Gece Postası – Karaköy Mono

Sirkeci’den Bulgar’a uzanan Gece Postası, mahallemizin içinden geçer, geçerken de evlerimizi ve deprem korkularımızı titretip dururdu. Çocukken, Gece Postası’nın yağlı raylarına uzanıp, işaret parmağımızla baygın bulutları kaydırırdık. Büyüdük, bizi ayak sürterek gittiğimiz işlere, pazar günleri mutlu aile tablolarımızı Florya’ya pikniğe, babalarımızı, o vakitler sarımtırak bir savaş fotoğraftan bildiğimiz Almanyalara, ilk sevgililerimizi varoş hayallerden zengin semtlere taşıdı; sessizce, kimselere görünmeden. Öyle bir şey taşıdı ki bu sefer… Gece Posta’sı Turgut Abi’nin içinden geçti gitti sanki. Ben ve Yusuf o güne dek Gece Postası’nı hep sevdik, o güne dek.Güneş’in, asfalttan tüten neme saklandığı temmuz akşamlarından biriydi. Tekel Salih, son müşterisi Turgut’u da uğurlayıp kapandığında bir gök gürültüsünü andıran kepenkleri indirdi, asma kilidi son kez yokladıktan sonra sendeledi. Turgut Abi, kendisine hafifçe yaslanan Salih’in omzuna dokunup caddedeki arabaya doğru yürümeye başladı: “Evini bulabilecek misin?” dokunuşuydu bu. Beni şoför koltuğunda görünce sinirlenen Turgut Abi, elindeki poşetleri ön tekerin yanına emaneten koyup kapıyı sertçe açtı, “İn aşağı Selim, haydi!” dedi. Mahcup bir ifadeyle şoför koltuğundan inip arkaya, Yusuf’un yanına oturdum. Yusuf gülümsedi, “Turgut Abi dumanlı bu gece, aldırma sen ona,” derken bir yandan da sırtımı sıvazlıyordu. Dişe dokunur dostluğun karşısında her zaman tattığım o iki tuhaf duyguyu yine tadıyordum şimdi; derin bir hayranlık ve sebebini bilmediğim bir huzursuzluk.

Kontağı çalıştırdı, dikiz aynasını sağa sola çevirdi, el frenini indirip kesik kesik gaza dokundu, hiç konuşmadı. Dalgındı; sanki arabanın ön camından yola değil de, geniş düzlükleri avucuna sıkıştırmış geceye, sonsuzluğu anımsatan o renge bakıyordu. Onu, bir açıklama bekleyen bakışlarımızla süzmeye başladık, fakat hemen sonra bu yanlıştan vazgeçtik; çünkü alışılmışın dışında gelişen her eylemin, peşinde iyi niyetli olmayan bir açıklama gerekliliğini de sürüklediğini bize Turgut Abi öğretmişti… Radyodan rastgele bir kanal açtı, “Silah Sesinde Yunuslar” çalıyordu. Şarkının en sevdiğimiz dizelerinde, dikiz aynasında üçümüzün gözleri ve geriden gelen arabaların kısa selektör ışıkları üst üsteydi.

Bedevi dervişlerin, ölümsüzlük ve haz arayışıyla yürüdükleri kızgın çöllere benzeyen yol bitti nihayet. Arabadan inip köhne barakaya doğru yürümeye başladık. Devletin, kimsesizlere ve saat dolduran pezevenklere emanet ettiği eski sağlık ocağının Kanarya Gölü’ne bakan beyaz badanalı duvarına yaslandık. Turgut Abi, iri poşetten bir bira çıkarıp hiç nefes almadan içmeye başladı. Mazot bidonuyla yangına koşulmaz, bu yüzden ne ben ne Yusuf soru sormadık, sadece eşlik ettik.

Nedendir bilmem, bir yazlık sinema havası tadıyordum. Ellerimizde gazozlarla mavi beyaz taburelere oturmuş, başrollerin şehvetle öpüşeceği sahneyi bekliyoruz sanki. Oysa her zamanki gibi Kanarya Gölü’nü izliyorduk; puslu, kırılacak bir eşya gibi sarıp sarmalanmış karanlık su birikintisini. Muhafazakârların içini gıcıklayan meyhanenin hayâsız ışıkları, sokak lambalarının kirli ışığına karışıp göle doğru akıyordu. Sonra, halı sahada top koşturan 12-3 gençlerinin sesi. Karanlık bir arabadan gelen, muhtemelen bir erkek ve bir kadına ait telaşlı sesler. Kıyı boyunca, son seferin rehavetiyle ağır ağır ilerleyen Sirkeci Banliyösü. Kalın, geniş kanalizasyon borularının önünde kıpırdamadan bekleyen sokak kedileri. Sahil yolunda, bir taraftar konvoyu. Kornalar, tabancalar, patinaj sesleri, sallanan trafik lambaları: Saçmalığa davet çağrısı! Saçı sakalı birbirine karışmış, pespaye kıyafetli bir ihtiyar gürültüden rahatsız oluyor, doğrulup konvoya doğru bakıyor. Sesler kesilmeyince bir küfür patlatıyor, sakalından salyalar sarkıyor. Top yapıp cebine soktuğu çoraplarını çıkarıyor, konvoya doğru fırlatıyor, sonra altındaki kartonları düzeltiyor, siyah çöp torbasını kafasına geçirip uyumaya çalışıyor. Kanarya Gölü bize, şehirde olan biteni sessizce fısıldayan bir müzikal gibi.

