“Durmadan İşleyen Bir Bilek; Bedri Rahmi EYÜBOĞLU” – Karaköy Mono

Anadolu topraklarının içinde büyümüş ve doğduğu coğrafyanın ruhunu anlayarak eserlerinde temsiliyetini en güzel hali ile yerine getirmiş bir sanatkârdır Bedri Rahmi Eyüboğlu. Yapıtlarında, bir yanda Anadolu topraklarının kokusunu içinize çekerken, bir yanda alafranga yalnızlığını duyumsarsınız. Bu iki sentezi kaleminden dökülen kelimelerde, kelimelerinin gayretlendirdiği fırçasından çıkan resimlerinde, resimlerinin bir gelenek ile buluştuğu yazmalarında, kısacası ışığın değdiği her şeyde renkler ve çizgilerden ilham alarak bizlerle buluşturmuştur. Ressam ve şair yönü ile ne kadar tanınsa da, eğitimci kimliğinden, mozaiğe, duvar resimlerine, vitraya, cam yüzeyine, seramiğe varana kadar ülkemizin belki de unutulmaya yüz tutmuş bir çok sanatını inşa ederek kültürel zenginliğin görsel şölenini yaşatmıştır.

Ortaya koyduğu her izde halk kültüründen bir parça barındıran Bedri Rahmi, kendisine ilham olan türkülerin ninnilerin vefa borcunu bilerek bunun neden karşılıksız kaldığına anlam veremediğini şu sözleri ile ifade eder; ‘’Niçin köylünün bir avuç kelime ile söylediği türkü dağları deler bize kadar gelir de, bizim şiirlerimiz, bir türlü ona kadar ulaşamaz? Niçin köylüden aldığımız kadarını köylüye veremiyoruz? Tereyağına karşılık mazot, buğdayına karşılık çikolata, arpasına çavdarına elektrik, halayına horonuna, sazına türküsüne karşılık da sinema, tiyatro, roman verebildiğimiz gün güzel bir alışveriş olacak!”

‘’Bu gelene sevda derler!
Değdiği yer gül gülistan
Değmediği darmadağın!’’

Sevenleri Bedri Rahmi’nin her alanda ki eserlerinde mutlaka bir renk, meyve ve çiçek armonisi ile karşılaşırlar. Onun için bir tutkudur, ruhundaki coşku selini renk ile meyve ile çiçek ile taçlandırmak… Kuvvetli bir ihtimal ki bu hususiyetinde akademideki hocası Ahmet Haşim’in rolü büyüktür. Bir gün bir derste yaşadığı anısını şu şekilde dile getirir; “Akademide estetik dersimize giren şair Ahmet Haşim, dersin birinde Türk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini yana yakıla öyle bir anlattı ki neredeyse ağlayacaktık: ‘Düşünün çocuklar!’ diyordu, ‘Şark! Görülmemiş çiçeklerin, koklanmamış kokuların diyarı, bir devre lâlenin adını, bir devre çiğdemlerin, gülün kokusunu sindiren şark! Güllerin bin bir çeşidini yetiştiren şark! Bugün çiçeğini Avrupa’dan dileniyor. Dün gördüm, bize tayyare ile İtalya’dan karanfil geliyormuş. Düşünün bir kere, karanfili tayyare ile Avrupa’dan getiren bir İstanbul’un acıklı halini düşünün. Karanfil! Hani şu bizim çiniler, minyatürler, kadifeler, yazmalar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kokladığımız karanfil nasıl olur da bugün İtalya’dan gelir? Deli olmak işten değil.’ Ön sıralarda bir yerde oturuyordum. Dayanamadım: ‘Karanfil istediği kadar dışarıdan gelsin. Çok şükür şairi bizdedir!’ diyecek oldum. Haşim’in karanfil şiirini hepimiz ezbere biliyorduk. Sevgili hocamız kulaklarına kadar kızardı: ‘Teşekkür ederim!‘ dedi.

Bedri Rahmi Eyüboğlu geleneksel halk sanatını modernizm ile buluştururken, batının estetik anlayışının göz ardı edilmeyeceğinin de bilincindedir. İbrahim Çallı’dan aldığı dersler sonunda resim tahsilini daha da ilerletmek için kardeşi Sabahattin Eyüboğlunun bursunu paylaşmak için Fransa’ya gittiği bir dönemde, İnsan Müzesi’nde (Musée de I’homme) ilkel kavimlerin sanatını büyük bir titizlikle mercek altına alır. Bu incelemeden sonra sanatının temelini oluşturan ‘’güzel aynı zamanda yararlıdır’’ düşüncesine varmıştır.

“Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde.”

Paris’te olduğu dönemde André Lhote atölyesinde çalışmakta olan Romanyalı ressam Ernestine Leibovici adında bir kız ile karşılaşır. Ernestine’nin yapmış olduğu resimleri çok beğenir. Bu tanışma zaman içerisinde büyük bir aşka dönüşmeye başlar. Büyük ve bir o kadar da entelektüel… Fakat karşılarına aşılmayı bekleyen bazı engeller çıkar. Eyüboğlu ailesi Ernestine’den rahatsız olur ve bu ilişkiye onay vermez. Hatta biraz ileri giderek, iki sevgilinin bir gün Gülhane parkında dolaştığı sırada, polisler tarafından Bedri Rahmi’yi tutuklatıp karakola götürerek, sevdiği kız hakkında Rumen casus yakıştırmasını yaparlar. Kopulması beklenen bağların daha da kuvvetlenmesine yol açar bu olay ve Bedri Rahmi ailesini karşısına almayı göze alarak Ernestine ile ilişkisine devam eder. Tanışmalarının üstünden geçen 5 yılın sonunda nihayet evlenirler. Bedri Rahmi’nin bu fedakarlığı karşısında Ernestine’de aynı fedakarlığı gösterecek kadar sevgisine sadıktır. Eyüboğlu’nun 10 Aralık 1935’te yazdığı bir mektuptan sonra Ernestine kocasının koyduğu isim sayesinde Eren olarak anılmaya başlar.

