Fotoğraflar & Röportaj: Dilan Bozyel
Sizi Sırma ile tanıştırmalıyım. Sesini ilk duyduğum anda bunu hissettim. Ülkede kısa bir zaman içinde daha çok dinleneceğini biliyorum, hızlı davranmalıyım dedim ve kendisiyle buluştum. Şanslıydım ki New York’ a dönmeden önce yakalayabildim onu.
Ve buluşur buluşmaz başladım bir yandan fotoğraflarını çekmeye bir yandan sorularımı sormaya…
Karşımda Berklee College of Music mezunu, kendi şarkılarıyla hayatlarımıza misafir olan genç bir kadın olduğu için heyecanlıyım! Peki bu hikâyenin nasıl başladığını anlatmanı istesem…
Aslında yolun başındayken hayalim piyanist olmaktı. Klasik piyano dersleri aldım, ilkokul ve orta okul yıllarımda, hatta bir ara lise seviyesinden konservatuara mı başlasam diye bile düşündüm… Ama sonra Robert Kolej’i kazandım, vazgeçtim konservatuar hayallerimden. Neyse ki müzik departmanı çok iyiydi Robert’te, ordayken hem müzik öğretmenlerim sayesinde hem de arkadaşlarım sayesinde cazla tanıştım. Sesim de oturmaya başlayınca vokal dersleri almaya başladım. Sonra 2007’de Berklee College of Music’in, Berklee mezunu Arif Mardin’in anısına düzenlediği burstan tesadüfen haberim oldu. Bu burs, genç bir Türk müzisyene, bütün masrafları karşılanarak, Berklee’deki 5 haftalık yaz programına katılım hakkı tanıyan bir burstu. Son anda başvurdum, sürpriz bir şekilde kazandım. O yaz caz vokalisti olarak katıldım programa ve Berklee’ye aşık oldum. Ertesi yıl üniversite sınavlarına hazırlanmayı düşünmedim bile. Berklee’ye başvurdum, %30 bursla kabul edildim ve böylece profesyonel müzik hayatıma adım atmış oldum.
Merak eden genç arkadaşlarımız olacaktır, bu sebeple sormak istiyorum; üstün yetenek vizesiyle NY’da yaşamaya başladığını biliyorum. Sana bu vize türünün katkısı oldu mu? Kolay alınabilen bir vize değil çünkü. Okuduğun okulun referansının etkisi olmalı sanırım, değil mi?
Berklee’den bu vizeye başvuran çoğu arkadaşımın bu vizeyi alması bir tesadüf değil tabii! Ama ben ne lise hayatımda boş durdum ne de üniversite hayatımda… Berklee’den mezun olduktan sonra da bir yıl çalışma iznim vardı, o yıl içerisinde de hem bir kayıt stüdyosunda staj yaptım, hem jingle vokalisti olarak çalıştım, hem de bir yandan üstün yetenek vizesine başvurmak için portfolyömü hazırladım. Müzik hayatımın en başından o güne kadar ne var ne yoksa hepsini ekledim başvuruma. Bir nevi tez yazmak gibiydi. Aldım vizeyi, geçtiğimiz yaz da 3 yıl daha uzattım. Şimdilik en azından Ağustos 2020’ye kadar burdayım gibi görünüyor. Ve elbette bu vize türünün en büyük katkısı, burda müzik endüstrisinde, bir şirkete bağımlı kalmadan, istediğim gibi çalışma fırsatı sunması. Hem rahat rahat şarkılarımı çıkarıyorum, ister burda, ister Türkiye’de… Canım isterse konserler verebiliyorum. Burda bir müzik okulunda (Soundfly adında) şarkı yazma, aranje ve müzik prodüksiyonu üzerine dersler veriyorum internet üzerinden. Burdaki müzisyen arkadaşlarımla birlikte çalışabiliyorum istediğim zaman, hem kendi projelerim için hem de onların projeleri için… Jingle işleri geldikçe hem burdan hem de Türkiye’den, vokal kayıtları ve prodüksiyonuyla ilgileniyorum… Yani bu vizenin bana tanıdığı bir özgürlük var. Bir prodüksiyon şirketine bağlı kalıp standard çalışma vizesiyle çalışsaydım, böyle kafama göre iş yapamazdım.
