Göz. Görmek. Görmek. Göz.
Hayatla etkileşime geçmek görmekle başlar. Edebi veya manevi anlamda değil sadece gözün su katılmamış eylemi, algının da başlangıcı olan görmekten bahsediyorum. Dünyada gözünüzü ilk açtığınız andan itibaren gördükleriniz, deneyimleriniz, inandıklarınız kaydedilir. Bu kaydedilenler ise daha sonra göreceğiniz şeylerin çoğunu belirler. Onca renk içinden sıyrılan ‘o’ renk gibi, bir sokaktan geçerken gördüğünüz yüzler yerine kenarda duran kediyi görmek gibi, ya da metroda gördüğünüz bir saç örgüsü gibi. Gördükleriniz hepsi diğerlerinden farklıdır çünkü siz görmüşsünüzdür onu, siz fark edersiniz. Çoğu zaman gördüklerimizi başka birine gösterdiğimizde bakar ama görmez, çünkü sizin kişisel inançlarınıza, deneyimlerinize ya da arkaplanda ne varsa ona sahip değildir. İşte bu noktada sözcükler araya girer. Sözcüklerle gördüklerimizi anlatmaya başlarız ama onlar yine kendi sözcüklerimizdir. Sözcüklerde derinlerde kişiye mahsustur. Aynı görseli farklı insanlar farklı farklı anlatabilir.
Farkında olmadan bildiğimiz bu olguları John Berger Görme Biçimleri adlı kitabında dile getirmiştir. Kitabın başlarındaysa adeta bu anlatının kanıtı gibi duran Rene Magritte tarafından yapılan Düşlerin Anahtarı tablosu vardır. Bu tablonun yapılma amacı da aslında kitapla biraz paraleldir çünkü Magritte de uzun süre sözcük-görsel-imge aralarındaki ilişkiyi araştırmış ve eserlerinde bunu düşündürtmüştür. Sözcük ve imge arasındaki ayrımın zihinsel bir durum olduğunu şu şekilde belirtir: “Sözcükler ve nesneler arasındaki fark ile akıl, vücut ve düşünceler arasındaki farkı incelediğimizde, bu ayrım daha da belirginleşir.
Sizin de yaptığınız gibi resimdeki imgeleri gördükten sonra altlarındaki yazıları okuruz. Bu arada fark ettiyseniz nesne yerine daha çok imge kelimesi geçiyor, çünkü nesneler kâğıda aktarıldığında artık başka bir şeye dönüşmüştür. Mesela Berger imgeyi şöyle tanımlamıştır: “Bir imge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümdür. İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan -birkaç dakika veya birkaç yüzyıl için- kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimidir.” Bu tanımı destekleyen şu örnek de devamında gelir: “…fotoğraflar çoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlar değildir. Her bir fotoğrafa baktığımızda, ne denli az olursa olsun, fotoğrafçının sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü seçtiğini farkederiz. Rastgele aile fotoğraflarında da böyledir bu. Fotoğrafçının görme biçimi konuyu seçişinde yansır. Ressamın görme biçimi, bez ya da kâğıt üstüne yaptığı imlerle yeniden canlandırılır.”
Yine Magritte’in sözcük ve imge çalışmalarını yansıtan meşhur eserlerinden… Evet bu kesinlikle bir pipo değildir.
Berger sadece sözcük ve imge ilişkisini görme üzerinden değil sanat tarihi, sanat eserlerinin çoğaltılması, fotoğrafçılık ve reklam alanı üzerinden de anlatır.