Felsefe, tarih, mimari ve sanatla yoğrulmuş tadı damağımda bir tur… Bir bisikletçi başka ne ister!
Bizim gibi sıradan ölümlüleri boş verin de, tanrı-imparatorlar, aristokratlar, din insanları binlerce yıldır kader ağlarının gelecekte başlarına neler öreceğini bilmek için nasıl yanıp tutuştular öyle. Heyhat, bu uğurda ne kelleler alındı, ne hazineler saçılıp duruldu müneccimlere, falcılara, büyücülere… Mesela “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” namlı padişahlar, savaş kararı alma ya da sefer tarihi belirleme gibi hayati konularda yıldızları gözleyen müneccimlere danışır, eşref saatini beklerdi. Antik Yunanlar ise kuşların uçuşundan kurbağanın bağırsaklarına varıncaya dek pek çok yönteme başvurmuştu.
İtiraf etmek gerekirse, matematik ve fizik biliminin ilk tohumları da işte bu yıldız falcılığı (astroloji) sayesinde atıldı. Homo sapiens atalarımız başlarını kaldırıp gökyüzüne baktığında, uzak yıldızlardan saniyede 300 bin km hızla bize ulaşan ışık fotonlarından bir şeyler çıkarmaya, kehanetlerde bulunmaya çalıştı. Bunu yaparken dünyanın sabit olduğunu, güneşin, ayın ve diğer her şeyin yerkürenin etrafında döndüğünü sandılar. Tam da o sıralarda (İÖ 6.-3. yy) Miletoslu Thales, Anaksimandros, Samoslu Epikür, Efesli Herakleitos, Klazomenaialı (Urlalı) Anaksagoras gibi yürek yemiş filozoflar tarih sahnesine çıktı ve tanrıları kapının dışına attılar. Gai & Uranoslu ya da Okeanos & Thetisli yaradılış mitleriyle dünya merkezli evren modellerine karşı ilk bilimsel görüşleri ortaya koydular.
İşte felsefe, dinin karşısına aklı koyup, “en güzel gökyüzünün altında ve en güzel iklimin bulunduğu” bu topraklarda (İyonya’da) böyle doğdu.
Antik dünyanın kehanet merkezi: Didymaion
Defalarca dört teker üzerinde geçtiğim, Sokrates öncesi felsefenin ya da başka ifadeyle doğa felsefesinin yeşerdiği kadim toprakları bu defa bisikletle karış karış gezmeye karar vermiştim. Bilenler bilir, Ege’nin bilhassa kuzeyinin en güzel dönemi eylüldür; deniz çarşaf gibi olur, tatilciler terk-i Ege eyleyip İstanbul’un yolunu tutar, fiyatlar düşer ve doğru düzgün muamele görmeye başlarsınız.
Aşırı sıcaklar yüzünden defalarca ertelediğim turu, sıcaklığın daha katlanılabilir mevsimine denk getirmenin ve sudan ucuza otel ayarlayabilmenin rahatlığıyla tek başıma da olsa sonunda gerçekleştirecektim. Tur rotasını belirlerken iki kuralım var: ilki mutlaka bir şelale, göl, antik kent vb yerlerden geçmek, ikincisi de aynı yerden mümkün mertebe geçmemek. Efesli “ağlayan filozof” Herakleitos’un, “aynı suda iki kez yıkanamazsanız” sözüne katılmamak ne mümkün!
Planım, Didim’in Altınkum plajında iki gün deniz sefası yapmak, ardından Apollon Tapınağı’ndan başlayarak Milet Antik Kenti’ne, oradan Priene’ye uğramak. Geceyi Söke’de geçirdikten sonra da ertesi gün Dilek Yarımadası (Güzelçamlı), Kuşadası derken Efes’te tura nokta koymak. Deniz, tarih ve mitolojiyle bezeli bir tur, bir bisikletçi başka ne ister!