Şu an gerçekleşen hayalinin içinde olduğunu hissediyor musun, yoksa “henüz yolun başı” aşamasında mısın kendi hedeflerin ölçütünde?
Çok başındayım yolun. Ama bence ben emekliliğe hevesleneceğim yıllara kadar hep kendimi “henüz yolun başı”nda hissedeceğim. Bir müzisyen müzisyenliğe ne zaman doyar ne zaman doyduğuna karar verebilir ki? Hayal bile edemedim şu an. Uçsuz bucaksız bir yol gibi görünüyor bu yol bana, o yüzden de ne kadar ilerlesem de hep yolun başında hissedeceğim galiba kendimi.
“Belki Bir Gün” şarkın ve ismin; bizler için yeni ama aslında senin daha önce yayınlanmış, üstelik İngilizce bir EP çalışman var. Türkçe şarkı söylemek ve sesini buraya ulaştırma fikri ne zaman, nasıl çıktı?
İngilizce EP ile biraz bağımsız bir sanatçı olarak Amerika’da neler yapabilirim, onu denedim, burdaki müzik endüstrisini anlamaya çalıştım. Türkçe şarkı ile de aynısını Türkiye’de denemiş oldum. Aslında en kısa özeti bu. Hedefimde her zaman hem İngilizce hem de Türkçe şarkılar yapmak vardı… Ama İngilizce yazmaya hem Berklee’deki eğitim yıllarımdan dolayı, hem de Amerika’da yaşadığımdan ötürü daha bir meyilli hissettim kendimi. Türkçe yazmaktan ürküyordum biraz; ana dilimde ne zaman birşeyler yazma fikri olsa aklımda, kendimi çok çıplak hissediyordum, içimden geçen herşey bir anda aşikar olacakmış gibi… Sonra bir gün sabaha karşı üçte, “Belki Bir Gün”ün ilk dizeleri aklıma düştü. O sırada uyumaya çalışıyordum, unutmamak için telefonuma mırıldandım, ve uykuya daldım. Ertesi günden itibaren de, 1-1.5 ay boyunca şarkının üstünde uğraştım. Kah yazdım, kah düzenledim, kah kaydettim, kah programladım… Bir gün bir baktım, artık içime sinen bir şarkı çıkmış ortaya.
Yaşadığın yerden güncel Türk müziği nasıl geliyor kulağa? Sence eksikleri, fazlalıkları neler?
Alternatif müzik dünyasının yükselişi Türkiye’de beni heyecanlandırıyor, heveslendiriyor. Daha da artarak, çeşitlenerek devam eder umarım. Eksikler bence elektronik müzikte ve deneysel müzikte… Indie rock ve akustik havalarda çok şarkı duydum, bunlar fazlalıkta… Ve bu türlerde birbirine benzeyen çok şarkı var. Ama herhalde özellikle elektronik müziğin ve alt türlerinin biraz geriden gelmesinin öncelikli sebebi, elektronik müziği yapmayı gerektiren dijital ekipmanın dahi, sıradan bir Türk vatandaşı için, günümüzdeki Euro ve Dolar değerleriyle ateş pahası olması.
O zaman sorayım; Türk müzik tarihinin dününden bugüne, en çok kimi dinlersin, kimden ilham alırsın?