‘’Karadutum, çatal karam, çingenem

Nar tanem, nur tanem bir tanem,

Ağaç isem dalımsın salkım saçak

Petek isem balımsın ağulum,

nahımsın vebalimsin.’’

 Eyüboğlu’nun Güzel Sanatlar Fakültesi’nde asistan olarak çalıştığı dönemlerde, akademiye misafir öğrenci olarak oldukça yetenekli bir Ermeni heykeltraş gelir. Mari Gerekmezyan, şiirlere konu olan ismi ile ‘’Karadut’’ epey ilgisini çeker Bedri Rahmi’nin. Kısa bir süre sonra aralarında memnu bir aşk başlar. Bu aşk öyle bir tutkuyla yakar ki içlerini, dışavurdukları sanatlarında belirir. Mari sevgilisinin bronz bir heykelini yaparken, Bedri Rahmi Karadut’u için sayısız portreler yapıp, şiirler kaleme alır… Gerekmezyan hakkında ki kıt bilgiler onu sadece Eyüboğlu’nun şiirlerinden tanımamıza ve yorumlamamıza neden olsa da dünyaca ünlü fotoğrafçı Ara Güler lisede öğretmeni olan Mari’den şu şekilde bahseder; ‘’Lisedeyken bir öğretmenimiz vardı. Güzel bir kadındı. Çocukluğunda Talas’tan İstanbul’a gelmişti. Akademinin heykel bölümünü bitirmişti. Talaslı öğretmenimizin adı Mari Gerekmezyan’dı. Karadut gibi gözleri vardı… Yıllar sonra onun birkaç heykelini Resim Heykel Müzesinde gördüm. 1945’te Mari’yi Fred Gross ve Bedri ile sergilerde, toplantılarda sık sık gördüm. Bedri birkaç portresini çizmiş şiirlerinde de ona yer vermişti. Derken Mari günün birinde ansızın öldü.’’

“Türküler bitti,

Halaylar durdu,

Horonlar durdu,

Hüzün geldi baş köşeye kuruldu,

Yoruldu yüreğim, yoruldu.”

Dönemin hastalığı olan menenjit tüberküloz hastalığına yakalanan Mari’nin iyileşebilmesi için antibiyotiğe ihtiyaç vardır. Fakat savaşın yeni bittiği ve ilaçların epey yüksek fiyatlardan satıldığı bu dönemde Mari’nin maddi yönden bunları karşılayabilecek bir geliri ne yazık ki yoktur. Hastalık ile boğuşmakta olan sevgilisine ilaç alma derdine düşen Bedri Rahmi, yapmış olduğu bir çok tabloyu bu dönemde yok pahasına gözden çıkarır ve satışa sunar. Ancak ne yapsa da Karadut’unu bu amansız hastalıktan kurtaramaz. Mari Gerekmezyan, 1946 yılında İstanbul Alman Hastanesi’nde hayata gözlerini yumar. Ardında tutkulu bir aşık bırakır. Öyle bir tutkudur ki bu, ömrü boyunca eşine kırık bir kalp ile çocuğunu büyüten Eren Eyüboğlu’nun mektubunda ki satırlara şu şekilde yansır;  “Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni mümkün kılsın…”

‘’Yaşadım !
İncirin dallarına yürüyen süt 
Yonca tarlasından gelen nefes 
Horozun ibiğinden damlayan kan 
Yollar ve sevgili türküler şahidimdir.’’

Ruhunu sanatla büyüten ve düşünerek eşsizleştiren her kişi gibi Bedri Rahmi’de yapaylıktan uzak salt bir samimiyeti dilemiş ve eserlerinde de bunu yansıtmıştır. Halk kültüründe bulduğu samimiyet ile ruhunun derinliklerini dışa vuran Bedri Rahmi Eyüboğlu, hiçbir türkünün öylesine olmadığını ve özünde acıdan beslendiğini, hiçbir nakışın el emeğinden yoksun yapılmadığını çok iyi anlamış ve her daim kıymetini bilmiştir. Unutulmaya yüz tutmuş geleneksel sanatların hem sanatkârı hem de kültürel anlamda temsilcisi olmuştur.

Yaşamının geri kalan günlerinde sadık ve kadim dostu eşi Eren Eyüboğlu ile Kalamış’taki el yazmalarını ürettiği evi, günümüzde Mavi Kaplumbağa Sanat Evi’ne dönüşmüştür. Yazma geleneğini devam ettiren torunu tarafından, 1950 yılından beri her yılın Haziran ayının ilk Cumartesi-Pazar günlerinde, 10 ay boyunca üretilmiş olan eserler Geleneksel Bedri Rahmi Eyüboğlu Yazma Şenliği’nde satışa sunulmaya devam etmektedir.