Sub Rosa tarafından 20’nin üzerinde müzisyenin çalışmalarının yer aldığı “Anthology of Turkish Experimental Music” albümünde bir araya gelen, Batur Sönmez ve SIFIR(Zafer Aracagök) ile albüm ve deneysel elektronik müziğinin kitlesinden, bu türdeki çalışmalara yer veren mekanlardan ve bireysel tatmin üzerine Borusan Müzik Evi’nde keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Anthology of Turkish Experimental Music” albümü ile başlayalım. Bu ekip nasıl bir araya geldi, nasıl buluştunuz ve bu süreç nasıl ilerledi?
Batur: Bu ekip şöyle bir araya geldi: En başında Sub Rosa şirketi bizi, Erdem’le (Helvacıoğlu) ikimizi yan yana getirdi. Çünkü uzun yıllardan beri deneysel, elektronik vb. müzik üzerine çalışıyorduk ve uluslararası alanda da haklı bir takdiri kazanmıştık. Biz de üstümüze düşen tarihi görevi yerine getirmek için oldukça ciddi bir çalışma yaptık. Çok objektif bir yaklaşımla tanıdığımız, işlerini takip ettiğimiz müzisyen arkadaşları albüme davet ettik. Belli kriterler etrafında seçilen müzisyenleri bir araya getirerek toplamayı oluşturduk.
Zafer: Sub Rosa, gerek Avrupa gerekse dünyada deneysel müzik alanında temel bir plak şirketidir. Her şey oradan geçer diyebiliriz.
Batur: Önemli bir şirket. Biraz daha entelektüel bir dinleyici kitlesine sesleniyor, yaptığı işler itibariyle de başka bir yerde duran butik bir şirket. Zafer’in söylediği gibi ağırlıklı olarak daha üst düzey kültürel ve sanatsal ağırlığı olan müziklere veya müzisyenlere yer veren bir şirket.
Peki, Türkiye’de deneysel elektronik müzik çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Sizce geçmişte nasıldı, şu an nasıl ilerliyor?
Zafer: Geçmişte, bizim albümde de yer alan çok önemli müzisyenler var. Örneğin, Bülent Arel ve İlhan Mimaroğlu. Bu albüm çıktıktan sonra sağda solda bazı şeyler yazıldı, sorgulandı. Neden 1960’lardan sonra birden 90’lara geliyoruz diye. Bunun türlü nedenleri var tabii ki. En başta, bilgisayar kullanımı ve bilgisayarda üretilen deneysel müzik ve bu işlerin internet aracılığıyla paylaşılıp yaygınlaştırılması 90’lı yılların sonlarına denk geliyor. 1960 – 1990 arası deneysel işler üretmiş ama bir görünürlüğe ulaşmamış kişiler olabilir tabii ki ama bu sanırım bir başka araştırmanın konusu. Şu an, bu aralıkta var olan insanları göz ardı edecek olursak tabii ki 90’lardan beri ve benim tanıdığım, Batur’un tanıdığı, bütün arkadaşlarımın tanıdığı bir underground tayfa var ve bunlar kendi hallerinde, bağımsız şekillerde müzik yapıyorlar. Kimi piyasaya çıkıyor kimi kalıyor, çoğu piyasaya çıkmıyor fakat tek tek sayabileceğim müzisyen adları o kadar çok ki.
Batur: Bizim kulvar biraz daha başka bir yerde duruyor. Böyle olunca da tabii müzisyenlerin çok çabuk ortaya çıkması veya sürekli bir mecrada kendilerini ifade etmesi gibi bir şey olmamış. Nasıl, neden olmamış tabii bu bizim işimiz değil. Bu ve benzeri müzikler kişiye bağlı; yani siz varsanız oluyor, siz yoksanız olmuyor. Bizim de, bu jenerasyonun diyelim bir zamanı vardı ve o zaman geldi; bu insanlar daha erişkin bir şekilde kafalarındaki müzikleri oluşturdular ve böylece oluştu diyebiliriz. Yani deneysel müzik nerededir? Üzerinde fazlaca durulacak bir şey değil. Özetle bu albümdeki herkes Türkiye’deki bir deneysel elektronik müzik yaklaşımını temsil ediyor. Bu çok değerli ve bence en değerli şey… Zafer’in de orada olma sebebi var, benim de… Müzisyenleri davet ederken de ona dikkat ettik, herkesin orada olma sebebi olduğu için albümde yer alıyorlar.
Sizce deneysel elektronik müziğin bir kitlesi var mı Türkiye’de?
