ALBERTO MANGUEL İLE DOĞUMUNUN 120. YILINDA AHMET HAMDİ TANPINAR ÜZERİNE – Karaköy Mono

Alberto Manguel Arjantin’in dünyaya kazandırmış olduğu en önemli yazarlardan. Bizim için önemi sadece Jorge Luis Borges’in uzun yıllar gözlerini kaybettikten sonra söylediklerini not eden kişi olmasının yanında dünyaca tanınan bir isim olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’a duyduğu yakınlık. Bu hayranlık kendisini Türkiye’de bazı eleştirmenler tarafından oryantalist bakış açısı ile yazılmış kitabıyla, Türklere tamamen yabancı gibi eleştirilere uğramış olsa da biz Tanpınar’ın 120. doğum yılında Tanpınar’a duyduğu bu hayranlığı vurgulamak ve en önemlisi bu eleştirilere karşı kendisine açıklama hakkı vermek istedik. İspanya, Güney ve Kuzey Amerika arasında Tanpınar ve Borges çalışmaları yapan akademisyen Nesrin Karavar ile Tanpınar’dan Borges’e önemli bir söyleşi gerçekleştirdik… 

“scroll down for spanish”



1. 2021 yılı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 120. doğum yılı. Edebiyat eleştiri dünyasının 20. yüzyılın en önemli yazarı olarak açıkladığı yazarımız İspanyolca dahil olmak üzere bir çok dile tercüme edildi.  Sizin Tanpınar’ın özellikle Beş Şehir kitabı ile özel bir bağınız var. Tanpınar’ın bu kitabı yayınladıktan yetmiş yıl sonra bu beş şehri gezmek için geldiniz ve Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir kitabını yayınladınız. Neden Tanpınar? 

Hangi Türk okura modern dönemlerin en önemli edebiyatçısı kim diye sorarsanız cevap Tanpınar olacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar  1901 yılında doğdu ve 1962 yılında öldü. Şair, edebiyat tarihçisi, (edebiyat tarihinde çok önemli bir yere sahip olan 19. yüzyıl Türk Edebiyat Tarihi kitabını yazdı) çok önemli gezi notları, mektuplaşmaları ve hatıraları var ama asıl ünü iki romanından kaynaklanıyor: Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Orhan Pamuk’un İstanbul ile ilgili yazılmış en güzel roman olarak gösterdiği Huzur romanı. Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir kitabını yazmak Kalem Ajans’tan Mehmet Demirtaş’ın fikri idi. Yapı Kredi’deki editörümün desteği ile bu beş şehire bir gezi düzenlediler: Ankara, İstanbul, Bursa, Konya ve Erzurum. Benim için tamamen farklı olan bir dünyaya yaptığım inanılmaz bir tecrübeydi. 

2. Tanpınar önsözünde amacını çok net bir şekilde okuyucuya sunuyor: “Beş Şehir’in temel konusu kaybettiklerimizden sonra hayatımızda hissettiğimiz acıdır.” Tanpınar edebiyatının belli başlı özelliklerinden bir tanesi de geçmişe duyulan bu hüzün. Bu geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu’ndan başkası değildi. Bu yeni dünyada yönünü ve kimliğini kaybetmiş hissediyordu. Ama yine bizi şaşkınlığa düşüren bir sözü var: “Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’unda on dakikadan fazla yaşamak istemezdim. Aradığım ne onlar ne de o dönemler. Batı ve Doğu arasında kalmanın doğurduğu bir hissin sonucu.” 

Tanpınar’ın kendi çağdaşları tarafından anlaşılmadığını biliyoruz. Kendisi de bu anlaşılmazlığı siyasi sebeplere bağlıyordu. Günlüğünde şu şekilde yazıyor: “Türkiye’de her şey siyasi tartışmaların etrafında dönüyor. Ben ise eserlerimde gerçek Türk politikasını görüyorum. Sağcılar beni kendilerinden birisi gibi kabul etmiyorlar; solcular düşmanlıkla yaklaşıyorlar. Aynı kültür düzeyinde olduklarım ise Fransız entelektüellere bakıp onların benden daha iyi oldukları ile kıyaslıyorlar.”

