YOLCULUK ÜZERİNE – Karaköy Mono

 

Deniz yolculuğun hakiki mekânıdır. Uzaktan bir şehri, kalesini, limanını, tepelerini, yamaçlarına dağılmış evlerini görmenin ve bir şehre denizden girmenin hüsnünü ve hüznünü anlatmada kelimeler kifayetsizdir


İoanna’ya…

“Tanrı’nın yarattığı ilk şey yolculuktur. 

Bunu şüphe takip eder ve nostalji…”

Bu cümleleri, Theo Angelopoulos, herhalde yolculuk filmlerinin en epiği olan filmi, “Ulis’in Bakışı (To Vlemma Tou Odyssea)”nda kurar. Sahiden, insanın varoluş serüvenini anlatan yegâne kelimedir yolculuk… Yola ve yolculuğa dair ruhumuzda duyduğumuz kuvvetli iştiyak, insan hayatının esasta esaslı bir yolculuk olmasıyla ilintilidir. Efesli Heraklit’in belirttiği gibi, varoluş asla yerinde saymaz. Sürekli kaynayan bir kazan gibi fokur fokur edip taşar, taşanın yerine de daima yenisi eklenir. İnsan, bu varoluş kazanının kendinin farkında olan tek üyesidir; kendinin ve yolculuğunun farkında olan, en azından farkında olabilecek olan, farkında olmaya aday tek üyesi… Bu bağlamda, yolculuk, hassaten insanın yolculuğudur. İnsandan gayrı varlıklar yalnızca hareket eder, insan ise yolculuk…

Ömür dediğimiz yaşam süresi, insan bedeninin toprağın karnından yine toprağın karnına giden yolculuğudur. İnsan, salt maddi bir varlık değildir, hatta madde dediğimiz şey dahi, söz konusu insan olduğunda manevidir, ruhsaldır. Bedenin yolculuğu nasıl topraktan toprağa, yani geldiği yere, çıktığı kaynağa dönüş yolculuğu ise ruhun yolculuğu da aynı şekilde ait olduğu yere ulaşma serüvenidir. Aralarındaki fark, yön farkıdır.

Dış duyularla algılanabilen, görülen, işitilen, tadılan beden yolculuğu, arz üzerinde yatay bir seyirdir. İnsan, arzda gezip dolaşır; arzdan kastım dünyası, ayı, güneşi, yıldızıyla cümle kâinat… İnsanoğlu, uçağa ve mekiğe biner, uzağa ve uzaya gider, sonunda talihliyse yine evine, yuvasına döner. Bütün bu zaman ve mekânla kayıtlı yer değiştirmeler “yatay seyir”in kapsamı içindedir. Ruhun seyahati ise, dış duyuların kavrayamadığı, zamansız, mekânsız, sadece birtakım boyutlarla ifade edilebilen “dikey seyir”dir.

Geometrinin konusu olan koordinat düzleminden hatırlayacağımız X ve Y ekseni arasındaki bağıntı, bu iki tür yolculuğun birbiriyle alâkasını kurmada işimize yarayabilir. X ile Y, birbirine muhtaçtır. Biri olmazsa diğeri işlevini ve mânâsını yitirir. İnsan bu iki zıt keyfiyet arasında, madde ile mânâ arasında mekik dokuyan; zıtları uzlaştırma, karanlığı aydınlığa, kan, gözyaşı ve melâl âlemini güzellik, neşe ve saadet âlemine götürme görevi verilmiş özel bir yolcudur. Denkinde çok kıymetli bir emanet bulunan bir yolcu…

O emanet kalptir. İnsanın her şeyi sınırlıdır; aklı, kuvveti, duyuları, becerileri, imkânları hep kısıtlı, mahduttur. Kalbi hariç… İnsan kalbi, kalbin niteliği olan sevme yetisi sonsuz ve sınırsızdır. Bu sebeple, insanın sonsuzlukla ilişkisi kalbi vasıtasıyladır. Sonsuzluk hiçbir yere sığmaz, sığamaz, sınırsız olduğu kavranmış bir kalpten başka…

Kalbin sınırsızlığını idrak için, kalbe düzenlenen seferdir yolculuk…

***

İnsanlık tarihinin ilk edebi ürünleri olan destanların konusu yolculuktur. Gılgamış, Odysseus, Simurg gibi kahramanlar, hep kendini, anlamını, yuvasını arayan sürgün karakterlerdir. Yolculuklarında sayısız zorluklarla, engellerle karşılaşırlar, fakat yılmayıp mücadele ederler ve nihayetinde başladıkları yere geri dönerler. Aynı yere dönmesine dönerler ama büsbütün başka biri olarak… Aradıklarını değil de aradıklarının ne olduğunu bulmuş bir bilge, bir arif, bir usta olarak… Gerçek yolculuğun varılması umulan bir menzili, bir hedefi yoktur. Yolculuğun kendisi bizatihi hedeftir.