Batur: Bunun bir kitlesi var. Kesinlikle var olduğuna inanıyorum. Daha da büyütülebilir mi, esas soru bu! Büyütülebilir ama şu önemli, bu nasıl yapılır? Daha çok konserler olacak, daha çok kurumsal destek olacak ve bunu da yapılan işlere sanat bâbında bakılıp bu alandaki arkadaşlara hak ettiği değer verilecek, böyle böyle devam edilecek. Borusan Müzik Evi’ne de bu arada çok teşekkürler tabii. Onlar da bize böyle bir alan açtılar, imkân verdiler.
Genel anlamıyla deneysel elektronik müziğe çok fazla imkân tanıyan mekân var mı acaba İstanbul’da?
Zafer: İstanbul’da mı? Hiç sanmıyorum.
Batur: Şöyle bir şey söyleyeyim, mesela kendim 10 yıl boyunca, yani 2006 ile 2016 yılları arasında konser serileri organize ettim. Bunların her birinde Türk izleyicisiyle, yurt dışından gelen, yaptığı işlere inandığım, nitelikli müzisyenleri buluşturmaya çalıştım. Kendim de bilfiil (müzisyen olarak) bu konserlerde yer aldım. Bu etkinlikleri tek bir mekâna bağlı kalmadan, farklı mekânlarda bir konsept çerçevesinde organize ettim. Birçok Türk müzisyeni olaya dahil etmeye çalışmıştım. Şöyle bir şey var; biz yapmasak kim yapacak! Bir organizasyonun, organizatörün beni bulmasını bekleyemem. İşte bu sebeple, ciddi konser serileri yapıp organize ettim. Bu anlamda, Türkiye’nin de yurt dışından farklı bir gözle görülmesine, ilgiyle izlenmesine katkıda bulunduğuma inanıyorum. Birçok güzel örnek var: Bir gün ABC Radyosu’ndan geldiler, Avusturalya, Sidney’den. Prodüktörün listesinde üç tane isim vardı; Erdem Helvacıoğlu, Alper Maral ve ben. “İşte bu isimlerin Türkiye’de elektronik müzikle uğraşan ve bir şeyler yapmaya çalışan arkadaşlar olduğunu öğrendim” diyerek bizimle röportaj yaptı ve eserlerimizi programında çaldı. Yani şimdi ABC Radyosu’ndan, Sidney’den kalkıp gelip bizi bulabiliyorsa, bu bir şey ifade eder. Bunun örnekleri çok var.
Bu albüm de onlardan biridir. Sub Rosa’nın bizi yan yana getirmesi bir tesadüf sonucu olmadı. Tabii arkamızda Sub Rosa gibi bir plak şirketi olmasaydı albüm olamazdı. Bizi olabildiğince desteklediler ve biz de elimizden geleni yaptık. Türkiye’de daha iyi işlerin olabilmesi için bu alandaki müzisyenlerin, sanatçıların desteklenmesi gerekli. Her zaman daha güzel işler yapılır. Yeterli potansiyel, bilgi ve deneyime sahibiz.
Daha fazlaya kitleye nasıl ulaşılabilir? Ulaşmalı mı?
Zafer: Ben kendi açımdan konuşacak olursam; Batur ve Erdem’in yaptıkları çok takdire şayan girişimler oldu. Sub Rosa’dan bu albümün çıkmış olması mükemmel bir olay. Kendi gelişim çizgimden bahsedecek olursak, müzikle profesyonel olarak 2000’lerden beri uğraşıyorum. İlk albümüm 2000’de çıkmıştı ki o zamanlar konser verilecek mekânlar burada daha fazlaydı. İstiklal’de bir sürü mekân vardı. Neredeyse hepsinde konser verdim ve konser verdiğimiz zamanlarda da çok fazla bir katılım olmazdı; ama konserler tam oturmaya başlamıştı ki bu sefer İstiklal çöküşe geçti.
Burada temel sorun şunun etrafında dönüyor bence, bu yaptığınız işi kim için yapıyorsunuz? Cevabım hiç kimse için. Kendim için! Yani alıcısı olsa da olur, olmasa da olur. Ben kendimi ifade ettiğim sürece benim için durum ok’dir.
Batur: Müzisyen veya sanatçı öncelikle bir yapıt, bir eser ortaya koyuyor. İlk önce kendi için yapıyor, daha sonra eğer bu halkla buluşuyorsa bu başka bir yere geliyor veya gelmiyor ama önemli de değil. Önemli olan sanatın aslında çok bireysel bir ifade olduğu.
Bireysel tatminle ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Batur: Tatmin başka bir şey ama buradaki konu daha çok ifadenin kendisi.