Edebi ün gizemli, açıklaması zor bir konu. Nasıl olabilir de böyle sıra dışı bir roman Türkiye dışında yarım yüz yıl sonra tanınmaya başlar? Belki de bazı yazarlar okurlarının dünyasının kendi sayfalarından yansıttıkları dünya ile uyumlu hale gelmesini beklemeliler. Tanpınar’ın büyük romanı Huzur İkinci Dünya Savaşı sıralarında geçiyor ve yazdığı dönem okuyucularından daha çok bizim dönemle benzerlikler gösteriyor. 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye bir gelecek ütopyası hayali kuruyordu. 21. yüzyılda uluslararası olmak duygusu telafi edilemeyecek şekilde kaybedildi. Mümtaz’ın hikayesi geçmiş zamanın telafi edilemeyecek kaybedilişinin hissettirdiği duygular. Yine Mümtaz’ın hikayesi, savaş ile kaybedilmiş toprakların daha iyi bir gelecek beklentisi ile ilerleyişi, geçmişin – ailesi, hocaları, arkadaşları, unutamadığı aşkı – Tanpınar’ın deyimiyle bu kayıp bir destanın tekrar inşasının denemeleri ve yıkıntılar üzerine tekrar kurulması çabalarına dayanıyor. Huzur romanı Tanpınar’ın 20. yüzyıl edebiyat dünyasının en kabiliyetli ve ilham verici yazarlarından olduğunun kanıtıdır.

3. Şüphesiz, Tanpınar’ın Beş Şehir’i ve Batılı gezgin yazarlar – ya da Doğu’da söylendiği gibi Oryantalist gezgin yazarlar – arasında çok fark var. Arjantinli bir yazar olarak her iki farklı bakış açısı ile bu geziyi yapmak nasıl oldu? Ama kendi kültürünün estetik anlayışını, detaylarını anlatan Türk bir yazara odaklanarak yapmaya ‘çalıştınız’. Bazı Türk eleştirmenleri tarafından kitabınız eleştirildi ve Oryantalist olarak değerlendirildi. 

Haklılar. Bu kitabı yazması gereken bir yazar değildim. Türkçe bilmiyorum, okuduğum birkaç kitap dışında Türk tarihi ile ilgili bilgim yok, bir kaç seyahat dışında Türkiye’de yaşamadım. Tüm bunlardan dolayı yüzeysel bir Türkiye bakışına sahiptim, ya da farklılıklara odaklanmış olan ‘oryantalist’ bakış açısı diyelim. Savunmamda şunu söylemek istiyorum: – Çevirmenlerim aracılığı ile – gördüklerimi öğrenmeye, anlamaya çalıştım. Ama iyi niyetli olmak iyi kitapların ortaya çıkması anlamına gelmiyor. 

4. Ve Borges… İstanbul’a gerçekleştirmiş olduğu üç günlük seyahati var.  Önemli bir araştırma merkezi ile şu an üzerinde çalışmış olduğum Borges’in İstanbul’a ve tasavvufa bakış açısıyla ilgili bize biraz bahsedebilir misiniz?

Borges, hemen hemen her şeye ilgi duyuyordu ve yüzeysel bilgilerle yola çıkmayacak kadar akıllıydı. Türkiye ve gelenekleri kendisi için çok önemliydi ve çok merak ediyordu. Maalesef Tanpınar’ın eserlerini tanıyamadı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir romanla çok derinden ilgilenirdi diye düşünüyorum. Ama belki de bazı kitapların okurları kitaplarında yansıttıkları dünyayı keşfedene kadar beklemeliler. Borges’in görmediği elektronik teknoloji sayesinde dünyamız her açıdan hayatımızın bürokratikleşmesine şahit oldu. Aslında her dönem eleştirilmiş olan bürokrasiler şu anda bütün ciddiyetini kaybetti. Para hırslarından dolayı hep tiksindirici olmuş olan finans sektörü açık bir şekilde dürüst olmayan düzenlerini gözler önüne seriyorlar. Her zaman şüpheli davranmış olan idareciler yüzsüzlüklerini ve yetersizliklerini açığa çıkardılar. Eski yazarlar bu resmi ve resmiyet sıkıcılığından kurtulmak için kendilerini gizleyerek karakterler üzerinden bu eleştirilerini yansıttılar: Dickens’ın Jarndyce’daki avukatları, Melville’nin katip Bartleby’i ve Sahipsiz Mektuplar Ofisi, Kafka’nın K’si ve hayretler verici mahkemesi gibi örnekler Borges’in birer gölge gibi hayranlık duyduğu ve örnek aldığı önceki yazarlardı. Borges eğer Tanpınar’ı okuyabilseydi tüm daha önceki yıllarda yazılmış karakterlerin Hayri İrdal gibi dahiyane bir karakterde vücut bulduğunu görecekti. Bartleby’den daha konuşkan, K’den daha az karamsar ama aynı şekilde bu anlamsız kuralların olduğu dünyada esir durumda. Meşrebi geniş Hayri, ciddi bir şekilde Enstitünün kurucusu Halit Ayarcı’ya şöyle diyor: “Bürokrasinin artık gökyüzünü aşıp gittiğini, gerçek bir özgürlük dönemi olduğu bir dönemde olduğumuzu söylemek istiyorum.”

