Türkçe Sözlü Rock Müzik: Gelecek dalgayı beklemek, asi ruh ve diğerleri – Karaköy Mono
YYZ Kuşağı ve duvardaki mertek;

90’lı yılların başıydı, Haydarpaşa Garı’nda Mavi Tren’in hareket saatini bekliyorduk; “Nükleer Santrale Hayır!” konseri için toplanmış bir sürü grup ve yüzü gülen bir dolu asi ruh, soğuk koyu karanlıkta ışıldayan fenerler gibiydik. İsyanın yükselişi başlamıştı, pop müzik her yeni güne bir yıldız daha ekliyordu, buna dur diyebilecek, alternatif bir hareket bizden önceki kuşakların da yardımıyla yola çıkmıştı bile… “Türkçe sözlü rock olur mu?” tartışmaları 80’li yılların suskunluğunu bozmuştu. Yeni jenerasyonun sokağa inmesiyle birlikte alt kültürün birikmiş enerjisi fanzinler, şiir ve müzik olarak iktidara selam yolluyordu… Bir süreliğine özgürdük ve yeraltı edebiyatı şimdiki gibi hormonlu değildi.

Kahinler ve günlük organik yumurtalar;

Özel televizyon kanalları ve radyoların önlenemez yükselişi, devrin adamı olmayı ve trene atlamayı seçenleri yüreklendiriyordu. Plak şirketleri iki yüz üç yüz bin satan şarkıcılarla bir daha anlaşma yapmıyor, organizatörler, menajerler ve sponsorlar etkinlikleri için boş alan bulamıyorlardı, tabii üniversitelerde durum farklıydı, orası yeni hareketin başlangıç sahnesiydi… 90’lı yıllar boyu süren bu üretken dönemin sonunun anlamı; milenyuma askerlikte giren müzisyenler için mp3 kodlamasıydı. Dalga kırılmıştı ve geri çekilip bir daha kıyıya vurması için uzun bir zaman gerekliydi. Son kral sahnede belirmiş, Grunge’ın altın çağı bitmiş ve sistem onu dönüştürmüştü.

Keith Richards: “Rolling Stones’un bir üyesi olmak varken neden tavukçu dükkânı açmak?”

Gruplarda eleman ayrılıkları yeni gelen dönemde iklim değişikliğinin getirdiği göç dalgası gibi yayıldı… (*Bkz. Ünal Aysal’ın eleman eksikliği.) Müslüman komünistler, liberal sol, Budist Katolikler, mahalle kabadayıları, üniformalı güvenlikler F tipi cezaevlerinden ülke hapishanesine geçişin sokaktaki yansımasıydı… Ne de olsa mecburduk tutunmak için cover şarkılar yapmaya… En gerçekçi konuşanlarımızın, müzik klanlarının ve mafyasının uyumlu uşaklarına dönüşmesini, karşı olanların sistemden dışlanmasını, kısacası kendi yarattığımız iblislerin düzeni ele geçirmesini izledik…

Telif hakları diyerek başköşeye kurulmuş kurtlara karşı savaşmak ve siyah poşetle eve dönmek;

Yani müziğin özgürleşmesi yalanları, sosyal medya fenomenlerine dönüşen “rockstar”ların haklılık arayışında bir arpa boyu yol alamaması, kendilerine methiyeler düzmeleri ve sonunda çocuklarının rızkı için boyun eğmeleri… Özenle kaybetmek nedir konulu workshoplara katılmaları ve havlu hediyesiyle eve dönmeleri… Çeyrek ünlülerin kolay para çarparak ve evde oturarak gelecek dalgayı beklemeleri… D.J’likten mekân işletmeciliğine evirilen yolda birlikte yürümeleri… Sonra ne oldu Türk Rock’ına?

Emanet soysuzluk;

Evet, terimlerin içi boşaltıldı, artık içinde kimsenin tanımasını istemediğin biri var, onu saklamak için her türlü cambazlık mubah…  Manfred Mann’s Earth Band’in “Singing the dolphin true, stil waters…” sözlerinden esinlenmeler, Ahmet Hamdi’nin beslediği geyikler, Derida’dan belirtmeden kitaplara önsözler, üstüne biraz karabiber; The Police cilası, ah ne güzel blues dediğin Hindu Harrison tütsüsü, anlamazsın tabi nedir bu yörede zen?  Slavoj Žižek, ”Sorumluluğumuzu üstlenmeye hazırız dediğimizde bile gerçek genişliğini gizleyen bir kurnazlık görebiliriz. Suçumuzu kabul etme çevikliğinde bile sahte bir güven hissi var. Seve seve suçluyoruz çünkü eğer suçluysak, her şey bize bağlı ve ipler bizim elimizde,” der. Gezi Parkı’ndaki coniler, birleşik ütopya hareketi, evet yenilgi bir değişimin sonatı sanki…  Artık mahalleye dönüp halı saha maçlarında arkadaşlarını sakatlamak, metrobüste eski hayranların tarafından tanınmak, torbacınla iş kurma planları yapmak, kafelerde dünyayı kurtarmak ve yan masadaki kızla kesişmek, eninde sonunda kendini haklı çıkartacak cümleler kurmak ve kuranların arasında kısır yemek: Serbest!

Yazının tamamını Karaköy Mono’nun 2. sayısından okuyabilirsiniz.