Röportaj: Rafi Atam
İnsanların burada diğer insanlardan beklentisi dininden, ırkından, milletinden önce dürüst esnaf mıdır, işini layıkıyla yapar mı, sözünü tutar mı beklentisidir.
Karaköy Mono’ya Türkiye’nin kalbinin attığı Kapalıçarşı’nın en eski kuyum ustalarından Hagop Nişanyan’ı konuk ettik. Yarım asra yakın bir zamandır Kapalıçarşı’da mücevher tasarımıyla uğraşan Hagop Usta’yla usta-çırak ilişkilerinden çarşının değişen çehresine, kaybolmaya yüz tutan geleneklerden modern zamanlara uzanan bir yolculuğa buyurmaz mısınız?
Geçmiş dönemlerde ailelerin okula devam etmeyen çocuklarını “madem okumadı hiç değilse kolunda altın bir bileziği olsun” düşüncesiyle zanaat öğrenmeye teşvik ettiğini biliyoruz. Okuldan vazgeçip iş hayatına atılma kararını nasıl verdiniz? Bu tamamıyla size ait bir karar mıydı? Yoksa sizin dışınızda gelişen şartlar mı bu kararda etkili oldu?
Öncelikle bu benim kararım değildi. Benim dışımda gelişen birçok etken hayatımı bu yöne kaydırdı diyebilirim. Okula devam ettiğim dönemlerde yaz tatillerinde olsun, hafta sonlarında olsun boşluklarımı zaten çalışarak geçiriyordum. Bu arada annemin kuyumculuğa duyduğu yoğun ilgi beni bu mesleğe yönlendirmesine vesile oldu. Bir de Türkiye’de o dönem okumanın siyaset yapmakla eşdeğer görüldüğü bir süreç yaşanıyordu. Siyasetin ve okulun dışında kalan insanların mesleğine sarılmaktan başka bir çaresinin olmadığı bir ortamda yaz ve hafta sonu tatillerinden aşina olduğum kuyumculuğa devam ettim.
Toplumun genelinde mesleğiniz bir şemsiye altında Kuyumculuk olarak adlandırılıyor. Bu doğru bir tanım mı?
Sadece satış yapan dükkânlara da kuyumcu diyoruz, işin en arkasında tel çeken insana da, tezgâhtarlık yapana da. Bütünlüklü olarak bakıldığında bu işe emeği geçen herkesi kuyumcu olarak anmak doğru bir yaklaşım gibi görülebilir. Fakat bana göre burada dikkat edilmesi gereken ince nüans zanaatkarlık olarak diğerlerinden ayrılıyor. O da bir küpeyi, bir gerdanlığı, bir yüzüğü yoktan var etme iradesidir. Ben işin hep bu tarafındaydım. Eski insanların tabir ettiği şekilde söyleyecek olursak bizlerin yaptığı işe koyulan isim Kapalıçarşı Lügati’nde “Sadekârlık” olarak adlandırılır. Günümüze uyarlarsak Mücevher Tasarımcısı diyebiliriz.
Ustalığa giden yolda çıraklık ve kalfalık aşamalarının yerinin apayrı olduğunu yolu Kapalıçarşı’dan geçen herkes az çok bilir. Mesleğe başlama aşamanız olan çıraklık ve kalfalık döneminizden biraz bahseder misiniz?
Bizim bu aşamalardan geçtiğimiz dönemlerle bugünü kıyasladığımızda arada dünya kadar fark var. İş ahlakının insanların paraya bakışının büyük bir değişim ve dönüşüm geçirdiğine şahit oldum. Şimdi bazıları çırak deyip geçer ama benim dönemimde çıraklık meslek öğrenmeye atılan ilk adım olduğundan insanların nezdinde değerli bir müesseseydi. Bugün çıraklık yapmak için bizlere gelen çocuklar önce ne kadar haftalık alacaklarını soruyorlar. Bizlerin döneminde ustamız haftalığımızı unutup vermediğinde o parayı gidip ondan isteyemezdik. Kendisinin hatırlamasını beklerdik. Günümüzde herhangi bir okula gittiğinizde bilgi satın almak için para ödemiyor musunuz? Ödüyorsunuz. Kapalıçarşı da bir okul, üstelik size bir zanaat öğretirken emeğinizin karşılığını da veren bir okul, ama gençlerin çoğu bu mantığa burun kıvırdığından zanaat kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya maalesef.
Usta çırak ilişkilerinden bahsetmişken size mesleği öğreten yanında yetiştiğiniz ustanızdan bahseder misiniz? Onunla ilgili aklınızda kalan unutamadığınız bir anı ya da bir hayat dersi var mı?