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ayarcı’ya göre kendine has anlamı olan bir enstitü: Kaybedilmiş zamanı çalışmayan saatleri cezalandırmadan, kaybolmuş bir toplumu tekrar katkıda bulunarak ayarlamak. Yani, ‘sevgili finans uzmanlarımızın ekonomi tarihinde yapmış oldukları en önemli buluşlardan biri olanı’ tekrar toplumda uygulanması düşüncesi. 

Ceza sisteminin Enstitü tarafından her saat için belirlenmiş belli bir ücret karşılığında görünen diğer herhangi bir saate göre senkronize edilmemiş olması gerekiyor. “Şüphesiz,” diyor Hayri, “kuralları çiğneyenin cezası eğer saatine diğer saatlerden farklı muamele edilirse ikiye katlanacak.” Bu şekilde ceza yanında olan ve haksızlık yapılan diğer saatlerin sayısına göre artacaktı. Borges’in Hayri’nin hayatında belirli yere sahip olmuş üç saatin hikayesinin Hayri’yi nasıl Enstitüye doğru ilerleyerek ulaştırdığını görmek çok hoşuna gidecekti: Babasının hiçbir zaman bitiremediği camii için aldığı ayaklı bozuk saat; Hayri’ye hayatın geçiciliğini hatırlatan halk melodileri çalan küçük saat ve babasının hiçbir saatçinin tamir edemediği kıbleyi gösteren cep saati. Elbette zamanın kusursuz ayarlanmasının imkânı yok – saatlerin sahiplerine kendilerini özgürce ayarlama özgürlüğü vermiş olmalarına rağmen ki o dönem şartlarında bunu açıklamak mümkün değildi – şehrin en kalabalık bölgesinde sadece bir uzman değersiz olmayan şeylerin koleksiyonunu yapıyordu. Toplumun ve Enstitünün özgür zaman kısıtlamasına şaşırmamalıyız. Enstitünün kurucusunun onayıyla Hayri şu cümleleri kuruyor: “Özgürlüğe karşı olan bu aşk ukalalıktan başka bir şey değil. Eğer gerçekten böyle bir şeye ihtiyacımız olsaydı, ya da gerçekten bu duyguya karşı tutkulu olsaydık birçoğunu esir edip gözden kaçırmış olmaz mıydık?” 

Hemen hemen tüm dünyada özgürlüğün kısıtlandığı bu dönemlerde dünyada Tanpınar’ı okumak toplumlar için sağlıklı olacaktır. 

Röportaj için çok teşekkür ediyorum. 

***

1. 2021 es el 120 aniversario del nacimiento del escritor turco Ahmet Hamdi Tanpınar. Un escritor que ha sido considerado por Orhan Pamuk como su maestro y quien para el mundo de la crítica literaria es el escritor turco más importante del siglo XX, traducido en muchos idiomas, entre ellos en castellano. Usted tiene una relación especial con su libro Cinco Ciudades. Después de leerlo, decidió viajar a esas cinco ciudades turcas sobre las que Tanpinar había escrito 70 años antes y publicó Siguiendo cinco ciudades de Tanpinar. ¿Por qué Tanpınar? 

