Asena Akan: Ruhu müzik ve sevgi dolu bir kadın! – Karaköy Mono

Asena Akan bize hayatımızı müziksiz yaşayamayacağımızı, hatta yaşamamamız gerektiğini söylüyor. Öyle ki onunla her şeyi daha bir çok sevebilir, kendimizi sürekli yenileyebilir, zihinlerimizi koruyabiliriz. İnsan davranışları üzerinde çalışmalar yapan, eğitim hayatının içinde yer alan sanatçımız çocuklarla da atölyeler, aktiviteler yaparak yaşamı tüm boyutlarıyla doldurmaya çalışıyor. “Kötümserlik romantik bir tutkudur, iyimserlik ise bir görev,” düsturunu kendine rehber edinen değerli sanatçımızla dopdolu, bilgilendirici bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…



  1. Küçük yaşlardan itibaren müziğe ilgi duymaya başladınız. Dünyayı müzikle algılamınız, seslere, enstrümanlara karşı zaafınız size hayatın bir hediyesi midir?

Evet, aslında her birimiz gibi, çocukken kendimi seslerle ifade ediyordum ve bunu çok seviyordum. Duyduğum her sesi tekrar ederdim; kapı gıcırtısı, araba kornası, kedilerin miyavlaması, hepsi birer oyun ve iletişim aracıydı benim için.  Gerçi bu sonraları da pek değişmedi ☺ Hâlâ kendimi duyduğum sesleri sıklıkla taklit ederken buluyorum. Sesler dünyasını çok seviyorum ve bunun için minnet doluyum. Küçük yaşta ailemin elimden tutup konservatuvara götürmesiyle, müziğin diliyle, notalar dünyasıyla tanıştım.  Bu çok heyecan verici bir serüvenin başlangıcıydı. Her ne kadar konservatuvarda bana uygun görülen keman ile birbirimize uyum sağlayamasak, yol arkadaşlığı yapamasak da bu ve sonraki hiç bir engel beni müzikten uzaklaştırmadı. Bilakis içimde hep bu aşkla yaşıyorum. Beni yaşamda canlı ve heyecanlı tutan iki şeyden biri müzik. Diğeri de “öğrenmek”. Müzik bence tüm dillerin, kültürlerin, inançların hatta insanın ötesinde;  doğanın bir parçası olduğumuzu bize hatırlatan, evrensel, birleştirici ve bütünleyici bir sanat dalı. Sözle anlatamadıklarımızı, anılarımızı, hayallerimizi, duygularımızı ifade etmemize, dönüştürmemize olanak tanıyan bir nefes alanı.  Müzik bence hepimiz için bir hediyedir. 

  1. Çok yönlü olmaya çalıştığınızı görüyoruz. Aslında bu çok yönlülük sizin hayata bakış açınızla ilgili sanırım. Daha iyi bir şeyler için müziksiz olmaz mı diyorsunuz? Ve bu müziğin hangi müzik türü olduğuna inanıyorsunuz?

