JUNG PSİKOLOJİSİ – Karaköy Mono

Bilinçdışı önemli bir etken olarak herkesin sahip olacağı inceliklerle donanmış bilinçten sonra gelen ikinci karakterdir. Düşünme, hissetme, duyuş ve sezgi kümeleşerek bilinç ve bilinçdışı bir birlik haline alır. Jung, Freud’un bilinçdışı-bilinçaltında bulunan bastırılan duyguları arketip kavramı geliştirerek açığa çıkarmıştır. Freud bilinçaltındaki bastırılmış duyguların rüyalarda ortaya çıktığına, diğer bir ifadeyle rüyaların bilinçaltındakilerin uzantısı olduğuna vurgu yapar. Jung da bu noktada Rüya Teorisini geliştirmiştir. Bireysel Bilinçdışı bireyin kendine özgüdür. Bireyin bastırılmış arzularından, yüksek algılarından, sayısız unutulmuş deneylerinden oluşur ve yalnızca ona aittir. Bireysel bilinçdışında bazen rüyalar ve fantezilere ait anılar kendilerini gösterirler. Değinilmesi gereken uç nokta; Jung, rüyaların önemi hakkında kabul görülen birtakım görüşlerini sürekli yinelemiştir. Ona göre rüyalar gerçekleşmeseler bile ruhun ciddiye alınmaya değer özgün bir etki doğuran doğal ve kendiliğinden ürünleri olmasıdır. Jung rüyaları ciddiye alırken en ilginç ve açıkça anlamsız olan rüyalar eğer doğru bir düşünce ve yaklaşımla ele alınırsa anlaşılabilirler diyerek diğer yandan “Bazıları öyle açık bir resim sergiler ki kişi çaba harcamaya hazır olduğu takdirde bunların anlamları üzerinde bir şeyler yakalamakta çok az zorluk çeker.” Deneyimleri ona göstermiştir ki bir rüya bilinçli davranışa belirleyici bir öge olarak yerleştirilmesi gereken bir gerçekliktir ve bu yüzden ciddiyetle ele alınmalıdır.

Jung bireysel bilinçdışında bulunan diğer yüzü Gölge olarak adlandırmaktadır. Bir duygunun etkisi altına girildiğinde ya da bir öfke nöbetinde “kendimde değildim” ya da “gerçekten bana ne oldu bilmiyorum” diyerek kişi kendisini bağışlanır göstermeye çalışırken bu yabancı kişilikle uzaktan tanışılmaktadır. Gölge aynı zamanda kendini kişileştirir de. Birinden hoşlanılmadığında, bu beğenmeyişin mantıklı bir nedeni yoksa o kişide karşı tarafa hoş gelmeyen bir nitelik bulunduğundan Jung, kuşku duyulması gerektiğinin altını çizmiştir. Bireysel bilinçdışından da öte olan gölge, kişinin zayıflıkları ve başarızlıkları söz konusu olduğu sürece kişiseldir. Ancak tüm insanlarda var olan ortak bir yön olduğu için kolektif bir olguda denilebilir. Bilinçdışının bu yönlerini açıklamakta gölge sözcüğünü seçerken, Jung’un aklında karanlık ve belirsiz bir şeyi önermekten daha fazlası vardı. Onun belirttiği gibi güneş olmadan gölge olamaz ve bilincin ışığı olmadan gölge söz konusu olamaz.

Kolektif Bilinçdışı 

Bilinçdışının, bireysel bilinçdışından daha derinlerinde olan bir bölümü, bilinçte ortaya çıktığı bilinmeyen madde. Jung varlığını içgüdüsel davranışların gözleminden çıkartmayı sürekli gündeme getirmiş, bir bilici bilinciyle çalışmalarına etkili ve tutumlu adım atmıştır. Kolektif bilinçdışının beraberinde Jung’un psikoloji dünyasına kazandırdığı, yaşamı insanın geçmiş tarihince koşullanmış bir biçimde kavramak ve yaşamak eylemini Jung arketip olarak adlandırır. Arketipler “önceden var olan kavrayış biçimleri” ya da sezginin doğuştan gelme koşulu olup bilinçdışıdır ve bu nedenle yalnızca varsayım olarak kabul edilebilir. Ancak onlar ruhun içinde tekrar ortaya çıkan belirli tipik imgeler yoluyla fark edilir. Jung’un bir defasında bunlardan “ilk imgeler” olarak söz ettiği bilinmektedir. Jung, arketiplerin insan beyninin ve bilincinin hayvan düzeyinden çıkıp gelişmekte olduğu binlerce yıl boyunca biçimlendiğini öne sürmüş, lakin bunların görüntüleri (arketip imajları) ilk olma niteliklerine karşın ortaya çıktıkları çağa göre değişikliğe uğramış ya da tümden değişmişlerdir.

