Belgin Hancıoğlu hayatımıza kattığı romanıyla biz insanların umudunu tazelemeye çalışıyor. Küçük şeylerden mutlu olunabileceği gibi her zaman bir değişimin mümkün olduğunu da dile getirerek hikâyesini zenginleştiriyor. Kendisiyle tatlı, kısa bir röportaj gerçekleştirdik. Okumanız dileğiyle… Röportajı hazırlayan arkadaşımız Dilara’ya da çok teşekkür ederiz…
Hayat Mazeret Sevmez romanının hayatınızdaki birçok parçayı içeren bir eser olduğunu düşünüyorum. Okuyuculara yaşadıklarınızı, duygularınızı açmak cesaret isteyen bir durum değil mi?
Hayat Mazeret Sevmez’in bir otobiyografi olup olmadığı, okurlarım tarafından da bana sıkça sorulan bir soru. Anlattıklarım her ne kadar kurgu olsa da elbette hayatımdan kesitler içeriyor. Zaten bir insanı kendisinden daha iyi kim anlatabilir ki?
Yazmak bir disiplin ve ilham işi olduğu kadar aynı zamanda da cesaret istiyor. En mahremimi; yani duygularımı ve düşüncelerimi hiç tanımadığım insanlarla paylaşmak, kendi adıma oldukça cesur bir adımdı. Normalde çok rahat biri değilimdir; hatta ketum bile sayılabilirim ama yazarken kendimi çok özgür hissediyorum. Kendimi anlatmak bir nevi içimi dökmek anlamına geliyor benim için. Cesaretimin sebebi biraz da bu.
“Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır,” demiş Marquéz. Ben de yazarken olmak istediğim kişi oluyorum, hayata dair özlemlerime kavuşuyorum ve bunu yaparken de hem özgürleşiyorum hem de çok büyük keyif alıyorum. Tıpkı yazdıklarımda kendilerinden bir parça bulan okuyucularım gibi.
Yazmak da okumak da birer terapi. Hayal kurmak da zihnin olumlu özelliklerinden biri. Sanırım bu yüzden bu kadar keyifli.
Gülse ve diğer karakterlerin hayatında yaşadığı birçok yas var ve bu durumla birlikte karakter gelişimi gözleniyor. Yas, sizce başa çıkılması gereken ya da tanımı olan bir olgu mudur?
Yaşam ve ölüm birbiriyle iç içe geçmiş olgular; biri var olmadan diğeri de var olamıyor. Ancak hal böyleyken, yani ölümlü olduğumuz gerçeğiyle başa çıkarak hayatımızı sürdürmek durumunda olan canlılar olarak, her yas süreci kendi içerisinde değişen, farklı deneyimlere gebe çok özel bir süreç hâlâ.
Gülse’yi ele alalım; sevdiklerinin kaybıyla ilk kez çocuk yaşta, annesinin ölümüyle yüzleşiyor. Belki de kayıpların en derini kabul edilebilecek bu ölümle birlikte Gülse kendi içsel gerçeklerini fark etmeye başlıyor ve kabullenişin ardından gelen çökkünlük dönemini bu sayede atlatabiliyor.
İkinci kaybında; yani genç yaşta kaybettiği eşinin ardından yaşadığı süreç aslında ilkinin bir devamı olarak karşımıza çıkıyor. Dünyaya geliş amacının mutluluk olmadığını kabul ettiğinde ve kendi içine döndüğünde bu süreçleri daha az hasarsız atlatmayı da öğreniyor Gülse. Reddetmiyor, yalnızca başına geleni kabulleniyor.
Kaçımız derinlemesine düşündüğümüzde dünyada işlerin yolunda gittiğini söyleyebiliriz ki?
Bir diğer dikkatimi çeken konu ise romanınızda nesil farklılıkları arasındaki çatışma Gülse ve çocukları üzerinden gösteriliyor. Bu durumu hayatınızda ne zaman güçlü bir şekilde fark edip buna dikkat çekmek istediniz?