Zafer: İfadeyle alakası var, yani bir şeyi ifade ettiğiniz zaman mutlu oluyorsunuz. Bu da alıcısı olursa güzel bir şey oluyor ama olmasa da olur.
Batur: Olmasa da olur. İzleyici daha çok olur mu ya da var mıdır… O aslında birincil olarak müzisyenin müzisyen veya sanatçının derdi değil. Sanatçı sadece müziğini yapıp ortaya koyar. Ondan sonra olur mu, olmaz mı, kim gelir, gelmez mi; üç kişi de gelse (Zafer: Bence de.) çıkar sahneye çalar, yani bunun olma sebebi müziğini yapmış olması. Tabii konser mevzusu olunca biraz daha başka bir şey ama orada da… Zafer’in söylediğinde bir gerçeklik payı var. Mesela 2000’lerin başında çok daha heyecanlı bir kitle vardı, keşfe daha açık bir kitle vardı onlar yavaş yavaş evlerine çekildiler. Ne yazık ki böyle bir şey var. Bu internet midir, bilişim teknolojileri midir; ne yazık ki insanları daha yalnızlaştırdığı çok doğru. Her şeyin zaten elinin altında olması bunun gibi paylaşımları biraz daha azalttı. Aslında mekânların kapanmasının da mutlaka bir sebebi vardır ama gerçekten ilgili veya keşfe hazır, açık fikirli dinleyici çok önemli. Çünkü onlar olduğu sürece mekânlar olacaktır, konserler daha fazla olacaktır, daha çok dinleyicinin geldiği konserleri gören bu işi yapanlar, işte organizatörler veya müzik sunanlar diyelim, daha çok etkinlikler planlayacaktır. Yani mühim olan dinleyicinin itici gücü ama dinleyicinin de gerçekten keşfetmeye ve dinlemeye daha açık bir kitle olması gerekli.
Asıl sormak istediğim noktaya değiniyoruz sanırım. Biraz daha bir şeyleri keşfetmeye açık izleyici derken siz de çünkü sürekli bir şeyler keşfetmeye çalışıyorsunuz gibi bir görüntü var aklımda. Neden bir şeyleri denemek, sınırları zorlamak bu kadar önem taşıyor?
Zafer: Bunu ilk söyleyen ben değilim tabii ki, ama benim kişisel görüşüm şöyle: Sanat her zaman zor bir şeydir, zor olmalıdır. Kolay alıp satılacak, kolay dinlenecek, kolay teslim edilecek bir şey değildir. Mesela klasik müzik çok geniş bir kavram ama örneğin 19. yüzyılda romantiğe geçişte insanlar niye o kadar rahatsız olmuşlardı? “Böyle bir kompozisyon, böyle bir armonik yapı olamaz! Çöpe atalım bunları!’’ diye isyan eden insanlar vardı ama zaman içinde kulaklar alıştı.
Müzik veya görsel sanatlar ya da kısaca sanat tarihine baktığımızda parlayanlar hep belli bir sınırı zorlayan ve ondan sonra o sınırın ötesine geçmeyi beceren kişiler olmuşlardır. Yani bize verilen formu kabul edecek miyiz, yoksa formu zorlayıp başka yerlere mi çekeceğiz? Benim için sanattaki en temel kaygı formdur; kuşkusuz forma formunu veren içerikle birlikte.
Öte yanda, benim için “deneysel” ile “deneyimsel” arasında fark var. Deneyselde, kompozisyon kaygısı olmadan ya da kompozisyon kaygısını çok fazla dinleyiciye iletmeden bir akış söz konusuysa deneyimselde, deneyseli deneyimlenebileceği bir alana açmak önemli. Açıkçası bundan şu yüzden bahsettim; az önce sözünü ettiğim sınırları hem içeri hem de dışarıya doğru zorlamak gerekiyor.
Batur: Şimdi deneysel elektronik müzik dediğimiz bunun olmazsa olmazı. Bir defa elektronik müziğin olmazsa olmazı deneysellik ve rastlamsallık; bunu biz kendimiz bulmadık tabii, bunu hocalarımız da yaptılar, bizler de yapıyoruz. Bu olmadan olabilir mi? Olamaz çünkü bu böyle başladı. İtalyan fütüristlerden ilk dönem elektronik müzisyenlere, oradan 80’li yılların endüstriyel müzik yaklaşımına ve sonrasında günümüzün Noise müzik bestecilerine uzanan bir zaman tüneli, sanatsal ve müzikal büyük bir miras. Hepsinde aynı anlayış ve yaklaşım var.