Geceliğini 10 dolara ayarladığım deniz manzaralı oda hiç fena sayılmaz, zaten temiz yatak ve duştan başka da beklentim yok. İlk iki günü, Didim’in ondan fazla mavi bayraklı plajlarından birinde deniz sefasına ayıracağım. Uygun bir plaj bakınmadan önce Ege mutfağından birkaç şey deneyeyim diyorum ama ezici çoğunluk kebapçı, pideci ve hamburgerci. İlçe merkezinde gözüme ilk çarpan ve daha çok yabancılara hitap eden çok sayıda emlakçı. Premiere Lig afişleri, İngiliz takımlarının kaşkollarıyla bezeli barlar hedef kitleyi işaret ediyor. Britanyalılar son 15 yılda 10 binden fazla ev satın almış Didim’de. Bu kadar ilgi, lüks villalar, artan nüfus ve araç trafiği Didim’e ya da bölgeye olumlu ne katmış derseniz hiçbir şey göremiyorum. Götürdükleri ise ayrı bir yazı konusu.
Didymaion (Didim Apollon Tapınağı)
Deniz tatili bitiyor ve günün ilk ışıklarıyla beraber tarihin mitolojiyle harmanlandığı doyurucu bir bisiklet turu başlıyor. İki teker Didim (Altınkum) sahilinin 3,8 km kuzeyindeki Küçük Asya’nın en büyük tapınağı olan Didymaion için dönüyor. Her ne kadar sonbahara adım atsak da ışık hâlâ sert, dolayısıyla patlamayan kareler çekebilmek için en uygun zaman olan sabahın erken saatinde düşüyorum yola.
Uzaktan tüm haşmetiyle gökyüzüne, Olimpos’una uzanan üç devasa İon tarzı mermer sütun karşılıyor. Sonrasında antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden “Didymaion” yani Didim’in Apollon Tapınağı tüm yaşanmışlığıyla gözlerimin önüne seriliyor. Müşterileri arasında imparatorlar, krallar-kraliçeler, generaller ve daha kimler kimler… İnsanlar, tanrı Apollon adına kehanette bulunan kadın kâhine danışıp gelecekleri konusunda bir şeyler öğrenmeye çalıştılar yüzlerce yıl. Tabiî ki bu danışmanlık hizmetleri sıradan insanlar için geçerli. Egemenlerin beklentisiyse aldıkları idarî ve askerî kararların onaylatılmasından başka şey değil. Çünkü din destekli kehanet, sadece bugün değil antik çağda da en popüler kitle yönetim araçlarından biriydi. Rasyonel düşüncenin doğduğu Milet’te bile durum böyleydi.
Örneğin, İÖ 334’te İyonya’yı ele geçiren Makedonyalı Büyük İskender’in ilk işi, fetihlerini meşrulaştırmak adına Didim kâhinine kendini Zeus’un oğlu ilân ettirmek olmuş. Babası II. Filip çoktan terk-i antik dünya eylediğinden annesi bu duruma pek ses etmemiş olmalı. “Bir tanrı bile kaderin elinden kaçamaz” diyen kadın kâhinimiz Pythia’ya hak vermemek mümkün mü? Bilge kadın doğrusu… Ne savaş tanrısı Athena’nın koruyuculuğu, ne Apollon’un kehanet gücü İskender’i genç yaşta ölmekten kurtaramamıştı.
İskender’den altı asır sonra başka bir fatih, Roma İmparatoru Diocletianus çalmış Didyma Şeyhülpaganizm’in kapısını (İS 302). Amacı sayıları giderek artan ve güç kazanmaya başlayan Hristiyanları sindirmek. Kâhin, dünyadaki kâfirlerin Apollon’un bilgelik yetisini engellediğini söyleyip imparatora yapacağı zorbalıklar için yeşil ışığı yakmış. Takip eden üç yıl boyunca Hristiyanların öncelikle toplu ibadetleri yasaklandı, mallarına el kondu daha sonra kiliseleri yakıp yıkıldı, kendileri de toplu katliamlara uğradı.