Psikiyatrist olmayı seçmekle zihinsel gelişme maceram başlamış oldu sözlerini kullanan Jung, hastalarını dıştan izlemeye başladığını ve çarpıcı ruhsal süreçlerle karşılaştığını belirtirken bu vakaların içeriğini hiç anlamadan not ettiğini ve sınıflandırdığını yineler. Zamanla daha iyi kavrayarak manik-depresif delilik ve psikojenik vakalarına yönelmiştir. Psikiyatri kariyerinin başından beri Breuer, Freud, ve Pierre Janet’in çalışmaları ona yeni şeyler öğretmiş ve yüreklendirmişti. Jung, Freud’un düş analiz yöntemlerinin ve yorumlarının şizofrenik ifade biçimlerine ışık tuttuğunu görmüştür. 1900 yılında Freud’un Düşlerin Yorumu adlı yapıtını okumaya çalışmış ama anlayamadığı için bir kenara bıraktığını belirterek, ‘’Yirmi beş yaşında Freud’un değerini anlayacak deneyimim yoktu’’ ifadelerini kullanarak o tür deneyimlerin sonradan oluştuğuna dikkat çekmiştir. 1903 yılında kitabi yeniden eline almıştır ve düşüncelerine ne kadar uyduğunu fark ederek en çokta psikolojisiyle bağlantılı olan bastırma mekanizmasının düşlere uygulanması ilgisini çekmiştir. Jung’un birçok kez deneylerinde yaptığı sözcük çağrışımlarını bastırmayla karşılaşmıştır. Belirli uyarıcı sözcüklerin hastada hiçbir şey çağrıştırmadığını ya da yanıt sürecinin çok uzadığını söyler. Daha sonraları bunun uyarıcı sözcük ruhsal bir bölgeye ya da çelişkiye dokunduğunda olduğu ortaya çıkarak çoğu vakalarda hastalarının bunu bilinçsizce yaptığını ifade eder. Freud’un kitabını okuduğunda buna bastırma mekanizmasının neden olduğunu anlamış, böylece Freud’un izlediği çizgiyi apaçık gözlemlemiştir. 

Jung başlangıçta Freud’un yaşamındaki yerini saptamak ve Freud’a doğru bir biçimde davranmasının hiçte kolay olmadığını vurgular. Über die psychologie der dementia praecox adlı yapıtı Freud ile tanışmasına vesile olmuş ve bu buluşma aralarında verimli ve entelektüel bir fikir alışverişine yol açmıştı. Jung’u davet ederek ilk kez 1907 Mart’ında Viyana da görüşüp hiç durmaksızın on üç saat konuşmuşlar ve o vakitten sonra Jung, Freud hakkında şu sözleri ifade etmiştir. ‘’Freud o güne dek karşılaştığım en önemli insandı. Herkesten farklıydı ve son derece ciddi bir tutumu vardı. Onu çok zeki ve akıllı yani olağanüstü bulmuştum.’’ Jung’un Freud’a karşı izlenimleri karmaşık olmuş ve  kişiliğini net çözememişti. Cinsellik kuramıyla ilgili sözleri Jung’u etkilemeyi başardıysa da kuşkularının dinmesine neden olmamıştır. Hatta Jung, birkaç kez dile getirmeye çalışmış Freud ise yeterince deneyiminin olmadığını ifade etmiştir. Şüphesiz cinsellik kuramı Freud için hem kişisel hem de felsefi bağlamda çok önemli idi. Böyle olduğunu görmek Jung’u epey etkiledi. Ancak cinselliği bu denli vurgulamasının ne kadarının öznel önyargılarına ne kadarının da doğrulanmış deneyimlerine dayandığına karar verememiştir.

Freud’un kurduğu cinsellik kuramına duygusal açıdan son derece bağlı olduğu apaçık ortadaydı. Jung’un deyimiyle ondan söz ettiğinde sesi telaşlı ve kaygılı oluyor, her zamanki kuşkulu ve eleştirel halinden eser kalmıyor. Devam ederek Freud’un yüzünde hiçbir zaman anlayamadığı garip bir duygusallık beliriyordu. Bir gün Freud’un şu sözleri; ‘’Sevgili Jung, cinsellik kuramından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine dair söz ver, bu çok önemli ve bunu aşılmaz bir kale bir doğma haline getirmemiz gerekli’’ sözleriyle duygusallık içinde oluşu dikkat çekmiştir. Jung, Freud’a ‘’Neye karşı bu kale?’’ diye sorduğunda “Doğa üstü güçlere karşı” diye eklemiştir. Jung doğma ve kale sözcüklerinden kaygılandığını vurgulayarak çünkü bir “doğma” o düşünceye duyulan kuşkuları bir kalemde silmek amacıyla kurulan ve tartışmaya açık olmayan bir inançtır. Ve bu inancın artık bilimsel bir değerlendirmeyle bir ilgisi kalmaz, bireysel bir güç dürtüsüne dönüşür.  

Dostluklarına gölge düşüren asıl mesele bu olmuştur. Çünkü Jung, dikkatle böyle bir tutumu hiçbir zaman onaylamayacağını kendisi de bilmektedir. Freud’un doğa üstü güçler dediği olgu, felsefenin ve gelişen çağdaş parapsikoloji biliminin ruhla ilgili ortaya çıkardığı her şey demekti. Jung düşüncesi, cinsellik kuramının da bunlardan bir ayrıcalığının olmayışı, başka düşünce sistemlerinin çoğu gibi o da kanıtlanmamış bir varsayım görüşünü savunmaktadır.

 

Hazırlayan: Nuray Mina