmasıydı.”
“Pekala, bu iş bitene kadar meyhanelerden uzak duracağım,” dedi Bay Josie. “Orada meydanda oturup kızlar orkestrasını ve şarkı söyleyen o kızı dinlemek çok hoştu, harikaydı. Peki, sen kendini nasıl hissediyorsun, Kaptan?”
“Oldukça berbat hissediyorum,” dedim.
“Karnına bir şey olmadı değil mi? Sen pruvadayken hep çok endişeleniyorum.”
“Hayır,” dedim. “Sırtım berbat halde.”
“Eller ve ayaklar fazla sorun çıkarmaz, kayışı da iyice sardım,” dedi Bay Josie. “Artık o kadar sürtünmez. Gerçekten de iyi çalışabildin mi, Kaptan?”
“Elbette,” dedim. “Alışana kadar cehennem azabı çekersin, bir kere alıştın mı da bir daha kendini kurtaramazsın.”
“Alışkanlığın kötü bir şey olduğunu bilirim,” dedi Bay Josie. “Ve sanırım çalışmak başka her tür alışkanlıktan daha çok insanın ölümüne yol açıyor. Ama seninki farklı, sen bir kere dalınca başka hiçbir şeye kafanı takmazsın.”
Kıyıya baktım; bir kireç ocağının açıklarındaydık, kumsala yakındık, su çok derindi ve körfez akıntısı kıyıya kadar geliyordu. Kireç ocağından hafif bir duman yükseliyordu ve kıyıdaki taşlı yol boyunca giden bir kamyonun çıkardığı tozları görebiliyordum. Birkaç kuş bir yem parçasını didikliyordu. O sırada Carlos’un, “Kılıçbalığı! Kılıçbalığı!” diye bağırdığını duydum.
Hepimiz onu aynı anda gördük. Suda kapkaranlık görünüyordu ve ona bakarken kılıç biçimli burnunun koca uskumrunun peşinden sudan çıktığını gördüm. Çok çirkin bir burundu, yuvarlak, kalın ve kısaydı ve bu burnun ardındaki balık suyun içinde kocaman görünüyordu.
“Bırak yemi kapsın!” diye bağırdı Carlos. “Yem ağzının içinde.”
Bay Josie kendi oltasını sardı ve ben de oltanın gerilerek kılıçbalığının uskumruyu gerçekten de kaptığını belli etmesini bekledim.♦
Not: The New Yorker Dergisi 8 & 15 Haziran 2020 sayısında yayımlanmıştır. Hikâyenin orijinal adı “Pursuit as Happiness”dir.
Çeviri: Çağatay Ünaltay
(*) Hikayenin orijinalinde “marlin” olarak geçiyor. Kılıçbalığına çok benzeyen bu Atlantik balığının dilimizde yerleşik bir adı yok. “Yaşlı Adam ve Deniz” öyküsünde de kılıçbalığı olarak çevrilmişti. Bu yüzden biz de kılıçbalığı olarak çevirmeyi tercih ettik.
(**) Güney Amerika’da İspanyol kökenli kişiler için kullanılan sözcük.