Tapınağın konukları hep böyle imparatorlar ya da umutsuz hastalar olmamış. Tarihin babası Heredot, o dönemde ne kadar katil, hırsız vb varsa, kaçıp tapınağın koruyucu duvarları ardına atladıklarını ve mutlak koruma altındaki rahiplerden sığınma hakkı istediklerini yazar. Ee, bir hırsızı başka kim en iyi anlar?
Cinayete ‘taş kesilmek’
Kafasından kıvır kıvır sarkan yılanlar, kederli gözleriyle tanrıların ondan çaldığı geçmişine bakan, büyük ve yuvarlak bir yüz… Apollon Tapınağı’nın incisi Medusa frizine bakıyorum. Taş ustası ne kadar hünerli olsa da, mitolojinin en bilindik öykülerinden birinde kurban rolü biçilen Medusa’nın trajik öyküsünü anlatmaya yetmiyor. Onun hikâyesi, 21. yüzyılın Türkiye’sinde bile maalesef rastlayabileceğimiz türde bir cinayet: Güzeller güzeli Medusa ilk olarak Athena Tapınağı’nda Poseidon tarafından tecavüze uğrayıp hamile bırakılıyor. Evinde, onurunun kirletildiğini söyleyen Athena da hıncını Poseidon’dan almak yerine, gücünün yettiği ve kıskançlık duyduğu Medusa’dan çıkartıyor. Kiralık bir katil (Perseus) tutup Medusa’yı öldürtüyor. Böylece namusunu(!) temizlemiş oluyor diyelim. Öykü çok tanıdık değil mi?
Aslında “bilge tanrıça” Athena, Medusa’yı öldürtmeden önce onu bir anti-kahramana dönüştürmüştü. Kafasından saç yerine yılanlar fışkıran, göz göze geldiği herkesi taşa çevirip öldüren bir kahraman. Antik dünyada tapınakların hazine odalarına Medusa başı koymalarının nedeni tam da bu batıl inanç. Dini korku yayarak hırsızlara caydırıcı olur umudu gütmüşler safça. Tapınak hırsızlarını bilmem ama 21. yüzyılda taşa dönüşen büyük bir hırsız hiç görmedim, duymadım.
Pamuk gibi bulutlarım olmasa da mavi göğe saçılmış homojen bir ışıkla onlarca fotoğraf çekiyorum. Işık tanrısı Apollon’la vedalaşıp tekrar pedal basmadan önce, kafein zengini bir kahveyle kuru meyve karışımından oluşan menüyü mideye indiriyorum. Kana karışması biraz zaman alacak ama yol tamamen düz olduğundan, sıcak hava dışında bacaklarımı zorlayacak başka engel yok.
Pek de ter atamadan kısa süre sonra eski bir Rum yerleşimi olan Akköy’e varıyorum. İstanbul’dan otobüsle gelirken dikkatimi çeken, Didim’e giriş-çıkışların yapıldığı oldukça canlı bir köy. “Çalışmak erdemdir” safsatasının sahibi kapitalistlere inat, “İnsan geçineceğini sağladı mı, erdemle uğraşmalıdır” diyen Miletli ozan Phokylides’in varisi Akköylü erkekler kahvehaneleri hınca hınç doldurmuş. Köylü kadınlarsa her yerde olduğu gibi en çok çalışan kesim: reçel, kekik, zeytin, zeytinyağı, bal gibi türlü türlü şeyler satıyorlar tezgâhlarda.
Rasyonel düşüncenin doğduğu topraklar
Akköy’ü geride bırakınca Milet (Miletos) öncesi son durağım Balat. İsmi beylikler döneminden yadigâr Balat köyü, bir zamanlar Milet Antik Kenti’yle iç içeydi. 1955’deki depremin ardından köyü alıp biraz güneye taşımışlar. Bu noktadan itibaren alabildiğine pamuk kaplıyor dört bir yanı. Batıda Ege Denizi, kuzeyinde Büyük Menderes Nehri ve suladığı verimli topraklarla güneşin sofrasına kurulmuş kadim Milet…
Bir zamanlar İyon Birliği’nin en büyük liman kenti, Herodot’un “çalışan nehri” Büyük Menderes’in taşıdığı alüvyonlar yüzünden denizini kaybetmiş, pamuk deryasında yüzen adacığa dönüşmüş. Bereketli topraklarındansa insanlık tarihine geçen büyük düşünürler doğurmuş. Matematikçi, gökbilimci, biyolog yani tam teşekküllü filozoflar bunlar: Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Ayasofya’nın mimarı Isidoros.