Benim özel çalışma alanım Noise Müzik. Şunu diyorum, Noise Müzik günümüz elektronik müziğinin ta kendisidir. Yeni denemeler, sınırları zorlama becerisi çok önemli. Çünkü çalışma alanımızın kendisi sanat kavramı içinde var olan, hayat bulan bir durum. Bu durumda, yeni önermeler ve ifadeleri arayıp bulmayı gerektiriyor. Yani yeni denemeleri ve var olanı sorgulamayı.
Sizce herhangi müzik eseri ne kadar ciddi olmalıdır? Ne kadar anlamlı olmalıdır? Sadece yeni şeyler denemeye çalışmak bunun için yeterli midir?
Zafer: Kendi açımdan söyleyecek olursam tabii ki son derece ciddi olması gerekiyor, her sanatsal uğraş gibi ciddiye alınarak yapılması gerekiyor. Genel bir konseptin içinde deneysel müzik yaptığımızı söylüyorsak bizi öteki müziklerden ayıran şöyle bir şey var ki, en başta eğlence olsun diye yapmıyoruz bu işi (Batur: Katılıyorum buna). Yani “distraction” anlamında bir eğlence değil yaptığımız… Müziğin o kısmıyla uğraşan insanlar var. Pop müzik yapmıyorum mesela, eğlence müziği ya da dans müziği yapmıyorum. Ama yaptığınız işte “denge” ya da dengeleri nasıl kurduğunuz söz konusuysa, daha önce değindiğim gibi sınırları hem içe hem de dışa doğru zorlama taraftarıyım. Örneğin, bu konser çerçevesi içinde düşünecek olursak katılımcılar arasında, belki de en ritmik performans, ritime en çok kucak açan performans bizimkiydi. Ama ses akışa geçtikten sonra, bilhassa sonlara doğru işin hiç böyle olmadığı görüldü. Deneysel müzikle uğraşan bir insan olsam da, her zaman kompozisyon yanlısıyım. Kompozisyon ama nasıl bir kompozisyon? Bu soruyu sormak ve sordurmak önemli. Yani bir şey kompoze ederken onu aynı zamanda dekompoze etmek, ritim içi ve ritim dışını, armoni içi ve armoni dışını, her türlü dengeyi dikkatle kurup bozmak çok önemli. Yani, dengeyi kurup bozarak bir şey yapmaya çalışıyorum ve bu da herhalde işimi ciddiye aldığımın bir göstergesi olarak kabul edilebilir diye düşünüyorum. Sanatsal ifade “Ben çok duygulandım şunu ifade edivereyim” gibi bir şey değildir. Sanat formla, işitsel ve işitsel-dışı formlarla çok alakalı, ses dengeleriyle çok alakalı bir yapıdır. Ve bunlarla alakalıysa zaten ciddi anlamda ses üretimi üstüne çalışıyorsunuz demektir.
Peki ama yani bir dinleyici olarak seçtiğiniz sözler özellikle işte “Alo Tren Müdürlüğü Mü?’’ falan… (Sıfır: Onlar çok eskide kaldı.) Çok hoşuma gittiler o çok ayrı bir şey ama hani işte bir yandan bakıldığında da çok rastgele duruyor aslında. (Batur: Güzelliği orada aslında.) Hani cümleler de çok rastgele duruyor ama kendi içinde işte dediğiniz gibi, hani belirli bir ciddiyeti var ama bir yandan sanki hiç de yokmuş gibi ama var aslında.
Zafer: Zaman zaman değişiyor yaptığım müzik. Bahsettiğin parça ilk albüm, 2000’de yayınlanan, NEREDEORADABURADA’dan. “Alo Tren Müdürlüğü Mü?” vardı, “Beyin Tramvayı Geçirmek İstiyorum” vardı. Tabii ki tren müdürlüğü diye bir merci yok hayatta. “Beyin Tramvayı Geçirmek İstiyorum”daki tramvay, hayatta travma sahibi olmanın ne kadar ayrıcalıklı bir durum olduğuna işaret ediyordu. (Batur: Güzeldi, zevkliydi.) Durum şöyle bir şeydi: Bir arkadaşı arıyordum, o zamanlar daha cep telefonları falan yoktu, telesekreterler vardı; aramam cevapsız kalınca ben de böyle bir mesaj bırakmıştım. Arkadaşım kaydı bana göndermiş, ben de bu kayıtla oynayıp parçanın içine yerleştirmiştim.