“…

Hiç aklından çıkarma İthaka’yı.

Oraya varmak senin başlıca yazgın.

Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın.

Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;

sonunda kocamış biri olarak demir at adana,

yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,

İthaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan.

Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.

O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.

Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.

…”                      

Konstantinos Kavafis, İthaka

 

Konstantinos Kavafis’in “İthaka” şiiri, yolculuğun doğasını anlatan harikulade şiirlerden biridir. İthaka Adası, Odysseus’un evi, yuvasıdır. Homeros ünlü destanı Odysseia’da, İthaka Kralı Odysseus’un katıldığı Truva Savaşı’ndan sonra eve dönüş yolculuğunu anlatır. Bu deniz yolculuğu aslen bir sürgün, çok uzun ve zahmetli bir yolculuktur. Odysseus, evinden ayrıldıktan yirmi sene sonra, gemileri ve tayfaları dâhil her şeyini kaybedip tiğteber şah-ı merdan vaziyette adasına çıkmayı, karısı Penelope’ye kavuşmayı başarır. Bir kral olarak başladığı yolculuğunda türlü badireler atlatıp bir hiç olarak adasına döner.

Odysseus kelimesinin kökeni kesin olarak bilinmese de kızgın, hüzünlü, kederli anlamına geldiği düşünülmektedir. Odysseia kelimesi de, çağdaş Yunancada uzun, çileli bir yolculuk ve nice yenilgiye rağmen mücadeleyi bırakmayıp yola devam edebilme gücü anlamında kullanılmaktadır. Yine Yunancada yer alan “İthaka’ya ne zaman varacağız!” sözü, içinden çıkılması güç, karmaşık durumlarda kalanların bîzar yakarışını yansıtan bir deyimdir. Anlaşılan o ki, herkesin bir İthaka’sı vardır. İthaka, Kavafis’in şiirinde nihai umudun adıdır.

***

Konstantinos Kavafis

Yolculuk, seyrüsefer, Latince navigatio… Eskiler, yolculuğa en uygun vasıtanın gemi olduğunu düşünmüş olacaklar ki navigatio demişler adına… İngilizce voyage sözcüğü de, bilhassa deniz yolculuğunu ifade eder. Yanı sıra, bizdeki seyir ve sefer kelimelerinin terkibi olan seyrüsefer kelimesi, gemiyle yapılan yolculuğa işarettir. Uzun yolculuklar, deniz aşırı yolculuklardır ve deniz ancak sağlam bir gemiyle aşılır. Deniz, hem imge hem gerçeklik düzleminde yolculuğun hakiki mekânıdır. Bu yolculukta insan seyrederek gider. Uzaktan bir şehri, kalesini, limanını, tepelerini, yamaçlarına dağılmış evlerini görmenin ve bir şehre denizden girmenin hüsnünü ve hüznünü anlatmada kelimeler kifayetsizdir.

Deniz yolculuğunda hareket, kollar ve bacaklardan gözler ve kulaklara intikal etmiş, devinim yön değiştirip dışarıdan içeriye geçmiştir. Gemide, insan zihni devamlı denizle meşguldür. Bir odağa yoğunlaşıp başıboşluktan kurtulan zihin, böylece gerçek bir ivme kazanır. Zira denizle şaka olmaz, deniz tekinsizdir, sağı solu belli değildir, bilinmezlikleri çoktur. Hayat gibi… Denizde yol alabilmek için yıldızları, yönleri, rüzgârı, coğrafyayı, iklimi, fırtınada yapılacakları, yüzmeyi, açlığı ve susuzluğu, cesareti ve dirayeti, hülasa kâinatı doğru okumayı öğrenmek; öğrenmek için de ehil bir kaptanın, yolu bilen bir kılavuzun gemisine binmeyi akıl etmek gerekir.

Odysseus’un yolculuğunun bir deniz yolculuğu olması beyhude değildir. Odysseus, bir kral, komutan ve kahramandır. Bu emanet ve geçici kimliklerin yol açtığı birtakım zaaflara, hırs, gurur, kibir gibi her insanda ortak olan nahoş duygulara sahiptir. Yolculuk, çeşitli musibetler vasıtasıyla duygularıyla yüzleşmesi, zaaflarını aşması, kendinin zannettiklerinin gerçekte kendine ait olmadığını anlaması ve kötü huylarından arınarak gerçek benliğine, hiçliğine dönmesi içindir. İnsanın kendini tanımasının en etkili yolu, sürgün ve yalnızlıktır. Kahraman, görünüşte yuvasına ve karısına dönmek istemekte, bunun için çaba sarf etmektedir. Oysa yuva, eş, kadın gibi dişil kavramlar, bize yolculuğun hem dışarıda hem içeride olduğunu sezdirir. Yolcu denizde ve kendinde seyretmekte, hem yatay hem dikey yönde devinmektedir.