Çok yerinde bir gözlem ☺ teşekkür ederim. Çok yönlülük, hayata bakış açım, hatta varolma biçimimle ilgili diyebilirim. Aynı anda birden çok şey yapıyor olmak odaklanmamı arttırıyor, beni daha verimli kılıyor. Aslında sakinliği, dinginliği çok seven bir tarafım var, ama eğer gereğinden fazla durursam yeniden harekete geçmekte zorlandığımı fark ediyorum. Belki çocukluğumdan beri, eğitim hayatımda da, bir yandan okul bir yandan konservatuvar sürecini birlikte deneyimlediğim için, başka türlüsünü bilmiyor olmamla da ilgili olabilir. Tabii bunlar kişiden kişiye değişebilen özellikler. Her birimizin farklı potansiyellerle dünyaya gelen biricik enstrümanlar olduğumuzu düşünüyorum. Benim yolculuğum müzik ve psikoloji ekseninde ilerledi. Nietzsche’ye benzer şekilde müziksiz bir hayatın hata olacağını düşünenlerdenim. Müziğin kendini sürekli yenileyen, geliştiren, iyileştiren doğasını insan yaşamı için ideal bir model, bir öğretmen, bir şifacı olarak görüyorum. Bunu kişinin kendine yakın bulduğu, iyi geldiğini hissettiği tüm müzikler için söyleyebilirim. Ben her tarzı dinlemeye, anlamaya açık bir müzisyenim. Bunun sebebi hem meraklı olmam, hem de insanları tanıma ve hayatlarına dokunma niyetimde müzikten bir araç olarak faydalanıyor olmam. Elbette enerjiyi aşağı çeken, insanları depresif ruh haline sokan, olumsuz titreşimler yayan sesler ve müzikler olduğunun bilincindeyim. Burada önemli nokta kişinin bunu fark etmesini ve uzun süre bunlara maruz kalmamasını sağlamak. Bazen ben de buluyorum kendimi, hüznümü, derdimi uzatan, arttıran müzikleri arka arkaya, gereğinden fazla dinlerken. O zaman diyorum ki kendime;  “Tamam, yeter, şimdi biraz da pozitif müzikler dinleyip harekete geçme, gülümseme ve kaldığım yerden devam etme zamanı.” Biliyorsunuz her şeyin aşırısı zehirdir. ☺ Bir de, dinleme kültürünün gelişen, değişen bir olgu olduğunu unutmamak gerek. Dinleme sadece kulakla değil tüm bedenle ve ruhla yapılan bir eylem. Sürekli, alışkanlık halinde dinlediğimiz tarzların dışında, yeni ve farklı gelen seslere, müziklere şans vermeyi gelişimimiz açısından çok kıymetli buluyorum.  

  1. İstanbul’u çok seviyorsunuz. Bu büyük şehirde hepimizin gördüğü güzel günler oldu. Ama son dönemde şehrin yükü arttığı için bozulmalar, deformasyonlar söz konusu. Her şeye rağmen ruh sağlığımızı ve umudumuzu kaybetmeden bu şehirde yaşanılabilir mi?

İstanbul benim doğup büyüdüğüm şehir. Doğadaki her canlı gibi köklerimden yetiştiğim yer ile kaçınılmaz bir bağım var. Öncelikle fizikselliğin ötesindeki bu bağı seviyorum. Tabii o bağın içinde bu şehrin geçmişinden gelen tarihi, kültürel, şiirsel, edebi, sanatsal kısacası yaşamsal öğeler de var. Hayatı herkes kendi penceresinden görür ya, bir gün bir fotoğraf paylaşmıştım, Eminönü’nden Galata’ya doğru uzanan…“Her gün, ilk kez görüyormuş gibi, aşk…” yazmıştım altına da. Şöyle bir yorum geldi; “Arkadaki bina yığınları mı aşk?!”. Önce çok şaşırdım, sonra fotoğrafa dikkatlice baktım. Evet doğruydu, üst üste binalar vardı. Ama ben onu görmüyordum ki. Sonradan bir üstattan  öğrendiğim “Âşıktan sual olunmaz” sözü imdadıma yetişti. Ama bozulmalar konusunda maalesef haklısınız. İnsan bozulmaya çok müsait bir varlık olduğu için çevresini de o yönde etkileyebiliyor. Özellikle aidiyet hissetmediği yeri korumuyor mesela. Bu aidiyet meselesi, benim çok anlayabildiğim bir şey değil. Sözgelimi başka bir şehre, kasabaya, köye gittiğimde orada da âşık olabileceğim bir şey mutlaka buluyorum. Öyle hissetmesem bile kıyamam zaten, sakınır, korkarım zarar vermekten. Tabii farkındalık ve bilinç meselesi eğitim ile çok ilişkili. Ama bir eğitimci olarak da asla umutsuzluğa kapılmaya izin vermem. Peter Ustinov’un çok sevdiğim sözünü rehber edinirim hep; “Kötümserlik romantik bir tutkudur, iyimserlik ise bir görev”. Mutluluk dıştan içe değil, içten dışa gelişen bir kavramdır. Belki de öğrenmemiz daha doğrusu hatırlamamız gereken ilk şey bu, ruh sağlığımızı korumak için. Bunu bebekken, çocukken biliyoruz çünkü.  Herkesin, mutlu olacağı, ilham alacağı yol farklı elbet. Henüz bulamamışsa, yeni bir şey denememiş, yani kendi ezberini bozmamış olabilir. Ben şehirde uzun yürüyüşler yapmayı çok seviyorum, ama gerçekten uzun yürüyüşler… Haftada bir-iki gitmezsem mutlu olmayacağım yerler var, Tarihi Yarımada, Kuzguncuk gibi. Deniz ulaşımı en büyük iyileşme yöntemlerimden. Açık havada, İstanbul’a karşı, müzik dinleyip simitle kendimi ve martıları beslemek, benim bu şehirdeki mutluluk tariflerimden biri. Her seferinde, gerçekten, ilk kez yaşıyor gibi oluyorum. 