Kendimi değişime açık biri olarak tanımlarım ve empati yeteneğimin güçlü olduğunu düşünürüm. Belki de bu iki özelliğim, çocuklarımın ergenlik döneminde işlerimi çok kolaylaştırdı ve ilişkilerimizi bir şekilde dengede tutmayı başarabildik. Tabi bu hiç sorun yaşamadığımız anlamına gelmesin. Eve dönüş saatleri, nasıl arkadaşlıklar kurdukları, duygusal ilişkiler… Her ne kadar bağlarımız kuvvetli olsa da, birbirimizi anlamaya ve dinlemeye yönelik bir iletişim geliştirsek de az önce saydığım konular özelinde biraz titizlendiğim ve kaygılandığım doğru. Ne yaparsam yapayım önüne geçemediğim bir evham içindeydim ve bu durum beni çok yoruyordu. Dünya her geçen gün daha da tehlikeli bir yer haline geliyor, bu da haliyle çocuklarımla olan ilişkime yansıyor.
Bu kuşak çatışması birçoğumuzun sandığı gibi “çağımızın hastalığı” değil. Hatta öylesine köklü bir geçmişe sahip ki ta Sümerler zamanına kadar gidip dayanıyor. Sümer tabletlerinde, on yedi kil tabletten oluşan bir yazıda şöyle diyormuş:
“Baba oğluna okula gitmesi, gayretle çalışması ve sokaklarda gezmemesi için tavsiyelerde bulunmakta ve oğlunun iyice dinlediğinden emin olmak için de söylediği sözcükleri tekrarlatmaktaydı.”
Peki Sümerlerden bugüne hayatımızda neler değişti? Hiç. Hâlâ birçok anne baba çocuğuna aynı öğütlerde bulunmuyor mu? Galiba daha yüzlerce yıl sürecek bu durum.
Kitabımda bu çatışmalara yer vermek istememin bir sebebi var elbette. Ben, gençlerin davranışlarını ve düşüncelerini analiz edip, konuyu saptırmadan ve sorular sorarak onları anlamaya çalışmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bütün sorunları anlayışla, sevgi çerçevesinde, kırmadan, zedelemeden çözümleyebiliriz. Her şeyden önce karşımızdakinin bir birey olduğunu unutmamamız gerek, bunu bazen atlayabiliyoruz.
Küçük yaşta alınan sorumluluklar ve büyürken de yaşından büyük bir algıyla yetişen bir karakter Gülse… Fedakarlık olarak açıklamışsınız bu durumu romanınızda. Bu sizce de bir yaşam için ağır bir kayıp değil mi?
Hayat her birimize farklı şeyler getiriyor ve yine her birimizden farklı şeyler alıyor. Kişiliğimiz de işte bu getirilenlerin ve alınanların muhasebesinin bir sonucu.
Gülse’nin öyküsünün birçoklarına tanıdık gelmesinin sebebi de bu. Gülse hayatını ailesinin istekleri doğrultusunda yaşamış, adeta kendisini ailesine adamış bir genç kadın. Eşinin ölümünün ardından çocukları da kendi kanatları üzerinde uçmaya karar verdiklerinde Gülse bu hayatta yapayalnız kalıyor. Artık düşüneceği bir tek kendisi var ama o sadece kendini düşünmenin ne demek olduğunu bilmiyor ki. Hiç deneyimlemediği, çok yabancı bir alan bu. Düşündükçe, sorguladıkça hayatın kendisine sunduğu sürprizleri nasıl ıskaladığının da farkına varıyor yavaş yavaş ve yeni sürprizlere karşı bu kadar savunmasız yakalanmamaya, çeşitli mazeretlerle erteleyip durduğu hayatını geri almaya karar veriyor.
Gülse sorumluluklarının farkında ve bunları yerine getirmeyi bir kayıp olarak görmüyor. Kimsenin omuzlarına yük yüklemiyor, aksine yüklerini paylaşıyor. Olgun ve güzel bir insan olmanın hakkını veriyor yani.
“Fedakarlık; karşılıklı ve gerçekten hak eden biri için yapılıyorsa kazançtır. Aksi takdirde kayıptan başka bir şey elbette değildir.”
Dokuz yaşında bir çocuk gördüğümüzde bazen bizi konuşmalarıyla öyle bir şaşırtır ki “Büyümüş de küçülmüş,” deriz. Veya yetmiş yaşında bir insan da bizi yaşından beklenmeyen çocuksu tavırlarıyla yanıltabilir. Çünkü olgunluk sadece yaşla ilintili değil; kendine ve başkalarına nasıl davrandığınla, nasıl düşündüğünle ilgili aynı zamanda.