İnsanda eril ve dişil iki temel kuvvet bulunduğunu, günümüzde çoğu ruh bilimci kabul etmiştir. C.G. Jung’un deyişiyle, erkek animasıyla, kadın da animusuyla sağlıklı bir bütünleşme yaşamadığı müddetçe hayatının rotasını çizmede bocalar, yalpalar. Dikey tembellik, insanı yatay düzlemde fasit bir daireye hapseder ve harekâtını dumura uğratır. İki zıt uç arasındaki bir köprüye benzeyen insan, yaratılış gayesi olan yükselme potansiyelini açığa çıkarmak için gayret etmediğinde alçalmaya başlar. Alçalış, mutsuzluğun baş sebebidir. Sonsuzlukta uçmak yerine, yoklukta sürünmeyi tercih eden kişioğlunun, bu tercihinin acı sonucunu kavradığında hüsrana ve pişmanlığa düçar olması kadar tabii şey var mıdır?

Yuva, insanın kendiliğidir. Sıla hasreti (nostalji) de dediğimiz yuva bilinci, yuvadan ayrı kalındığında, uzak düşüldüğünde ortaya çıkar. İnsanın yolculuğu da, ancak sürgün olduğunun, bir yerde bir yuvası bulunduğunun, oraya muhakkak dönmesi gerektiğinin ve aksi halde asla mutlu olamayacağının şuuruna eriştiğinde başlar. İslâm felsefesinde de nefs, yani kendilik dişildir ve kendini bilme bilgisi olan marifet ilmi, kişinin kendine gelmesi, dönmesi, yolun kendine/yuvasına çıkmasıdır. Dişilik, doğurganlığı temsil eder. Kendine gelmek; sarp dağlar, hırçın denizler, tehlikeli ormanlar aşıp acılar ve sancılarla ölerek kendini kendinden doğurmak demektir. Kül olmadan kün olmak, yok olmadan var olmak mümkün değildir.

***

Ölüm, yolculuğun en önemli durağı… Deniz, muhtelif fırtınası, canavarı, yırtıcısı, zebellâ kayaları, meçhule sürükleyen dalgalarıyla kişioğlunu korkutur, yorar, sınar, yener, başarısızlığa uğratır, ders verir, ağlatır, yakar yandırır, ölümle burun buruna getirir; enginliği ve kudreti ile ona aslında bir hiç olduğunu belletir. Unuttuğu hiçliğini hatırlatır. Mücadelenin ölmeden kazanılamayacağı gerçeğini acı tecrübeler sonucu öğrenen yolcu, kendinin sandığı her şeyi yitirip ölmeye hak kazanır. Odysseus, Hades’e uğramadan yola devam edemez, ölüler ülkesinden geçmeyen insan doğamaz, yaşamanın ne olduğuna uyanamaz.

     Ölüm, hiç olduğunu kavramak, hiçlikten korkmamak, hiçliğin tadını çıkarmaktır. Yaşamak, ölebilmişin harcıdır.

“O böyle dedi, çatladı benim yüreğim,
Yattığım yerde başladım ağlamaya,
Ne yaşamak isterdim artık, ne görmek gün ışığını.
Ağladım kana kana, attım yerden yere kendimi,
Sonra söyledim tanrıçaya şu kanatlı sözleri:
– Ey Kirke, bu yolculukta kim yol gösterecek bize,
Şimdiye dek Hades’e kara gemileriyle bir kimse gitti mi?”

Homeros, Odysseia, X, 496-502

 

***

Yolcu, yolculukta öleceğini bilir. Bir yanı, sonunda ölüm olduğu için yola devam etmek istemez, ayak direr, akıbeti ötelemeye çalışır. Gemisini güya güvenli limanlara demirlemek, hoşa giden adalarda durup yaşamak, keyif sürmek, eve dönüşü unutmak ister, unutur da… Odysseus için bu duraklardan biri Kitera’dır. Odysseia ile üne kavuşan Kitera (Kythera), o kadar cazibeli ve imgesel bir adadır ki bu yönüyle birçok sanat eserine ilham olmuştur. Şarkısı film gibi, filmi şiir gibi, şiiri tablo, tablosu şarkı gibidir. Âhenkle birbirine dönüşüp duran bir Akdeniz imgesidir Kitera… Unutuş yemişinin yetiştiği Kitera, bir tuzaktır, pusudur oysa.

