Tarih boyunca oyuncuların karşı cinsin kıyafetlerini giyerek performans yaptıkları görülmüştür. Antik Yunan’dan tutun Japon tiyatrosundaki kabukilere kadar oyuncular karşı cinsi tasvir etmek için bu yolu kullanırlar. Tekrardan geçmişe dönecek olursak “cross-gender oyunculuğun” erkeklerce kullanımının daha sık olduğunu görürüz. Bunun sebeplerinden biri şüphesiz ki kadın haklarının daha kısıtlı olması ve 1600’lü yılların sonuna kadar kadınların sahne almalarının yaygın bir şekilde yasak olmasıdır. Bir diğer sebebin ise toplumun yaratmış olduğu cinsiyet rolleri dahilinde kadınların kıyafet kodlarının erkeklerinkinden daha silik çizgilerle sınırlandırıldığı, bu sebeple erkek kılığına giren kadının yeterince iyi bir performans sergilediğinin düşünülmemesi olduğu kanısındayım. Bu yazının en zor kısmının başlığı olması kafamda çılgın bir karışıklığa sebep olunca bu duruma giriş paragrafımda değinmenin doğru olacağını düşündüm. Kısmen arkadaş listenizdeki “-de’ler -da’lar ayrı yazılır” kişisi olduğum için kullanmam gereken yabancı kelimelerin Türkçe muadillerini bulmaya özen gösteriyorum. Fakat bildiğim ve araştırdığım kadarıyla “cross-gender acting” kavramının ülkemizde “zenne” dışında bir muadili yok. Zenne ve köçek unsurlarının bulunduğu topraklarda “cross-gender acting”e Türkçe karşılık bulamamak beni biraz şaşırttı biraz da şaşırtmadı. Başlıkta zenne kelimesini kullanmanın derlemiş olduğum filmler arasındaki bağı yansıtmadığını hatta anlamı farklı bir yöne çekeceği kanısına vardım. Travesti kelimesi ile latincede “bir yerden bir yere” anlamına gelen trans kökünden gelip Fransızcadaki vêtement yani kıyafet kelimesi ile birleşerek dilimize yerleşmiştir. Fakat bunun da ihtiyacım olan kelime olmadığı fikrindeyim zira cross-gender oyunculukta cinsel haz katmanlar arasında değildir ve listede sadece transseksüel karakterleri barındıran filmler yer almıyor. Aradığım kelimenin en yakını “crossdresser” fakat biraz araştırınca crossdresserın Türkçeye çevrilmeden, Türkler arasında İngilizce hali ile kullanılan bir kalıp olduğunu gördüm. Bu konu hakkındaki görüşlerinizi bana mail ya da yorum yolu ile bildirirseniz bir hayli müteşekkir olurum.
Albert Nobbs (2011, Rodrigo Garcia)
https://i.hizliresim.com/Lb4VE1.jpg
Kadınların ikinci sınıf görüldükleri 19. yüzyıl İrlanda’sında bireysel özgürlük bir hayalden ibaretti. Albert Nobbs, kendi işini kuracak sermayeyi kazanmak için erkek kılığına girer zira çalışmak için başka şansı yoktur. Dublin’in en lüks otellerinden birinde kahya olarak çalışırken Hubert Page adlı yakışıklı bir ressamla karşılaşır ve hayatı beklenmedik bir şekilde değişir. Kısaca Albert Nobbs toplum tarafından maskülenleştirilirken tüm cinsel kimliklerden uzaklaşan bir kadının hikayesidir. Hali hazırda keskin hatlara sahip olsa da Glenn Close’un performansı izlemeye değer.
Breakfast on Pluto (2005, Neil Jordan)
Listemizdeki kitaptan uyarlama filmlerden ilki “Breakfast on Pluto”. 70’li yıllarda evlatlığı olduğu bir pederin yanında yaşayan Patrick “Kitten” Braden adında transseksüel bir kadın, öz annesini aramak ve kimliğinin kabul gördüğü bir toplumda yaşamak için İrlanda’dan Londra’ya gider. Patrick “Kitten” Braden tatlı, dokunaklı ve akıllı bir karakterdir. Film, toplumdan saygı talep eden bir bireyin hikayesini ekrana taşıyor. Listemizde yer alma sebebi ise başrolümüz Cillian Murphy. Bir an siz de Murphy’nin 41 yaşında olduğuna inanamadınız değil mi?