Meslek yaşamım boyunca üç ustam oldu. Birincisi çarşının o dönemde bütün renkli taş tedarikini sağlayan Hagop Markaryan’dı. Daha sonra Jirayr Şadyan ve Kamer Fenerciyan’ın atölyelerinde kalfalık yaptım. Üçünden de mesleğe ve hayata dair çok önemli bilgiler edindim. Onlardan öğrendiklerimi ustalığa giden yolda kilometre taşlarım haline getirdim ve asla unutmadım.
Ailenizde sizden önce bu mesleği icra eden kimse var mıydı? Atölyenizi oğlunuz Şant Nişanyan’la birlikte yürüttüğünüzü gördük. Sizin için bu durum ne kadar önemliydi? Yani oğlunuz sizinle çalışmayı kabul etmeseydi ona karşı bir tepkiniz ya da kırgınlığınız olur muydu?
Ailemden bu mesleği benden önce yapan kimse yoktu. Daha önce söylediğim gibi annemin ve o günün şartlarının etkisi olmasa belki ben de bu mesleği seçmeyecektim. Bugün geriye dönüp baktığımda o seçimi kendim yapabilmiş olsaydım hangi mesleği seçerdim diye düşündüğümde aklıma zanaatın bir başka dalı olan marangozluk geliyor. Ben her zaman şuna inandım kim nerede ne işle uğraşırsa uğraşsın kazandığı paradan önce mutlu olmalı. Ancak o zaman başarılı ve huzurlu bir hayat sürdürebilir. O yüzden oğluma karşı asla böyle bir kızgınlığı olmazdı. Bilakis seçeceği meslekte ona yine en çok ben yardımcı olup teşvik etmeye çalışırdım.
Oğlunuzla mesleki anlamda kuşak farkından doğan anlaşmazlıklar yaşadığınız ya da ters düştüğünüz konular oluyor mu? Eğer oluyorsa bunları nasıl aşıyorsunuz?
Tabii ki anlaşmazlıklar yaşadığımız oluyor. Bu da çok normal. Ben yılların getirdiği bilgi birikimimle hareket etmeye çalışırken Şant ise üniversitede aldığı bilimsel eğitimle hayatı anlamaya çalışıyor. Bu tartışmalar çoğunlukla teori ve pratiğin, tecrübe ve eğitimin ortada bir yerde buluşmasıyla çözülüyor.
Türk’ü, Ermeni’si, Kürd’ü, Süryani’si, Yahudi’si, Levanten’i, Rum’u yüzlerce yıldır Kapalıçarşı’da birlikte yaşamış, birlikte ticaret yapmış. Sizin atölyenizde de birçok farklı kökenden insanın sorunsuzca birlikte çalıştığını görüyoruz. Çarşının bu ruhunun sırrı nedir sizce? Bu durumu sadece ticaretle açıklamak mümkün mü?
İnsanlar önce vicdanlı olmalı. Bana göre işin içine politik tahrikler girmediği sürece kimse bozulmaz. Sokaktaki ya da çarşıdaki insanın kendisinden farklı olan insanlarla bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Kapalıçarşı için konuşacak olursam insanların burada diğer insanlardan beklentisi dininden, ırkından, milletinden önce dürüst esnaf mıdır, işini layıkıyla yapar mı, sözünü tutar mı beklentisidir. Bu kriterle uyan herhangi bir insan hangi milletten ya da dinden olursa olsun burada rahatlıkla iş yapar, hayatını idame ettirir. Sanırım o sır dediğimiz şey bu.
Kapalıçarşı dışardan bakıldığında yerlisi olsun, turisti olsun yılda bir iki kez işi düşen herkes için büyülü ve nostaljik bir dünya kabul, fakat ben yaklaşık elli yıldır her gün burada nefes alan bir insan olarak nasıl bir Kapalıçarşı profili çizeceğinizi çok merak ediyorum?
Kapalıçarşı renkli bir dünyadır gerçekten içinde benim gibi elli yılda geçirseniz bir günde geçirseniz o dokuyu o tadı hissedersiniz. Herkesin bilmediği meslek dalları vardır mesela meyancılar, hanutçular gibi. Bunlar birçok insanın bilmediği meslek dallarıdır tarif etmek gerekirse bir çeşit komisyonculuk yaparlar. Restoranlarla, taksicilerle, halıcılarla anlaşmalıdırlar. Anlaşmalı oldukları mekânlara yönlendirdikleri müşteri başına komisyon alırlar. Ya da bir yüzüğün, bir bileziğin en ucuz işçilikle nereden bulunacağını araştırıp o insanları o dükkânlara yönlendirirler. Satış gerçekleştiği takdirde komisyonlarını alırlar. Bu insanlar buranın az bilinen yüzleridir. Renkleridirler.
