Bazen bir bakarsın her şeyin altüst olduğu bir zaman diliminde bedenin kıpırdanmak üzere can atar. Uydurduğun türlü türlü hikâyelerle yol aldığında anılarında bulduğun yaratıcı imgeler gerçek yaşamındaki imgeleri de pekiştiriverir. Yaşanmışlığa benzer bir imgeyle karşılaşırsan benzer benzeri etkileyecektir. Bedeninin hareketlerini içeriden izlediğinde yaşayıp belki de yaşattığın kırkbeşlik ağırlık kendine yeniden ve yeniden âşık olabilmek için bedeninde deneyimlediğin uç uca eklediğin düşünce kırıntılarıdır artık.
Kırkbeşlik ağırlık
Saksağan, şu ince gövdeli nar ağacının dibinde bulduğu ekmek parçasını kapıp uzaklara uçtu. İzleyeceği yolu nasıl belirliyordu? Gereksediği şeye ulaşmış olmak mıydı bir sonraki anını kesinliğe kavuşturan? Sabah güne gözlerini açtığında gerçekliğini teker teker zihnine getiren bir adamın yatağından kalkarak giydiği terlikler saksağanın siyah gagasının uzandığı işte bu ekmek parçası gibi miydi?
İki sokağın kesiştiği nokta her zaman önemli durumlara nedence olmuştur. Ne olur sokak köşelerinde? Bir sokağın bir diğerine açıldığı işte tam o noktada? Ne olur? Açıklamanın olanaksız olduğu yine de açıklamayı bekleyen bir soru. Canınızı sıkan gereksiz bir telefon konuşması sonrasında düşüncenizin nerede kalmış olduğunu unutup bir türlü anımsayamadığınız için duyduğunuz öfkede mi saklıdır bu açıklama? Açıklanmayı değil anlamlandırılmayı, fark edilmeyi bekleyen soru. Neler olur sokağın işte tam o noktasında? Titremesini gizleyemeyen, sadece gözlerini kaçırabilen, hızlı kan akışını bir türlü durduramayan, heyecandan ölmek üzere olan titrek bedenli bir kadının kırk beş derece ateşle hala yaşayabiliyor olmasında üstü örtülmüş hangi gerçek yatar?
Kadın erkeğe âşık olur, erkek başka bir kadına, kadın başka bir kadına. Yaşanamayan işte bu aşkların uzun kuyruklu saksağanların yuvalarının üzerlerine kondurdukları şapka benzeri yapıyla olan ilgisi, bir dükkândaki şekerlemelerin, küçük çikolataların, kahve bardaklarının konduğu rafa bakıp bir şeyler mırıldanan insanın kurduğu ilişkiye benzer.
Bacaklarını kırk beş derecelik açıyla sallarken bir yandan da iki elini yüzüne götürmüş gözlerinin üzerinden aşağıya dairesel devinimlerle rahatlamaya çalışan işte şu adam bütün geceyi uykusuz geçirmiş. Yanındaki masada oturan iki kadının gülüşerek konuştuklarını dinlemeyerek çoktan soğumuş olan kahvesini beklediği o cuma gününe daha kırk beş gün olduğunu hesaplayarak içiyor. Bardağın, ulaştığı ağzıyla tekrar masanın üzerine değmesi arasında geçen kırk beş saniyelik yaşam tutulması sallanan bacaklarını kırk beş gün sonrasına tutturuyor. Henüz orada olamamanın sarıp sarmaladığı belirsizlik sahip çıkacağı nesnesini bulabilme umuduyla sevişirken imgeleminde canlanan onca görüntüyle baş edebilmek için kulaklarına kadar kızarması gerekiyor. Peki ya sonrasında? “Orada olma”nın yaşattığı mutluluk yüzünde ve yürüyüşünde ne kadar asılı kalacak? “Ne zaman?” sorusunu sormaya gerek olmadan, sormadan işte, soruyor olmak, çaresizlik mi? Demek sorular sorulmadan da soruluyorlar. Belki bir çift topuklu ayakkabı sesi gizli sorusunu gerçek kılacak ya da bir çift göz, gözlerini kaçıramadığı. İki göz iki gözle kırk beş saniye bakıştığında indikleri derinlik dokunma eşiğini geçtiğinde saksağanların ötüşünü andıran gizli bir anlaşma, söze dökmeden söze gelen işte bilmem kaç ardışık notanın işte bilmem kaç insanı birbirine bağladığı.
Moira’ların eğirdiği ip bu, çoğu zaman acımasızca. Pan’ın uzaklardan duyulan çığlık sesleri miskin bir köpeğin esnemesini bile yarıda kesiyor işte. Çenesi neredeyse çıkacak kadar ağzı açık kalmış dünyayı aşk döndürüyor diyen bilmem kaç insan işte yüzlerine uyguladıkları dairesel devinimleri hızlandırarak ipleri az da olsa gevşetebilmek için var güçleriyle savaşıyor. Elbette dünyayı aşk döndürüyor. Ve saksağanlar çoktan uçup gittiklerinde geride hiçbir ötüş duyulmuyor. Kırkbeşlik ağırlık çoktan insanların üzerine çökmüş bile.