Pregunte a cualquier lector turco el nombre del novelista turco más importante de los tiempos modernos y muy probablemente la respuesta será Tanpinar. Ahmet Hamdi Tanpinar nació en 1901 y murió en 1962. Fue poeta, historiador literario (escribió una notable Historia de la Literatura Turca del Siglo XIX), fue autor de incisivos cuadernos de viaje y memorias, pero su celebridad reside en sus dos novelas: El instituto de regulación del tiempo y Una mente en paz, una evocación proustiana de la vida familiar que Orhan Pamuk calificó como “la mejor novela jamás escrita sobre Estambul”. 

La idea de escribir una suerte de secuela al libro de Tanpinar Cinco ciudades fue de Mehmet Demirtas, de la agencia literaria Kalem. Fue él quien, con la ayuda de mi editor turco, Yapi Kredi, organizó mi viaje a las cinco ciudades: Ankara, Estambul, Bursa, Konya y Erzurum. Fue una experiencia extraordinaria, un encuentro con un mundo enteramente desconocido para mí.

2. Él deja muy claro su objetivo en la primera línea de su prólogo: “el tema fundamental de Cinco ciudades es la tristeza que sentimos en nuestra vida después de sufrir alguna pérdida”. Una de las características de la producción literaria de Tanpınar es esta tristeza, esta melancolía del pasado. Un pasado que no es otro que el Imperio Otomano. Se siente desorientado e incluso desubicado con la identidad de este mundo nuevo. Pero nos sorprende con una reflexión final que deja a uno totalmente descolocado: “ni siquiera podría vivir más de diez minutos en la Estambul de Solimán el Magnífico (…) Lo que busco no es a ellos ni sus épocas.” ¿Lo suyo tendría que ver con el sentimiento generado por estar entre Oriente y Occidente?

Se suele decir que Tanpinar no fue comprendido por sus contemporáneos. Él mismo veía esa incomprensión como el fruto de su falta de interés por la política, incluso su aparente falta de compromiso con las cuestiones políticas. Tanpinar escribe en su diario: “En Turquía todo gira en torno a una lucha política, mientras que yo veo en mi obra la verdadera política turca. La derecha no me considera uno de los suyos, porque no soy lo suficientemente conservador e ignorante para ser uno de ellos; la izquierda se acerca a mí con enemistad. Los que comparten el mismo nivel de cultura conmigo, miran a los intelectuales franceses y juzgan que son mejores autores que yo”.

La fama literaria es misteriosa: ¿cómo es posible que esta extraordinaria novela haya tardado medio siglo en llegar al pública fuera de las fronteras de Turquía? Quizá ciertos libros tengan que esperar a que el mundo de sus lectores refleje el mundo que describen sus páginas. La gran novela de Tanpinar, Una mente en paz, ambientada en vísperas de la Segunda Guerra Mundial, parece más cercana a nuestro tiempo que al de sus lectores originales. En las primeras décadas del siglo XX, Turquía soñaba con una utopía próxima; en el siglo XXI, el sentimiento universal es de un tiempo irremediablemente perdido. La historia de Mumtaz, su progreso desde los terrores de la guerra hasta la esperanza de un futuro mejor, es un viaje fantasmal perseguido por encuentros del pasado -padres, profesores, amigos, un amor inolvidable- que en palabras de Tanpinar se convierte en un intento épico de recuperar esa pérdida y construir sobre sus ruinas. Una mente en paz muestra a Tanpinar como uno de los escritores más talentosos e inspirados del siglo XX.

3. Sin duda, hay mucha diferencia entre Tanpinar y los viajes de los escritores europeos -en Oriente Medio los llaman “viajeros orientalistas”. ¿Cómo fue viajar mezclando dos miradas diferentes: como un escritor argentino enfocando a un escritor turco? ¿Ha querido presentar la evolución de una estética turca particular y propia? Algunos intelectuales turcos dicen que usted hizo este viaje con una mirada orientalista.