Çocukluk yıllarımızda sıklıkla duyduğumuz Türkiye Ekonomisinin kalbi Kapalıçarşı ve Laleli’de atar söylemi son yıllarda yaşananların etkisiyle Laleli kısmını kaybetmiş gibi görünüyor. Peki ya Kapalıçarşı kısmında durum ne?
Biraz kara mizah gibi olacak ama gerçek şu ki çarşı birkaç yıldır bir geçiş yolu bir kestirme gibi kullanılır duruma geldi. Ben bu durumu biraz son yıllardaki İstiklal Caddesinin vaziyetine benzetiyorum. Sağda solda alabildiğine dükkânlar ortada bir kalabalık fakat ekonomik anlamda bir hareketsizlik. İstiklal caddesinde olsun Çarşıda olsun son yıllarda dükkânların arka arkaya kapanmasının nedeni de bu, bana göre insanların alım gücünün düşmüş olması.
Sonuç olarak bakışım hep şu yönde oldu kazandıysam bu işten kazandım, kaybedersem de bu işte kaybederim.
Türkiye’nin yakın geçmişte yaşamış olduğu 1994, 1999, 2001 krizlerinde en büyük sarsıntıların hissedildiği yer şüphesiz ki ekonominin can damarının attığı Kapalıçarşı’ydı. O krizler esnasında tam olarak neler yaşadınız, geleceğe dair ne gibi dersler çıkardınız?
Hayatım boyunca kaçak dövüşmeyi hiç düşünmedim. O yüzden bu bahsettiğiniz krizlerde korkmadan yoluma devam etmekten başka bir şey gelmedi aklıma. Para kaybetmedim mi? Ettim. Hazırda olan para mı eritmedim mi? Erittim. Ama krizler esnasında bir taraftan kendimi stratejimi yenilemeye çalıştım. İç piyasanın durgun olduğu dönemlerde yurtdışı piyasasına çalışarak o işsizliği atlatmaya uğraştık vs. Sonuç olarak bakışım hep şu yönde oldu kazandıysam bu işten kazandım, kaybedersem de bu işte kaybederim.
Türkiye’nin insan profili yakın geçmişte defalarca kez değişime maruz kaldı. Örnekleyecek olursak 70’li ve 80’li yıllarda Anadolu’dan büyükşehirlere göç, yakın zamana kadar batılı ve Rus turistlerin ziyaret ettiği bir ülke konumundan özellikle son zamanlarda Arap turistlerin tercih ettiği bir ülkeye dönüşüm, Suriyeli sığınmacılar vs. Bütün bu sarsıntılar ve değişimler Kapalıçarşı’da nasıl hissedildi?
Kültürel değişimler hayatın her alanında olduğu gibi takıya da giysiye de yansıyor. Örneğin sen bütün yıl çalışıp koleksiyonunu o yıl batılı turiste göre dizayn ediyorsun bir siyasi kriz çıkıyor, o sene batılı turist yerine Arap turistle doluyor memleket. Başlıyorsun bocalamaya ne yaparım, ne ederim diye sonuçta bir sezonun yanmış oluyor. Ondan da önemlisi bir dahaki sezon böyle bir şey olmayacağının garantisi de yok. Siyasi belirsizlikler, krizler, kültürel değişimler üreticileri çoğunlukla bu türlü sorunlarla karşı karşıya bırakıyor.
Bir zanaatkâr olarak sanatın diğer dallarıyla aranız nasıl? Onlara vakit ayırabiliyor musunuz? Yoksa yarattığınız eserler tüm dünyanızı doldurmaya yetiyor mu?
Ben sanatın her dalına hayatı boyunca hayranlıkla bakmış bir insanım. Bir demirci ustasını, bir ayakkabıcıyı, bir ev tasarımını, bir kuş kafesi yapımını, bir kara kalem çalışmasını nerede olursam olayım bir çocuk merakıyla üzerine düşüp incelemeye, nasıl yapıldığını anlamaya çalışırım. Bendeki bu tutku bir hastalık derecesinde diyebilirim. Bu durumdan çok memnunum. Kendimi bu şekilde mutlu hissediyorum. Fırsat buldukça da saydığım bu işlere elimi atmadan duramıyorum.
Son olarak tarihsel bir karakterin altından heykelini yapma şansınız olsa bu kim olurdu?
Bu cevabın arkasında sakın siyasi bir yaklaşım veya görüş aramayın. Bu tamamıyla sanatsal bir gözlem sonucu verilmiş bir yanıt. Benim böyle bir şansım olsa Atatürk’ün heykelini yapmak isterdim. Çünkü bugün ortada olan heykellerinden çok daha iyisini, ona çok daha benzerini yapabileceğimi düşünüyorum.
Fotoğraflar: Ali Özkul
Video & Kurgu: İmer Arı