Kendine âşık olabilmek
Aradığın ben değilim ki dedi. Diyemedi. Demek istedi sadece. Bu da bir açıdan aynı şeydi. Ama sadece bir açıdan. Karşı tarafa ulaşamayan iç konuşmalar kişilerin etki alanlarını yok ediyor gibiydi. O halde konuşmaların başka türlü yapılmaları gerekiyordu. Üzerimize aldığımız gereksiz yüklerle bu konuşmalar yapılamıyordu. Bazen bir temizlenmeye gereksinim duyar yaşamlarımız. Ama bunu nasıl yapacağımızı bilemeyiz. Aradığımız başka bir şeydir çünkü. Başka. Elimizde olanların yetip yetmemesi değildir mesele. Şu dünyada ne olduğunu, ne olabileceğini görebilmek, duyduğun eksikliği giderebilmek için sınırları zorlamaktır belki. Bir paradigma değişikliği gibi dünyaya başka türlü bakmaya başlamak, belki de bir ‘hiç’ olduğunu anlamaktır sonunda. Hiç’in güzel tarafı, kendini yok etmek üzereyken kendini var etmeye başlamaktır. Kendi heykelini yontuyor misali, sana ait olmayan tüm yüklerden kurtulmak. Aynı yerlere aynı gözlerle baktığında farklı şeyler görebilmek olsa olsa mucize olur. Oysaki mucize diye bir şey varsa yine kişinin kendisi olsa gerekir, dışarıda aranacak bir şey değil.
Bilgeliğin erişilmez olduğunu bile bile yine de peşinden gitmek, kişinin yaşamının dönüştürülmesinin temelindeki açmazdır. Sürekli bir festival havasında olamayan hayatlarımızı yine de neşeli kahkahalar dönüştürür. Acı içindeyken gülümseyebilmek ne de zor mudur, yoksa pek de zor değil midir?
Zihinsel huzur sağlanmadığında düşüncelerin askıya alındığı bir dünya-içinde-var olma biçimine duyulan özlem, felsefi söylem ile felsefenin aslı arasında yapılan ayrıma doğru yol alır. “Siz hiç marangozluk hakkındaki söylemimi dinleyin diyen bir marangoz gördünüz mü?” diye sorar filozof. Söylem bir yana, ev inşa edilecektir. Dans etmenin faydalarını saatlerce anlatıp hiç dans etmeyen bir kişi bu dünya-içinde-var olma durumunda nereye yerleşmeye çalışmaktadır?
Felsefi düşüncelerin mitoslarla bezenerek daha iyi, daha güzel anlamlandırılabileceğine inanmış olanlar kozmos ile uyum içerisinde yaşamaya uğraşmışlardır kuşkusuz. Tutkuyla dolu olanların seçtiği bir yoldur bu. Poetik ruhun bir yansıması. Neşeyle dans eden bedenlerindünyayla temas ederek kendi hikâyelerini yaratmaları.
Doğurma ve yaratma, insanın ölümsüzlüğüne bir katkıysa şayet, kendimizi bu dünya içerisinde var edebilmek için yaptığımız anlamlandırmalar her an her şeye yeniden ve yeniden başlayabileceğimizi gösterir bize. Yeni olan, güzel olanda doğurmadır. Yeni olan, kendini gerçekleştirmek üzere tutkuyla yola çıktığında kendiliğinden gelişendir. Yeni olan, yaratım sürecinin tadına varmak, güzel olandan sadece güzel olduğu için keyif alabilmektir. Yeni olan, kendine ve yaşama inandığında açığa çıkan şeyin peşinden cesurca gitmektir. Yürüdüğün yolun, her ne olursa olsun, özgürlük yolu olduğunu duyumsamak belki de. Ve yeni olan, yaşarken ölmeyi öğrenmektir. “Süreden azat olmak”, içsel dönüşümünü gerçekleştirerek kendini aşıp ebedileşmek, dünyayı görebilmeyi her gün bir kez ve bir kez daha öğrenmektir. Ve yeni olan, kendine her durumda, her yeni bilinç halinde âşık olabilmektir. Nilüfer çiçeklerinin çamurda açtıklarını ve açtıklarında da inanılmaz güzel olduklarını asla unutmamak.