Batur: Yani sonuçta aslında bu ve benzeri hikâyeler bir ifade aracı olabiliyor. Demek ki şu esas; elektronik müzisyenin elinde sizin gülüp geçebileceğiniz materyal, dönüp dolaşıp bir müzik formu, müzik bestesi haline gelebiliyor. Ve soruya ben de küçük bir cevap vereyim, işi yapan kişi olarak ciddi olmak durumundayız. Şimdi sanatçıya, herhangi bir sanat alanıyla uğraşan bir insana; sen bu işi yaparken ciddi misin, sadece eğlenmek için mi yapıyorsun falan dersen adam “dur ya” falan der. Zaten bir sanat alanında iş yapan sanatçının ciddi olarak çalışmaması gibi bir durum yok; gerçekten çok ciddi bir iş bu. Geriye bakıp da hayatımı düşündüğümde, son 20 yılda bununla uğraşmışım. Yani ciddi olarak çalışmadıysam, o zaman 20 yıl boşa gitmiş oluyor. Demek ki çok ciddiyiz. Büyük bir inançla, inatla aynı zamanda idealist bir yaklaşımla bu işi gönlümüzü ve beynimizi de ortaya koyarak yapıyoruz.
Zafer: Ben de bir örnek vermek istiyorum. Borusan Müzik Evi’ndeki albüm lansmanı konserinde çaldığım parça “I Want to be Suicide Bomber”, aslında daha önce Amerika’da bir kitap olarak yayımladığım bir çalışmaydı. Ardından 2010’da White Label Music tarafından İngiltere’de bir albüm olarak yayınlandı. Tek parça değil, içinde başka parçalar da vardı.
Aynı parçayı Sub Rosa antolojisine hazırlarken üstünde birtakım değişiklikler yaptım ve konser versiyonu üstünde çalışırken intihar bombacısı olma durumunun günümüzde ulaştığı tahripkar halleri de düşünerek içine başka bir şey katmayı düşündüm.
Batur: Çok da iyi.
Zafer:Gustav Mahler’in 1904 yılında tamamladığı, çok sevdiğim, “Kindertotenlieder” (Ölü Çocuklara Şarkılar) adlı çalışmasını kendi parçamla remix’leyecektim. Bu iş için klasik flüt sanatçısı arkadaşım Mehmet Ali Taşlı ile birlikte çalıştık. “Kindertotenlieder” klasik müzik tarihinin en acıklı bestelerindendir. Bir yanda Mahler’in yazmış olduğu, Mahler’in ölmüş çocuklarına yazmış olduğu bir düzen var; bir yanda da günümüzde intihar bombacısı olma ve olanların yarattığı ağır yıkım ve acı. Konser hazırlıklarımızda bunları acaba nasıl bir yerde buluşturabiliriz diye bir çaba gösterdik. Tabii, her zaman olduğu gibi en başta bir kompozisyon kaygısı vardı; hem kendi yaptığım müziği hem de Mahler’in yaptığı müziği bozup tekrar inşa ederek, ardından tekrar bozarak ilerledim. Burada da hem dengeleri bozmak hem de dinleyiciyi zorlamakla ilişkili bir durum söz konusuydu. Sınırları dışarı ve içeri doğru zorlarken dinlenebilirliği riske atmak ve korumak.
Batur: Çok dinlenilebilir de.
Sıfır: Eyvallah.
Batur:Yani şimdi bakın şöyle de bir gerçek var. Meseleye başka bir yerden de gireceğim; dinlenebilir, dinlenilemez olma durumu Zafer bahsetti biraz: Yıllar önce Beatles da ilk çıktığında plaklar kırılıyor, dinlenemez deniyordu. Her yerde veriyorum bu örneği. Radyo programcıları hatta protesto ediyor, “Bu müzik değil ki” diyorlardı. Şimdi bahsedilen grup da Beatles bu arada. Yani deneysel falan değil. Yıllar içerisinde değişen gelişen bir şey var; Beatles şu anda yüzyılın en çok satan grubu ve bu grup listelerde her zaman bir numara olmuş. Biz de o zaman şunu düşünüyoruz; o dinlenilemez müzik grubu o zaman için dinlenilemez dendiği halde zaman içerisinde en önemli ve en saygı duyulan rock grubu oldu. Demek ki dinlenilebiliyormuş ve insanlar değişebiliyormuş. Yani durum bu kadar göreceli. Bu itibarla bizim yaptığımıza da dinlenilemez denmesi çok tutarlı şeyler değil. Yani Beatles’ın plaklarını kıran adamlar hatırlanmıyor, o müziği yapanlar hatırlanıyor; o yüzden bunlara çok fazla takılmamak lazım. Müzisyenin, sanatçının yapması gereken sanatını icra etmesi, müziğini yapması. Zaman içerisinde her şey yerini bulacaktır. Bizim bu yaptıklarımız, umarım bir gün gelecek, kendi ülkesinde de hak ettiği değeri bulacaktır.