Odysseus (Sperlonga)

İnsana yuvasını ve oraya dönmesi gerektiğini unutturan bir gaflet yurdudur. Bu açıdan dünyaya benzer. Dünya da insana kendini unutturur, fani güzelliğiyle aklını başından alır. Dikkatle bakarsak, dünyada tuzaklar güzel şeylerin, hazineler ise viranelerin içine gizlenmiştir.

Mora Yarımadası ile Girit arasındaki Kitera Adası’nın filmini “Kitera’ya Yolculuk (Taxidi Sta Kythira)” adıyla yine Theo Angelopoulos yapmış; aynı adlı şarkısını, usta yönetmenin müstesna yol arkadaşı Eleni Karaindrou bestelemiş ve aşk şarkılarının unutulmaz yorumcusu Giorgos Dalaras okumuştur. Şiirini -gene Un Voyage à Cythère” ismiyle- Charles Baudelaire, şaheseri Kötülük Çiçekleri’nde yazmıştır. Barok/rokoko döneminin önemli tablolarından olan ve hâlihazırda Louvre Müzesi’nde bulunan “L’Embarquement pour Cythère” de Jean-Antoine Watteau’nun yapıtıdır. Odysseus’un soluğunu taşıyan tüm bu eserler, yolculuk, yuva, vatan, sıla, nostalji, hasret, aşk gibi sınırları belirsiz, birbirinden ayırt edilmeleri olanaksız kavramları başka başka aynalardan yansıtmışlardır.

Taxidi Sta Kythira

“…

Şu hazin, siyah ada neyin nesi? – dediler,
Şarkıların diyarı, ünlü belde, Cythère o,

Tüm koca bebeklerin taptığı Eldorado,

Oysa, bakın, aslında zavallı, ıssız bir yer.

                     …” 

Charles Baudelaire, Un Voyage à Cythère

 

Jean-Antoine Watteau-L’Embarquement Pour Cythere

Baudelaire, Kitera’yı koca bebeklerin sevdiği zavallı bir yer olarak anarken ve Angelopoulos yaşlı çiftimizi bir sala bindirip adadan uzaklaştırırken acaba ne düşünmüşlerdir? Yoksa Kitera’nın unutturduklarını hatırlatmayı mı…

***

Odysseus miti, her devirde çeşitli sanat dallarına konu olmuştur. Yol ve yolculuk, modern çağın en önemli sanatı olan sinemanın da en sevdiği temalardan biridir. Sinema, zamanın ve hareketin sanatıdır; dolayısıyla, sinemanın geniş ifade olanakları yolculuk imgesinin kemâlini bulmasını sağlamıştır. Çoğu usta sinemacı, insanın trajedisini yolculuk motifi üzerinden anlatır. Örneğin, Francis Ford Coppola’nın fonda Vietnam Savaşı’nı işlediği “Apocalypse Now”,  bir Odysseus hikâyesidir. Kahramanın, tehlikeli bir görev uğruna çıktığı nehir yolculuğuyla arınıp sonunda ruhsal bütünlüğüne kavuşmasını konu edinir.

Odysseus’un yolculuğunun sonlarında, yedi yıl temizlenme aşamasında karşımıza çıkan tanrıça Kalypso (Calypso)*, Yunanca örtmek, gizlemek fiilinden türemiş bir isimdir. İngilizce hell (cehennem) sözcüğünün de kökenidir. Cehennem, örtülü olanın mekânıdır. Etrafını kesif maddelerin bürüdüğü şeyi (altın gibi) ateşe tutmak icap eder, zira ateş en tesirli temizleyici, aydınlatıcı ve ortaya çıkarıcıdır. Aşk ateşi, yüreğin yanması, ciğerin kavrulması gibi deyimler, ateşin hep bu özelliğinden kaynaklıdır. Apocalypse de ortaya çıkarma, açığa vurma, kıyamet anlamına gelir. Dikkat edersek, “apocalypse”in içinde “calypso”, yani ortaya çıkışın içinde ateşe kapanış vardır. Bu demektir ki, ancak ateşe kapanıp arınan kahramanın kıyameti kopar, kendisi açığa çıkar ve yolculuğu yuvasına ulaşır.

 

 

“…

Dile ki uzun sürsün yolun.

Nice yaz sabahları olsun,

eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde

önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!

…”

                   

Konstantinos Kavafis, İthaka

 

* hâmiş: Calypso, okyanus kâşifi Kaptan Cousteau (Jacques-Yves Cousteau)’nun meşhur gemisinin de adıdır.