Pekiyi, Thales’i (İÖ 624-547) ve ardıllarını önemli kılan neydi? Diyebiliriz ki ilk kez bir babayiğit çıktı ve fiziksel ve felsefi olarak doğanın işleyişini açıklamaya çalıştı. Üstelik bunu yaparken o dönemin yaratılış mitlerine de sığınmadı. Dünyayı meydana getiren temel maddenin su olduğunu (daha doğrusu nem) bilimsel metotlar kullanarak anlatmaya çalıştı. “Yağmur suyu kulaktan girerse orucum bozulur mu hoca efendi?” sorusunu cevaplamaya ne mutlu ki ömrü yetmemiş. Sudan mevzuları bir kenara bırakırsak, Thales’i doğa filozoflarının en biliniri yapıp Platon ve Aristoteles gibi starların övgülerine mazhar olmasını sağlayan icraatı, yaşanan güneş tutulmasını öncesinde doğru tahmin etmesi olmuş.
Anaksimandros (İÖ 610-547) da evrim teorisini ilk ortaya koyan hazret. Yaşamın denizlerde başladığını, insanlar da dahil tüm canlıların önce suda yaşayıp karaya daha sonra çıktığını söylemiş. Ayrıca Thales’in maddi töz olarak öne sürdüğü su teorisine, suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyor. Anaksimandros’a göre su gibi nicelikçe sonlu bir kütleden evreni meydana getiren sonsuz varlık kütlesi doğamaz.
Evrenin işleyişini tanrısal öykülere sığınmadan anlamaya ve açıklamaya uğraşan bu doğa adamlarının çelik gibi iradesine rağmen mitler hiç eksik olmamış Milet’te. O dönem her kentin bir efsane kuruluş hikâyesi ve koruyucu tanrısı/tanrıçası vardır. Şehri kurduğu rivayet edilen krallar/prensler, meşruiyet sağlamak adına soylarını ilâhi babalarına dayamışlar habire. Milet’i kuran zat-ı şahaneleri de Girit Kralı Minos’un torunu Milet’ten başkası değil.
Prenses Akakallis bir yasak aşkın meyvesi olan oğlunu, kral babası öldürmesin diye saklar. Efsaneye göre, çocuğun babası tanrı Apollon’dur ama yine de anası Akakalis evladını Anadolu’ya kaçırır. Malum, masallardaki çocuklar çabuk büyür, bizim “Milet” de koca delikanlı olur ve kendi adını taşıyan Milet’i kurar. Kimse de sormaz, “Bir kral nasıl bir tanrının oğlunu öldürebilir?” diye.
Ya su Milet!.. Salve Miletos!..
Zaman her şeyin üzerinden geçiyor ve güzellik de bâki kalmıyor. İskender’in Milet Büyükşehir Belediyesi’ne bağladığı hac merkezi Didyma bugün koca bir turizm merkezine dönüşmüş, denizle bağını koparan Milet’se eski debdebeli günlerinden uzak, Alman avrolarıyla zamana meydan okuyor. İlk işim Arkeoloji Müzesi, ardından da Roma döneminde neredeyse baştan inşa edilerek kapasitesi 19 bine çıkarılan görkemli tiyatro.