Orlando (1992, Sally Potter)
Cinselliğin dört asırlık bir sürede aynı karakter üzerinden incelendiği film, Virginia Woolf’un aynı isimdeki romanından uyarlanmıştır. Woolf, Orlando’yu arkadaşı biseksüel yazar Vita Sackville-West’e ithaf etmiştir. Film erkek olarak dünyaya gelen bir şairin zaman ve ülke kavramı bağlamında cinsiyet değiştirerek hayatına devam etmesini anlatır. Tıpkı bir bukalemun gibi. Eh, mizaç değişimi ve androjenlik kavramlarından bahsederken akla gelen ilk isim de Tilda Swinton zaten. Elizabeth dönemindeki toplumsal davranışları anlatan Orlando’da cinsiyet ve kimlik kavramları hakkındaki modern endişeler de işleniyor.
The Crying Game (1992, Neil Jordan)
İngiliz askeri Jody, Kuzey İrlanda’da IRA tarafından kaçırılır. Esir tutulduğu yerde, düşman olmasına rağmen kendisine nazik davranan Fergus’un da bulunduğu bir ekip ile beraber kalmaya başlar. İngiliz hükümeti, IRA tutuklularını serbest bırakmazsa infaz edilecek olan Jody, bu durumun gerçekleşmesi ihtimalinde Fergus’dan kız arkadaşı Dil ile ilgilenmesini ister. Yayınlandığı yıl oldukça ses getiren bu film senaryosundaki “süprizler” ile tanınıyor. Transeksüellik bu filmde ön planda olmasa da bu hususta içinde Dil karakterini canlandıran Jaye Davidson’ın olmadığı bir liste hayal edemedik doğrusu.
Tootsie (1982, Sydney Pollack)
Heteroseksüel kadın kılığına girdikten sonra heteroseksüel kadına aşık olma düsturu açısından Tootsie ile Some Like It Hot benzer filmler. Geçimini oyunculuk dersleri vererek sağlayan -hatta sağlayamayan- Michael Dorsey, çareyi kadın kılığına girerek bir dizide rol kapmakta bulur. Fakat işler canlandırdığı karakterin tutup kariyer basamaklarının ayaklarının altına serilmesi ve oynadığı dizinin başrolüne aşık olması ile biraz karmaşık bir hale gelir. Tootsie, melodrama seviyesini tadında bırakan ve toplumsal cinsiyet rollerine fırça çeken kaliteli bir komedi filmi. Hatta karakterler arasındaki karmaşık ilişki durumlarının bir yerde Shakespearean olduğunu bile söyleyebiliriz. Zamanında Akademi Ödülünü, Ben Kingsley kapmış olsa da Dustin Hoffman’ın performansının nasıl olduğunu tahmin etmek zor değil. Beğenenlerin “Mrs. Doubtfire”ı da izlemeleri önerilir.
The Rocky Horror Picture Show (1975, Jim Sharman)
Çiçeği burnunda nişanlılar Brad ve Janet, arabalarında çıkan bir sorun sebebiyle telefon görüşmesi yapmak için Dr. Frank-N-Furter’ın kalesine teşrif etmek mecburiyetinde kalırlar. Kendilerine kalacak yer teklif edilir edilmesine fakat çiftimiz “transeksüel Transilvanya” ütopyasında vakit geçirmeye pek niyetli değildir.
Işıltılı korseler, şatafatlı kabare havası, seks ve örselenen masumiyetin dışında filmin bir çeşit 70’ler alegorisi olduğunu söyleyebiliriz. David Bowie’nin alt rock personası olan Ziggy Stardust mitosu dahilinde Frank’i anlamlandırmanın pek de zor olduğu söylenemez. The Rock Horror Picture Show, Tim Curry’nin performansını da hesaba katacak olursak sadece sanatsal açıdan keyifli bir film değil, aynı zamanda glamin ne olduğu konusunda harika bir metafordur.