Tienen razón. Yo no era el escritor indicado para escribir ese libro. Y no hablo turco, no sé nada de la historia de Turquía salvo que he leído en algunos libros, no he vivido en Turquía más que como viajero ocasional. Eso hizo que mi mirada fuese necesariamente superficial, “orientalista” si se quiere, si por “orientalista” entendemos la mirada que se detiene en as diferencias más obvias. En mi defensa, diré que intenté aprender, entender (a través de mis traductores) lo que estaba aconteciendo. Pero las buenas intenciones no producen buenos libros.

4. Y Borges…su viaje de tres días a Estambul. ¿Nos podía hablar un poco sobre la mirada de Borges a Estambul y al sufismo?

Borges se interesaba por casi todo, y tenía la suficiente inteligencia para no detenerse en las apariencias superficiales, de manera que Turquía y sus tradiciones tenían para él una atracción cierta. Lamento que no haya conocido la obra de Tanpinar. Yo creo que una novela como El instituto de regulación del tiempo le habría interesado profundamente. Pero tal vez ciertos libros tengan que esperar a que el mundo de sus lectores refleje el mundo que describen sus páginas. En gran parte gracias a la tecnología electrónica, que Borges no conoció, nuestro mundo ha visto la burocratización de todos los aspectos de nuestra vida. Las burocracias, siempre absurdas, han perdido ahora toda apariencia de dignidad; las instituciones financieras, siempre aborrecidas por su avaricia, se han vuelto abiertamente deshonestas; las administraciones, siempre sospechosas, han demostrado ser intrusivas e ineficaces. Los escritores anteriores habían vislumbrado la pesadilla clerical que se avecinaba. La familia Jarndyce de Dickens y sus abogados de la Cancillería, el Bartleby de Melville y su Oficina de Cartas Muertas, el K de Kafka y su juicio alucinante, no eran más que sombras anticipadas que Borges conocía y admiraba. Borges hubiera entendido que estos precursores se encarnan en el héroe ingenuo de Tanpinar, Hayri Irdal, más comunicativo que Bartleby y menos angustiado que K, pero que está cautivo en ese mismo mundo de normas y reglamentos absurdos. “Me atrevería a decir que es una época en la que la burocracia ha alcanzado su cenit, una época de verdadera libertad”, declara sin ironía el fundador del Instituto, Halit Ayarci, al complaciente Hayri. 

El Instituto de Regulación del Tiempo es una organización que, según Ayarci, define su propia función: salvar el tiempo perdido mediante la imposición de multas a los relojes que funcionan mal, aportando orden y sentido a una sociedad disoluta, una idea juzgada como “una de las innovaciones más notables de la historia de la contabilidad por nuestros estimados financieros”.  El sistema de multas establecido por el Instituto especifica el cobro de una determinada suma por cada reloj que no esté sincronizado con cualquier otro reloj a la vista. “Sin embargo”, explica Hayri, “la multa del infractor se duplicaría si su reloj difiere del de cualquier otro de los alrededores. Así, la multa podía aumentar proporcionalmente cuando había varios relojes cerca. A Borges le habrían encantado las historias de los tres relojes que marcaron las etapas del progreso de Hayri hacia el Instituto: el malogrado reloj de pie que compró su padre para amueblar una mezquita que nunca se terminó, un pequeño reloj que cantaba melodías populares y le recordaba a Hayri la brevedad de la vida, y el reloj de bolsillo de su padre con una brújula cuya aguja indicaba la dirección de La Meca, con un mecanismo tan abstruso que ningún relojero podía arreglarlo. Dado que la regulación perfecta del tiempo es imposible -debido a la libertad personal que ofrecen los relojes, algo que naturalmente no estaba en condiciones de explicar en ese momento-, una sola inspección, especialmente en una de las zonas más concurridas de la ciudad, permitía recaudar una suma nada despreciable”. No debe asombrarnos que la sociedad acoja un sistema así y el Instituto que restringe la libre medición del tiempo. “Este amor a la libertad”, cita Hayri con aprobación las palabras del fundador, “no es más que una especie de esnobismo. Si realmente necesitáramos algo así, o si realmente sintiéramos pasión por ello, ¿no nos habríamos agarrado a uno de sus muchos avatares y no lo habríamos perdido de vista?” En estos tiempos de crecientes restricciones a las libertades civiles en todas partes  la novela de Tanpinar resulta una lectura saludable.