  1. Caz sınırsız olanaklar sunuyor gibi. Bunun içimizde var olan sonsuz uzayla bir ilgisi var mı sizce? Yani hayatın her ritmine -aykırı olsun olmasın- değişimine ayak uydurmakla bu müzik türü örtüşüyor mu?

Ne kadar güzel bir soru, çok teşekkür ederim. Caz, çağımız koşulları için çok uygun bir yaşam modeli. Günümüz dünyasında zaman adeta belirsizlik, değişkenlik, tahmin edilemezlik kavramları üzerinde akıyor. Cazın pratiğinde tüm bunlar sahnede sürekli deneyimlenir. Birlikte uyumla yükselip alçalan müzisyenler bazen öne çıkıp liderlik rolünü alırken bazen eşlikçi konumuna geçerler. Özgün sesleriyle  birbirleriyle diyalog geliştirirken, spontan ve yaratıcı buluşlar yapabilirler. Caz; doğaçlama, risk alma, fikirleri birbirininkiler üzerine inşa etme girişimciliği ile her seferinde kendinizi yeniden keşfetmenize olanak tanıyan, esnek ve ilham verici bir öğretmen, bir yol göstericidir. Elbette sahnede risk alabilmek, tıpkı sporcular gibi arka planda yüksek bir disiplin ve sürekli çalışma halinde olmayı gerektirir. Yaşamın içinde olduğu gibi, siz elinizden geleni yapar, hazırlıklı olursunuz; sahneye çıktığınız an artık teslimiyet anıdır. En güzel performans; hata yapma korkusu olmaksızın, içinizden gelen -sizin deyişinizle içinizdeki sonsuz uzaydan gelen- sesle ve sahneyi güvenle paylaştığınız müzisyen arkadaşlarınıza birlikte salındığınız performanstır. Bu müziktir. 

  1. Üniversitede akademik çalışmalar içindeyken içinizdeki sesi bastıramayıp müziğe, müzik hayatına keskin bir geçiş yaptınız. Ve sözleriniz, besteleriniz ortaya çıktı. Sizinle tanışan çoğu kişi sesinizde umutlu, dinginleştirici bir şeyler hissediyor. Bu müzik nasıl bir seyir izleyecek? Olgunlaşma süreci ne yöne doğru evriliyor içinizde? Daha çok beste, daha çok performans ya da fikirsel çalışmalar mı?