Çok dinlediğimi söyleyemem, Türkçe müzik dinleme alışkanlığım çok yoktu hiçbir zaman… Ama galiba en çok Mor ve Ötesi’ni dinledim, özellikle de ergenlik yıllarımda. Erkan Oğur ve Mehmet Ali Sanlıkol klasik Türk müziği konusunda bana ilham veren isimler. Şebnem Ferah ve Sertab Erener’in şarkılarını söyledim çok, özellikle de lise yıllarımda; şarkılarına her zaman çok hayran olmasam da seslerine hayrandım. Bir de Gevende’nin “Ev” albümünü çok dinlemiştim; böyle bir iş çıkınca Türkiye’den çok heyecanlanmıştım, şimdi sen sorunca hatırladım.
Sevgili Sırma, seni tanımaya ve henüz tanımayanlara adını duyurmak için merakım bir hayli fazla. Mesela, neden soyadını kullanmıyorsun, belirlediğin bir strateji mi var bu konuda?
Birkaç sebebi var… Birincisi, soyad ister istemez resmi bir hava katıyor işin içine. İnsanlar bana ismimle hitap edecek kadar samimi hissetsinler; ben onlara neyim varsa, neyim yoksa, içimden akan herşeyi sunuyorum zaten… İkincisi de, ben ismimden çok şikayetçiydim küçükken, ama sonraları çok sevdim ismimi. Küçükken çok dalga geçtiler, Sırma mısır özü yağı diye… 🙂 İkinci bir adım da yok sığınabileceğim… Pek bir üzülürdüm o zamanlar ama sonraları farkettim ismimin ne kadar ender olduğunu. Bugüne kadar Sırma diye bir sanatçı da tanımadığım için, Sırma denince akla gelen ilk insan belki ben olurum bundan sonra diye düşündüm.
Sıklıkla karşılacağın soruyu soruyorum: İngilizce şarkı yapmak mı, Türkçe şarkı yapmak mı daha kolay?
İngilizce şarkı yapmak daha kolay. Ama 9 senedir Amerika’da yaşadığım ve şarkı yazmaya burda başladığım için böyle söylüyorum. Zıttını söyleyecek bir sürü müzisyen de vardır elbet.
Senin gibi başarılı ve yetenekli müzisyenlerin yalnızca hisleriyle değil, sayısal zekalarıyla da başarıyı yakaladığını bilirkişilerden duyuyoruz. Peki sen kendini nasıl görüyorsun; sence hislerin ve mantığın bir şarkı üretiminde ne kadar yüzdelikler oranında dağılıyor?
Ben çoğunlukla hislerim doğrultusunda hareket ediyorum galiba. Yani ister istemez bir teori, armoni bilinci var oturmuş olan… Şarkılarımın formatlarını belirlerken de “4 ölçülük bir intro’dan sonra şu bölüm 8 ölçü olsun” diye hesaplamalar da yapıyorum. Sonrasında asıl düzenleme aşamasında devreye giriyor mantık… Prodüksiyon sırasında bana yol gösteren Decibel, Hertz ve Cent birimleri mesela… Ama “Şu formülle bir şarkı yapsam başarılı olur” diye düşünmüyorum. Dinlemek istediğim şarkıları yapıyorum, yapmaya çalışıyorum.
“Belki Bir Gün” naif ve kaliteli sounduyla, sanki bir filmin soundtracki gibi tınlıyor. Bir kere dinlenip unutulacak bir şarkı olmadığı açık. Nasıl doğdu bu şarkın, bir hikâyesi var mı paylaşmak istediğin?
Çok teşekkürler! Çok sevindim böyle düşünmene. Tamamen kendimi yalnız başıma bıraktığım anlardan doğdu. Yazarken de, şarkıyı yaparken de yanımda başkası yoktu. Her ince detayını dikkatle dinleyerek dokudum. Hayatında olan bitenleri bir türlü kabullenemeyen birinden ilham aldım ilk başta… Sonra yazmaya başlayınca konu başka yerlere kaydı, aklıma bazı anılarım geldikçe de her insanın illa ki bir kalp kırıklığı yaşadığını ve yaşattırdığını ve bunun sonucunda aşka ve umuda kısa süreliğine de olsa küstüğünü farkettim… Bu tür evrensel temalar, insanlıktaki ortak özelikler çok enteresan geliyor bana. Bu duygunun peşinden gittim.