Sarı dev iyice tepeye çıkıp kavururken kısa süreliğine Delphinion’un gölgesine sığınıyorum üç işçiyle beraber. Yaz aylarında ödenek çıkınca Alman ekiple kazılara katılan, derileri Ege güneşinde katran karası olmuş üç genç adam. Ayağa kaldırdıkları sütunları gururla gösteriyorlar. “Kazıdan artakalan aylarda nasıl geçiniyorsunuz? Turizm mi?” diye soruyorum, hayır, balıkçılık yapıyorlarmış. Onlar burada her gün “erdemle” çalışıyorlar ama ne kadar didinirlerse didinsinler, doğdukları günden bu yana geçim sıkıntısı yakalarını bırakmamış.
Milet’ten 13 km sonra yol sağa dirsek yapıp Priene-Söke istikametine kıvrılıyor. Son sıvı takviyesini yoldan biraz içeri dalıp zeytinliklerle çevrili Tuzburgazı köyünde yapıyorum. Geçen hafta boyunca yağan yağmur sebebiyle pamuk toplama işi yarıda kalmış. “Nasıl zor olmuyor mu bu kadar pamuğu toplamak, herhalde yüzlerce insan çalışıyor?” diye safça soruyorum bakkala. “Ne insanı! Makineler topluyor hepsini.” Oysa pamuk deyince gözümün önüne Yaşar Kemal’in o engin Çukurovası ve perişan durumdaki ırgatlarından başka bir şey gelmiyordu.
Tuzburgazı ve hemen batısındaki Doğanbey köylerinin erkekleri, pamuk dışında Rumlar’dan öğrendikleri Dalyan balıkçılığını da yapıyor. Yoğun emek ve iş birliği gerektiriyor. Denizin sığlaştığı yerde hasırlarla çit örüp balıkları oluşturdukları bu geniş göle kıstırıyorlar. Sonra teknelerle açılıp balıklarla köşe kapmaca…
Tuzburgazı ve Atburgazı köylerine veda edip antik komşuları Priene’ye çıkıyorum. Burası Söke öncesi son ödülüm. Sırtını anıtsal Samsun Dağı’nın güney yamacına yaslamış İyonya Birliği’nin bir diğer üyesi Priene, Menderes Ovası manzaralı küçük, az tanınan bir Hellen kenti. B. Menderes Milet’e yaptığını ona da yapmış ve denizden 10 kilometre kadar içeri atmış. İki limanı varmış vakti zamanında. Kentin en görkemli yapılarından Athena Tapınağı’ndan bakıp da gördüğüm Menderes Ovası iki bin yıl önce buralara kadar ulaşmıyordu. Denizdi her taraf.
Ayağa kaldırılmış beş görkemli mermer sütunuyla Athena Tapınağı ise ovaya hâkim bir düzlüğün üzerinde. Mimarı komşu Miletos’tan Pytheos (İÖ 4. yy.). Kendisi antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Halikarnassos’daki (Bodrum) Mausoleum’u da inşa eden kişi. Büyük İskender Priene’yi savaşmadan elde edince, kente bir miktar para bağışlamış. Prieneliler de İskender’in tanrısı Athena adına bir tapınak inşa ettirmişler Pytheos’a.
İlginçtir kentin bir de nazım planı var. “Hippodamik” yani “ızgara” denilen sistemle inşa edilmiş Priene. En etkileyici yapıysa kesinlikle amfi tiyatro. Samsun Dağı ile kucaklaşan yapı, Anadolu’daki tek Hellen tiyatrosu. Şaşaadan uzak ama son derece göz alıcı, doğayla ve diğer mimari unsurlarla bütünleşik, insanı ezmeyen kamusal bir alan. Tiyatroya bir de su saati koymuşlar, güneşin batışına bir saat kalmışken, sus vakti geldi diyor, herkese. Kalispera Priene!
Arkama denizden ılık ılık esen Ege melteminin serinleten desteğini alıp yükleniyorum pedallara. Söke’ye kadar sağım solum her yer beyaz, her yer yeşil. Bu kadar sıcak bir günde, kan ter içinde kalmanın ödülünü katmer katmer aldım. Felsefe, tarih, mimari ve sanatla yoğrulmuş tadı damağımda bir tur! Bir bisikletçi başka ne ister!