The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert (1994, Stephan Elliott)
Avustralya’da orta yaşlı bir transseksüel olan Bernadette, Mitzi ve Felicia adlı üç drag kraliçesi Alice Springs adlı bir beldede bir otelden iş teklifi alırlar. Üçlü Priscilla adındaki eski otobüsleriyle yolculuğa çıkar fakat Priscilla kraliçeleri çölün ortasında yarı yolda bırakır. Film orta yaş bunalımını kendi cildinden yorulan bir karakter ile anlatırken “maçoluk” ve hegemonik erkeklik kavramlarına da dokunmadan geçmiyor. Memento ve L.A. Confidential’dan tanıdığımız Guy Pearce ile çoğunlukla Matrix, V for Vendetta ve Lord of the Rings gibi filmlerle aklımıza kazınan Hugo Weaving’i bir de böyle izleyin derim.
Boys Don’t Cry (1999, Kimberly Peirce)
Adından da anlaşılacağı üzere hegemonik erkeklik kavramını enine boyuna irdeleyen Boys Don’t Cry gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır. Film kısaca Brandon Teena adındaki bir transeksüelin yaşamını anlatır. Hilary Swank’ın, gerçek Brandon’a olan benzerliği ise neredeyse tüyler ürpertici.
Dallas Buyers Club (2013, Jean-Marc Vallée)
Film, başta listede “The Birdcage”in yerini alıp almaması konusunda beni düşündürmüş olsa da Jared Leto’nun güzel hatrını ne yazık ki göz ardı edemedim. 90’larda doğan kişiler Jared Leto’yu zihinlerinde oyuncudan önce müzisyen olarak tanımlayıp canlandırdığı rolleri daha bir şaşkınlıkla karşılıyor olabilirler. Tabi konuya buradan girmişken “Suicide Squad”a sallamadan edemeyeceğim. Jared Leto’yu Suicide Squad ile değil de buradaki haliyle hatırlamama yardımcı olan Jean-Marc Vallée’ye minnetimi filmini listeme koyarak göstereceğim. 1985 yılında geçen film, Ron Woodrof adındaki bir elektrikçinin kendisine AIDS teşhisi konduktan sonra insanların ilaç teminlerini kolaylaştırma çabasını anlatıyor. Leto filmde karşımıza transeksüel bir birey olarak karşımıza çıkarken Matthew McConaughey’in inanılmaz fiziksel değişimini de belirtmeden olmaz.
Some Like It Hot (1959, Billy Wilder)
Film, yedi kişinin ölümü ile sonuçlanan Sevgililer Günü Katliamı’na tanıklık eden Joe ve Jerry’nin peşlerine düşen çeteden kaçmak üzere Florida’ya kaçarken Joe’nun trende Sugar Kane lakaplı bir kadına aşık olmasını konu alır. Firarları sırasında kadın kılığına giren Joe ve Jerry artık Josephine ve Daphne adını almışlardır. Joe, en büyük hayali zengin bir adamla evlenmek olan Sugar’ı tavlamaya çalışırken, Osgood denen gerçek bir milyoner’in Jerry’e aşık olmasıyla film gerçekten kaliteli bir ironi ve mizaha kapılarını açar.
Some Like It Hot’ın, diyolog ve oyunculuklar dışında Hays Kodu olarak bilinen sansür uygulamasında tahribata yol açtığını söylemek mümkün. Hays Kodu resmi olarak 1968 yılında yürürlükten kaldırılmış olsa da sinemaseverler bu sansür uygulamasının işlevini 1959 yılında yitirdiği konusunda hemfikir. Ayrıca cinsellik ve dolandırıcılık gibi konuları ele alan film “Hristiyanlık ve geleneksel ahlak standartlarının ciddi şekilde saldırıya maruz kaldığı” gerekçesi ile Katolikler tarafından kınanıp, Kansas’ta yasaklanmıştı.
Ülkemizdeki muadili “Fıstık Gibi Maşallah”ın da pek keyifli olduğunu unutmadan ekleyelim.