Eros’a bir övgüdür Symposion diyaloğu. Ölümsüzlüğün hep birlikte tadına varabilmek için bir araya gelmiş, tutkulu konuşmacıların birlikte şaraplarını içip, şarkılar söyleyip dans ettiklerini hayal edebildiğimiz felsefi sohbetlerdir. Yudum yudum tadına varılan bir felsefi sarhoşluk. Aşkın ne olduğunu tartışmak üzere bir araya gelmiş bu insanların gerçek aşka yol alan öykülerinin bir buluşması. Dünyayı döndürdüğüne inandığımız aşkın derinleşen bambaşka anlamlarıyla yeniden ve yeniden keşfedilerek insanların var olma öykülerindeki vazgeçilmezliği. Aşkın doğasının ne olduğunun çözümlenmesi bir yana, aşk duyan insanların kendilerini yeniden ve yeniden bulmaları. Resmi yapılsa adı aşk sanatı.
Deneyimle bedeninde
Çekiştirdikçe uzayan düşüncelerin bir noktada kopabilme olanaklılığına yapmak istediğimiz tanıklık mıdır yeniye açılan yoksa? İplikleri sarkan ince uçlu lastiklerin uç uca bağlansalar bile eskisi gibi olamayacakları aşikâr mıdır? Çekiştirilmiş düşüncelerin gevşeyip sarkmaları yola nasıl devam edileceği sorusunu sordurtur. Gelinen ve tam da orada kalınan bir yer var mıdır peki? Kokma, kokuşma, yırtılma, solma ihtimaline karşı yenilenme zamanı tam olarak ne zamandır? Durdurma gereksinimi ile dokunmadan kendi haline bırakma halleri arasında bulduğum ya da kurabildiğim bağlantı, kalbimin tüm bedenime kan pompalıyor olduğu gerçeğine eşlik eden akışkanlık gibidir. Tam da bu noktada sorar çocuk, özlem nerededir?
Bir düşünceyi al ve uzat. Nereye kadar uzatabilirsin? İster top yuvarlar gibi yuvarla argüman yap ve kaç öncüllü olacak sorusunu sor durmaksızın; ister deniz sularının kıyıya gelip geri çekilmeleri gibi bir diyalektiğe açıl. Uzatmak yerine germeyi de deneyebilirsin. Ya da üst üste koyarak merdiven yapmayı. Boncuk dizer gibi tane tane bitişik ilerlesem? Nereye kadar?
‘Hiçliğin sonsuzluğu’. Sert mi? Gergin? Yumuşak? Kaygan? Pürüzlü?
Dokunmadan anlaşılamayan düşüncelere tutunduğunda bedenine davet ettiğin yansılara bir bak. Sendeki yansımaları onlar, bir başkasındaki değil. Bak. Sonra yine bak. Ve yine. Anımsamak için çok sonra geri döndüğünde o yansıyı halen koruyabiliyorsan bu deneyim için artık itiraz etme çünkü yoksun kaldığın hiçbir şey yok. Kadeh kaldırmalısın baştan çıkarıcı düşünceler(in)e. Hayran bakışlar ardındaki sır perdesi aralandığında cüretkâr düşüncelerini de ortadan kaldırmaya çalışma. Belki de başka yolu yoktur davetsizliğe açılmaya.
‘Davetsizliğe kayıtsızlık’. Ağır mı? Hafif? Uçuşkan? Akışkan? Titrek? Pörsümüş?
Deneyimle bedeninde.
Bedenimdeki karşılıklarını yaşamaya izin verdiğimde açıldığım düşünceler geç kalınmışlık hissini de alıp götürdüğünde kendimden, yoluna devam ettiğim ben, en şekilsiz şekilden daha da şekilsiz ben. Sen şekil vermemeyi öğrenene kadar bu yolculuk. Onun ötesi yok. Ötesi sonsuzluk.
Örülmüş dantellerin arasından bakarak dünyaya ötesine geçmeye çalıştığın her anda alıkonduğunda sorunun yanıtı ağırlığının nereye düşeceğindedir. İşgal ettiğin yer kendin kadarsa kendini yitirme zamanı da gelmiş demektir. Hey sen! Bir dur bakalım. Taşma alanıma! Çakılma ihtimaliyle çarpıştığımda bu dünyayla, tanınmaz hale gelinceye kadar yokolma arzum bende. Çürümek istersem çürür, yoluma da pekâlâ devam edebilirim. Duyarsız olamam asla. Belki şiddetli dalgınlıklarımda. Döşediğim kaldırım taşlarımın altında kaç çukur olduğunu saymanın olanaksızlığında. Oysa geliyorum oralara. Yaşamımı taşıra taşıra döktükten sonra içme payı bırakmaya başladığımda, bir yudum ve bir yudum daha.
Çekiştirdikçe uzayan bedenimin gevşeyip sarktığında varacağı yerde elekten dökülmüş düşünce kırıntıları artık uzayamayacak kadar ufaldığında, uç ucalığın boşunalığında başlayacak olan zaman benim zamanımdır. Yerleşmek istediğim yer işte tam orasıdır.
Giriş görseli, Aydan Aksakal-Pan