Doğru, beni o çok sevdiğim, kalbimde hâlâ bir parçasını taşıdığım akademik yaşamdan ancak müzik ayırabilirdi ☺ Bir gün, içimden gelen tüm o söz ve ezgiler artık durdurulamaz noktaya gelip adeta kendileri karar verdiler ses olmaya. Küçük bir kızken Japon animelerini izlemeyi çok severdim. Hâlâ en çok sevdiğim şeydir bu arada. O gün bugündür pozitif, birleştirci ve umut dolu müziklerin peşindeyim. Güzel titreşimlerle başta kendimizi sonra çevremizi iyileştirebileceğimize inanıyorum. Dolayısıyla bu yanım hep canlı ve aktif. Öte yandan tüm duygular hepimiz için ve kırılganlıklarımızı, kederimizi, öfkemizi, tutkularımızı, kaygı ve korkularımızı da müziğin içine akıtabiliyoruz. Müzikte oldum olası bütünün parçası olma duygusu cezbetti beni ve kendimi hep bir enstrüman gibi hissettim. Sonraları bunun su gibi bir duygu olduğunu fark ettim. Akıyor, değişiyor, evriliyor, bazen de duruluyorsunuz. Susma, yani sessizlik anları. Müzikte en kıymet verdiğim yer. Dinleyebilmeniz ve duyabilmeniz için sessiz olmanız gerekiyor. Her an, her şey ilham olabiliyor, ne zaman, nereden, nasıl geleceğini kestiremiyorsunuz. Müziğin ilk çıktığı anı seviyorum en çok. O ilk, naif ve duru an. O yüzden performansları daha çok seviyorum aslında. Birlikte yaratıyorsunuz bir de, o anda, izleyiciyle. O kadar kıymetli ki. Ama evde enstrümanımla geçirdiğim zamanları da seviyorum. Bas gitarımla, piyanomla arkadaşlığın tadı da çok başka. Çok güvendiğiniz biriyle, sonunu bilmediğiniz bir yola çıkmak gibi… Dolayısıyla arıyorum. Müzik zaten bir yanıyla sürekli bir arama, yolda olma, öğrenme hali… Sürprizler ve mucizelerle dolu. Bu duyguyu seviyorum, beni hâlâ şaşırtıyor. İyi ki!

  1. Çocukları da çok önemsiyor onların hayatlarına dokunmaya çalışıyorsunuz. Ciddi bir değişim yarattığınızı düşünüyor musunuz onların hayatında?

İşin doğrusu çocukların yetişkinlerden ileride varlıklar olduğunu düşünüyorum. En güncel versiyon, en donanımlı olandır ☺ Şaka bir yana, kendi çocukluğum, çocuk psikolojisi eğitimim, sahada çalışma şansına sahip olduğum tüm  o güzel çocuklar, kendi kızım, yeğenlerim, arkadaşlarımın çocukları bana o kadar çok şey öğretti ve hala öğretiyorlar ki, kimin kimin hayatına daha çok dokunduğu tartışılır. Uzunca bir süredir; ‘çocukların haklarına erişebilmeleri için ürün ve hizmet geliştiren’ Önemsiyoruz Derneği’nin bir parçası olarak, kalpten hizmet veren, pırıl pırıl  bir takımla birlikte çalışma şansına sahibim. Her gün birlikte öğrenmeye, üretmeye, paylaşmaya devam ediyoruz. Biz yetişkinlerin çocuklar için ancak rehber olabileceğimize inanıyorum. Halil Cibran’ın bu konuda çok güzel bir şiiri vardır “Çocuklar sizin çocuklarınız değildir…” diye başlayan. Bence bir çocuğun yaşamına yapılabilecek en güzel dokunuş onun ‘kendi değerinin farkına varmasını sağlamak’ olabilir. Bizlerin gücü buna yetebilir. Çocukların kendilerine inanmalarına, yaşamı ve öğrenmeyi sevmelerine, bir amaç edinmelerine ve mutluluğun kendi içlerinden gelen bir kavram olup onu yanlarında her yere taşıyabileceklerine inanmalarına aracı olabilmişsem, hayatlarına dokunabilmişim demektir. Ne mutlu bana. 

  1. Son çalışmanız olan tekli “Suya Yazdım”da Üstad Erkan Oğur’la çalıştınız. Müziği hisseden, adeta yaşayan, hayatının tek anlamı yapan büyük bir müzik adamıyla çalışmak nasıl bir duygu? Oluşan esere nasıl bir etkisi oluyor? Ve devamı gelecek mi?