Turgut Abi, sanki bir şey hatırlamış gibi aniden bir soru sordu: “Ephemera’yı bilir misiniz?” Cevap alamayınca anlatmaya başladı: “Eski Yunanda, bir günlük ömrü olan Mayıs böceği anlamına gelirmiş bu sözcük. Kısa ömürlü, kalıcı olmayan şeyleri tanımlamak için kullanırlarmış.” Hikâyeyi yarıda kesip karşıdaki uçuruma doğru yürüdü, kökleri toprağı delen ağaca yaslanıp sigarasını yaktı. Zift tenekesini andıran gökyüzü, ilerleyen zaman, çalılara yayılan boş bira şişeleri, git gide ağırlaşan nem, yani üçümüz dışında kalan her şey konuşuyordu sanki, sadece biz suskunduk. Yusuf cep telefonunda kayıtlı tüm kadınların kendisini arzuladığını düşünüyor ve rastgele mesajlar atıyor, bense hiçbir şey düşünmeden sadece Turgut Abi’yi izliyordum; çünkü onu, o zirzop, kara mizah ruhlu Turgut Abi’yi hiç bu kadar kederli görmemiştim. Ne olacağını bilmesem de, birazdan bir şeylerin değişeceğini hissetim. Öyle ya, his dediğimiz şey, mantığın, gerçekliği izah edemediği böyle anlarda birdenbire ortaya çıkmaz mı zaten? Her neyse, hislerim doğruydu, böylesi bir sessizliğin bir felaketle neticeleneceğini tahmin etmek zor değildi. Turgut Abi, denizin içinden başını çıkarmış yanardağlar gibi içten içe homurdanmaya başladı, sonra olduğu yere çömelip gözlerini iyice kıstı. Gömleğinin cebinden kırışık bir mektup çıkardı, elinde yüzüğe benzeyen yuvarlak bir ip parçası vardı. Sonra, zıpkın yemiş balık gibi bir anda canlanarak ayağa kalktı, yerdeki bira kutusunu sertçe göle fırlattı. O an istasyondan geçen Sirkeci Banliyösü’ne doğru haykırmaya başladı: “Aneliya! Aneliyam! Öldü! Öl…” Yusuf ile birbirimize bakakaldık, konuşamadık. Sirkeci Banliyösü bize, iki ucu bir araya gelmeyen yaşantılarımızı hatırlatarak geliyordu, raylara sinmiş ölüm kokusunu uyandırarak.

 

Turgut Abi ve Aneliya’nın hikâyesi kimilerine göre sıradandı fakat sadece ince, dingin insanların kavrayabileceği bir şey vardı bu hikâyede: Turgut Abi ve Aneliya’nın dünyasında, o saf sevginin hüküm sürdüğü dünyada, küçücük bir trajedinin nelere yol açabileceği. Turgut Abi Radnevo isimli bir Bulgar köyünde doğmuş. Her gün yirmi otuz kadar koyundan oluşan sürüyü geniş, yemyeşil düzlüklerde gezdirirmiş; elinde flüt, Atina tepelerini karışlayan delikanlılar gibi. Bir gün, sürüden kaçan bir koyunun ardından dolanırken, fırfırlı eteği belinden iki parmak yukarıda, yalın ayak, ince bir derede yürüyen bir kadın görmüş, Aneliya’ydı bu. Seyrettiği manzara öylesine büyülü ki, hiç düşünmeden âşık olmuş. Zaten köy yerinde aşk, şehirlerdeki gibi kafa karıştırıcı değildir, oralarda güzellik hazdan ayrı tutulur. Aneliya ise, çocuklukta dinlediğimiz masal kahramanları gibi; sarı, uzun saçları beline kadar inen, çakır gözlü, babasının kilim atölyesine hapsolmuş bir peri. Köyün, yoksul varlıklı demeden bütün erkeklerini birbirine hasım edecek güzelliğinin farkında bile değil, tenine iplik artıklarından başka bir şey değmemiş ki. Babası, kızının bir Müslümanla anıldığı köy dedikodularını hazmedemiyor, Aneliya’nın parmağındaki yüzüğü çıkarıp atıyor. Yüzük dediysek, koyun yününden incecik bir ip yapmış Turgut Abi, dolamış Aneliya’nın parmağına…

Barış Kılıç’ın kaleme aldığı bu öykünün tamamını Karaköy Mono Dergi 2. sayısından okuyabilirsiniz.