Gülse bu olgun kadın rolünü memnuniyetle yüklenirken kendini zorlamadı, içinden böyle davranmak geliyordu ve o sadece içinden gelen ses ne diyorsa öyle yaptı ama bunları yaparken kendinden de hiç vazgeçmedi. İçinde her zaman ta çocukluğundan gelen, özlem duyduğu, yarım kalmış bir şeyler vardı ve hayatının geri kalanını bu yarım kalmışlıkları tamamlamaya adadı.
‘’Çocuklarım olmadan asla yaşayamam dediğim bu evde, yalnız başıma neredeyse bir seneyi devirmek üzereydim,’’ cümlesi, insanın çoğu zaman ummadığı ve düşünmedikleriyle başa çıkmak zorunda kaldığını hatırlatıyor. Gülse, bu cümleyi kurarken bile suçluluk duyuyor. Bu sayfalarda okuyucuyla kurmak istediğiniz iletişimi bize biraz açıklayabilir misiniz?
Burada, hayatı yaşarken etrafımızdakiler kadar kendimizi de önemsememiz gerektiği mesajının altını çizmek istedim. Hayatının merkezine koyduğu insanlar birdenbire artık orada olmamaya başladığında önce bocalıyor ki bu son derece normal. Başkaları için yaşamaya öyle alışmış ki kendisiyle baş başa kaldığında ne yapacağını bilemiyor ve kendisini derin bir boşlukta hissediyor. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk, amaçsız bir insan gibi kalakalıyor hayatın ortasında. Ama okurların dikkatinden kaçmayacağına eminim; Gülse’nin hayatındaki her şey olağan akışındayken bile, aslında ne olduğunu bilmediği, tam olarak ifade edemediği ama onu rahatsız eden bir şeyler var içinde. Hayır, suçluluk hissi değil bu çünkü suçluluk hissi beraberinde depresyonu da getirir. Gülse’de depresyon belirtisi yok, sadece hep bir “Hayatı kaçırıyorum” rahatsızlığı…
Gülse her ne kadar pasif görünse de, aslında bunun böyle olmadığını kendini keşfederek öğreniyor, gücünün farkına varıyor. Yeni bir hayata başlamak için ihtiyaç duyduğu motivasyonu ve zorlukları aşacak gücü buluyor kendinde. Acılardan ve dikenli yollardan geçtikçe ayakları nasır tutuyor, derisi kalınlaşıyor ve düşeceği yerde daha da kuvvetleniyor. Hayatı bir ucundan yakalamak için kolları sıvıyor. Tabi bunların hepsi çetin iç hesaplaşmalarının sonunda gerçekleşiyor.
Hepimizin hayatta ikinci bir şansa ihtiyacımız var. Mutsuz olmak için bir sürü sebep sıralayabiliriz, değişime var gücümüzle direnip mazeretlerimize dört elle sarılabiliriz. Çoğu zaman yaptığımız da bu. Oysa ihtiyaç duyduğumuz güç, üstelik hayal ettiğimizden bile fazlası, içimizde bir yerlerde gizleniyor.
Son olarak, Hayat Mazeret Sevmez geç kalınmışlıkların ve pişmanlıkların telafisinin hiç de hafife alınmayacak kadar gaddar olabileceğini gösteriyor. Karakterler ve olay örgüsüyle anlatımınızı güçlendirdiğiniz bir teknik var mıydı romanınızı kaleme alırken?
Bu kitabı kaleme alırken, Toni Morrison’un bir sözünü kendime rehber edindim.
“Okumak istediğiniz ama henüz yazılmamış bir kitap varsa; onu siz yazın.”
İzlediğim belirli bir teknik yok, hiç olmadı. Sadece duru, sade ve içinde bolca umut olan bir hikâye anlatmak istedim, bunun için de tüm yüreğimi ve samimiyetimi ortaya koydum. Gerisi kendiliğinden geldi zaten. Dedim ya, bu aslında benim okuyucularımla dertleşme biçimim. Yazdıkça çoğalıyorum, ruhum huzur buluyor.
“Doğumdan ölüme dek düşlerle dolu olan bu hayatın kendisi de bir düş değil mi? Daha gerçek bir hayattan haberimiz olmadığı için bu hayatın gerçekliğinden kuşku duymuyoruz.”
Son bir şey daha… Gökyüzünün sonsuzluğu beni her zaman büyülemiştir ve ben, her defasında o küçük yıldızlara bakarak güzel hayaller kurarım ve gerçekleşmesini dilediğim satırları dökerim kelimelere. Benim motivasyonum da bu işte; gökyüzüm…
Hazırlayan: Dilara Yılmaz