“Suya Yazdım” bir gece uykumdan uyandıran sihirli bir hikaye. Diyorum ya nasıl, ne zaman geleceği belli olmuyor ve sizi aracı kılıyor. ‘Suya Yazdım’, müziği ve sözleriyle aklıma ilk düştüğü anda onu Erkan Oğur ile seslendirmem gerektiğini güçlü şekilde hissettim. O nedenle de iki sene kadar bekledim. Artık evim gibi gördüğüm plak şirketim ZMüzik/Kalan da sağolsun beni bu konuda destekledi. Zamanı geldiğinde kayıda girdik. O günkü hislerim çok taze. Sürecin başında yoğun bir heyecanla başlayan, yerini gitgide dinginlik, tamamlanma ve şükran duygusuna bırakan…Oğur, insan olarak  bende bilgelik ve tevazu dolu bir şefkat izi bıraktı. Eser, bana göre kendi seçtiği yerden çiçek açtı. Müteşekkirim. Devamını birlikte göreceğiz aslında. Yaşam bazen kendini hikâyenizin izleyicisi olmayı da öğretiyor. İzlemedeyim. 

  1. Son olarak bize müzik ve insan psikolojisiyle uğraşmanızın getirebileceği gönlümüzü ferahlatacak neler söylemek istersiniz: Olur ya pandemiyi, virüs korkusunu atlatacak, aslında hayatı ıskalama, yaşayamama ihtimaline karşı içimizde yeşerecek bir şeyler kalmıştır belki

İnsanlık olarak ruh ve beden sağlığımızın risk altında olduğu, dengemizin bozulduğu, yaşama sevincimizin azaldığı zamanlardayız. İşin kötüsü bunlar bağışıklığımızı düşürebilecek etkenler. Ben buna bir tür “akord bozulması” diyorum. Peki nasıl akordlanabiliriz?

Denir ya hani;  “bir cümle okudum, hayatım değişti” diye. Benim hayatımı değiştiren cümle şu oldu; “korkunun zıttı sevgidir”. Bu şimdi kulağa anlamsız gelebilir tabii, “bu dönemde korkunun yerini nasıl sevgi alabilir diye” değil mi? Yaşamda her şeyin iki farklı yüzü olduğunu öğrendim. İyilik-kötülük, sevgi-nefret, aydınlık-karanlık hep iç içe, el ele… Hepsinden, hepimizde, biraz var… ve hepimiz durmayı seçtiğimiz taraf ile, seçimlerimizle var oluyoruz. Her zaman yapılabilecek bir seçim var. Bunun ilk aşaması niyet. Niyetimiz korkuya teslim olup pes etmek mi, yoksa sağlığımızı korumak ve var olmak için mücadele etmek mi? Bu kısım çok önemli, çünkü sonrasında atacağımız her adım niyetimiz doğrultusunda gerçekleşecek. Tüm olumsuzluklara rağmen olabildiğince çalışmaya, üretmeye devam etmek; bilimsel verileri takip edip dikkate almak, öte yandan hangi bilginin gerçekten işe yarar olduğunu anlayabilmek için sezgileri açık tutmak; televizyonun, sosyal medyanın bilgi kirliliğinden uzak durmak; bedeni zihin gibi gibi aktif tutmaya çalışıp, evde egzersizleri, mümkün olduğunca yürüyüşleri ihmal etmemek; sevdiklerimizle bağlantıda olmak; sağlıklı beslenmeye, doğadan faydalanmaya çalışmak; müzik dinlemek, sanatsal aktiviteler yapmak, kitap okumak; güldüren şeyler izlemek -gülmek çok önemli-… Yani kısacası her şeye rağmen kendimizi ve yaşamı sevmek/seçmek, içimizde yeşertebileceğimiz yegane şey gibi geliyor.

Bu dönemin tüm heybetine, zorlayıcılığna rağmen bir yanıyla insanlığa öğreteceği, yol göstereceği şeyler olacaktır. İnsan güçlü bir varlık, güçlü bir enstrüman. Hepimizin içinde iyileşecek güç var, bunu Hipokrat da söylüyor; “iyileşmeyecek hastalık yoktur, iyileşmeyecek hasta vardır”. İçimizdeki güce inanmalıyız. “İnsan ancak kalbiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayasını gözler göremez,” der ya Küçük Prens’te, ben de  her zaman, özellikle içinden geçtiğimiz zorlu günlerde etrafımızda olup biten her şeyi kalbimizle görebilmeyi, duyabilmeyi, anlamlandırabilmeyi diliyorum. 

Nitelikli ve değerli sorularınız için çok teşekkür ederim. Daima sevgiyle.

Ben teşekkür ederim.