Neden bir plak şirketine bağlı olmamayı seçtin?
Bence daha ortada bir iş, bir başlangıç noktası yokken plak şirketlerinin kapılarını aşındırma yıllarını geride bıraktık. Günümüzde plak şirketlerinin kazançları da bütçeleri de azaldı; buna karşılık sanatçı sayıları giderek artıyor, çünkü arada bir dağıtımcı olmadan, dijital platformlara şarkılar, albümler yüklemek her zamankinden çok daha kolay. Müzik kayıtları ve prodüksiyonu için profesyonel stüdyolara muhtaç olmayan müzisyenler de çok artık (mesela benim gibi). Dolayısıyla şimdilerde plak şirketleri müziğin kendisinden çok, bir müzisyenin kendi kendine neler yapabildiğine, ne kadar sayıda insana ulaşabildiğine, hem yaratıcılık anlamında hem de stratejik anlamda ne kadar potansiyele sahip olduğuna daha çok dikkat ediyor. Ben de bir gün yoluma bir plak şirketiyle, bir ekiple devam etmek istiyorum. İstiyorum ki, ben kendi müziğimin her bir notasıyla uğraşırken, kendi menajerliğimi yaparak bir yerlere gelirken, yükselişimi izleyenler, projeme dahil olmak için heveslensin. Heveslensin ki, şartların konuşulduğu masada bir ağırlığım olsun.
Yirmilerinde, eğitimli, yabancı bir ülkede yaşayan, başarılı, hem söz hem vokal hem de prodüktörlüğünü kendi kendine üstlendiğin bir kadınsın. Bir cümlede okuyunca yazıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyor musun bu başarının, karşılaştığın zorluklar oldu mu, oluyor mu?
Bana “sen zoru seçtin” diyen çok fazla insan oldu. Ama müzikten uzak bir hayatı seçseydim eğer zoru seçmiş olurdum bence. İnsan kendi doğasını inkar edemiyor. Üstüne bir de hırs eklenince, “engel“ kelimesi kalkıyor insanın sözlüğünden. Ama hemen bu sonuca varmadım tabii. İlk zorluğu Amerika’ya ilk taşındığım yıl yaşadım, bildiğimiz kültür şoku, bir de üstüne yüzlerce aşırı yetenekli insanla karşılaşma eklenince… İster istemez bir çekingenlik baş gösterdi. Ama her zaman ne istediğini bilen bir insandım, eninde sonunda atlattım ve bu dünyada benden bir tane olduğuna göre, benim sunacaklarımı sunabilecek başka bir müzisyen de olamayacağına kendimi inandırarak yoluma devam ettim. İkinci büyük zorluk, New York’a taşındığım zamanlarda ortaya çıktı… Bir anda “müzik okuma” kavgasından sıyrılıp, “müzikten geçinme” seviyesine atladım, ve müzik endüstrisinde para kazanmak adına hangi işleri yapmak istediğim konusunda bir kararsızlık ve bocalama dönemi geçirdim. Bu dönem 2-3 sene sürdü diyebilirim. Ailem çok destek oldu, ben de bir yandan kendi müziğimle, arada farklı farklı projelerle uğraşırken, bir yandan da para kazanabilmek için alakasız işler yaptım; bir ara kasiyerlik yaptım mesela, bir takıcıda takılar yapıyordum bir ara… Sonra çözdüm ama. Bir kırılma noktası geldi, “Yeter! Ne istiyorsun sen hayattan, hatırlamıyor musun hayallerini?” diye… Anladım ki, ne hayallerimden vazgeçmeliyim, ne de hayatın gerçeklerine sırtımı dönmeliyim… Yavaş yavaş düzenimi kurmaya başladım son zamanlarda. Kıt kanaat de olsa müzikten geçinebilme hayallerim ilk kez çok da uzak değil gibi görünüyor.
