Türkiye’de Sürgün Edebiyatı denince akla gelen ilk kadın yazarlarımızdan Oya Baydar, ilk basımı 1992’de yayımlanan Kedi Mektupları’nda da sürgün konusunu olabilecek en özgün bir biçimde aktarıyor. Tabii sürgünden önce bu romanı asıl özgün kılan ise ana karakterlerimizin “kediler” oluşu, “kedi” bakış açısı! Hatta yerli edebiyatımızdaki kedilerin ana karakter olduğu tek roman diyebiliriz. Ayrıca Oya Baydar kitabın sonunda bizi yine bir sorgulayışta bırakıyor ki hangimiz bayılmıyoruz ki bu sorgulara…
90’ların başında geçen romanda, merkezdeki kedilerimizin sahiplerinin bir kısmı Türkiye’de diğer kısmı ise Almanya’dadır. Bunu kitaptaki detaylarda rahatça görebiliriz. Bu ikili ayrılıkların sebebi ise kişilerin kişisel politik görüşleridir. Kitaptaki insan kahmanlarımız komünizm destekçileridir ve bu yüzden bazıları Almanya’ya kaçmak durumunda kalmıştır. Roman boyunca ise odak noktası komünizmin çöküşü ve ana kahramanlarımızın sahiplerinin bu olayı sonuçlandırma biçimleri olacaktır. Kimi bir çıkmaza sürüklenirken kimi de bunu vatana dönüş fırsatı olarak değerlendirir. İlk olarak Sovyetler Birliği’nin yıkılması, ardından da Berlin Duvarı’nın yıkımının tamamlanmasıyla birlikte sahiplerinin aldıkları darbe doğrultusunda etkilenecek ilk şeylerden biri de kitaptaki kedilerimizin yaşamlarıdır, çünkü onlar da “taşınma” fikriyle mücadele etmeye başlayacaklardır. Her iki tarafın da mücadelesi kediler tarafından, yani “sahiplerini anlamaya” çalışmaları üzerinden ilerleyecektir.
“Şu insanları anlamak olanaksız. Kağıtlara bakıp üzülüyor, kağıtlara bakıp seviniyorlar. Hayatta değil de kağıtlarda yaşıyorlar sanki.” -Gece
Kitapta karşılaştığımız ilk kedi Nina’dır. Yaşlı ve tecrübeli olması diğer kediler tarafından tavsiye kaynağı olarak kabul edilir. Nina’nın sahipleri komünizmin çöküşünü vatana dönüş fırsatı olarak nitelendirenlerdendir.
Sıradaki kedi ise Artur; Nina’ya göre daha genç olmakla beraber ona aşıktır, “mektuplaşırlar”. Bu mektuplar tabii ki kâğıt kalemle değil, kokular üzerinden iletilir. Ek olarak Artur oldukça meraklı bir kedi olmasından dolayı “Sahiplerin Sırlarını Araştırma Projesi”ni başlatır. Bu sırlardan kasıt, sahiplerinin komünizm üzerine konuşmaları, onlara ait belgeler ve fotoğraflardır. Diğer kedileri de bu araştırmaya katar fakat gençlikten olmalı ki bu araştırmadan kendi sıkılır.
Artur’un sahibine gelecek olursak, kitapta komünizmin hakkını vererek yaşayan tek karakter olabilir. Gitar çalarak kazandığı hayatında, gitar almaya giderken Artur’u yanına almaz çünkü bu şekilde ondan çıkar sağlayabileceğini düşünür. Üçüncü sırada Yoldaş kedimiz var; kedilerin aslında ne kadar sadık olduğunun kanıtı gibi. Yoldaş’ın hayatı diğerlerine göre daha buhranlıdır çünkü çok depresif bir sahibi vardır. Yoldaş’ın sahibi komünizmin çöküşünü kaldıramayıp intihar eder ve ölümünden günler sonra bile Yoldaş yanından ayrılmayıp ona son yoldaşlığını yapar. Dördüncü kedimiz ise Gece; diğerlerinden farklı olarak köpek Otto ile dostluk kurar. Gece de Artur gibi meraklı ve tez canlıdır. Gece’nin sahibi verdiği tepki ile diğer sahiplerden ayrılır çünkü yıllarını harcadığı komünizmin çöküşünü kabullenemez ve büyük bir pişmanlık içinde bulur kendini. Bu dört kedimiz Almanya’da yaşayanlardır. Şimdi ise Kirli’den bahsedelim; Kirli Türkiye’de yaşar, kediler arasında kendi hayatını ve bir kedinin yaşama amacını sorgulayan tek kedidir. Bu felsefi yanından ötürü sözü geçen bir kedidir.
Kedilerin bakış açısından okuduğumuz bu romanda, sahipleri hakkında yaptıkları insan doğası ve kendilerine göre gariplikleriyle ilgili çıkarımları aslında yazarın yaptığı birer eleştiridir. Romanda yer alan şu ifadeden de anlaşılabileceği gibi: “Kedilerle insanlar arasındaki en büyük fark bu işte: Biz yaşıyoruz, onlar hayatlarıyla dövüşüyor.” Ya da belki de sistem yüzünden hayatla dövüşmek zorunda kalıyoruz. Hayatın bürokrasisi bizi paraya ve diğer ‘kağıt’lara bağımlı hale getiriyor. Aslında kitabı bitirdiğinizde kısa bir insanlık tarihi ve kendinizle bir baş başa kalma anınız olacaktır. Nina’nın da söylediği gibi; “Bu belki de onun kötü bir yazar olmasından değil de insan denen yaratığın kendine dönüklüğünden, doğayı ve hayatı bütünlüğü içinde kavrama yeteneğinden yoksun oluşundan kaynaklanıyor.”