Seni ne motive ediyor? Üretim yapmanı sağlayan ilhamların neler?
Bir an geldi, kendimi bir yol ayrımında buldum. Kendime ciddi ciddi “Tamam mı devam mı?” diye sorduğum bir an geldi müzik hayatımın o en karanlık belirsizlik döneminde. Ama bütün umutsuzluklarıma, bütün karanlığıma, “çok zor, vazgeç!” diyenlere rağmen vazgeçemedim müzikten. Vazgeçemediğimi kabullendim, müziksiz kendimi hayal edemedim. Beni en çok benliğimdeki bu gerçek motive ediyor.
Türkiye’de kalsaydın, yine müziğe devam edip “Belki Bir Gün” ile karşımıza çıkar mıydın sence, hiç düşündün mü burada kalsaydın hayatının hangi yöne doğru gideceğini?
Türkiye’de kalsaydım, cazla devam ederdim bir süre muhtemelen. Nardis Caz Vokal Yarışması’nda üçüncü olmuştum, 18 yaşımda, Berklee’ye başlamadan bir yıl önce… O zamanlar sahiplenen, destekleyen çok olmuştu. Ama Türkiye’de kalsaydım müzik okur muydum bilmiyorum. Bir ara lisedeyken gazeteciliğe meraklıydım, aile mesleği olduğundan, o ortamların havasını soluduğumdan… Ama Türkiye’de gazeteciliğin geldiği nokta malum; eğer o yolu seçseymişim muhtemelen çok daha çetrefilli bir yol olurmuş benim için. Ama kim bilir, belki de ses mühendisliği, prodüktörlük üzerine eğitim almak için yine de çaba gösterirdim… Ben liseden mezun olduğumda daha bu alanlarda pek bir gelişme yoktu ama.
Her ne kadar medeniyet sınırı bizim topraklara göre çok yukarda olsa da yaşadığın ülke de en az bizim ülke kadar kaotik bir siyasal yapıya sahip. Gündemi ne kadar takip ediyorsun, moralini dünya sorunları bozuyor mu, motivasyonunu düşürdüğü oluyor mu?
Düşürdü ve düşürüyor; insanın bazen tepesi atıyor, kulaklarını tıkamak istiyorsun olan bitene ama mümkün olmuyor her zaman tabii… Aslında hem Amerika’da, hem Türkiye’de, “yok artık!” dedirten gelişmeler şöyle bir yana dursun, benim moralimi en çok, okuduğunu araştırmayan, kulaktan dolma bilgilerle her söze atlayan, fikir özgürlüğünden bahsederken karşısındakinin fikrine saygı göstermeyen insanlarla karşılaşmak bozuyor. Ve içinde bulunduğumuz çağ ne yazık ki böyle bir çağ… Ciddi bir bilgi kirliliği ve ciddi bir tahammülsüzlük var tüm dünyada.
Konuyu müziğe geri döndürüyorum; coverlamak istediğin herhangi bir şarkı var mı? Belki hayalini kurduğun…
Bir ara bir Björk “cover”ı çıkarmak istiyorum, ama bir türlü cesaret edemiyorum, hangi şarkıyı yorumlasam, bir türlü karar veremiyorum… Türkçe şarkılardan da bir tek şarkı var hayatımın her döneminde hep keyifle söylediğimi şaşırarak keşfettiğim: Bülent Ortaçgil – Değirmenler
Boş bir günündesin, Brooklyn’deki evinde uyandın. Günün nasıl geçer?
Mutlaka bir plan yaparım arkadaşlarımla. Hava güzelse illa ki bir parka giderim. Bu şehirdeki park kültürünü çok seviyorum, her mahallede illa ki küçük ya da büyük bir park var… İstanbul çocuğu olduğum için mi bilmiyorum, ama boş vakitlerimde sık sık nehir kenarına gidiyorum. Su görmezsem uzun süre bunalıyorum. En sevdiğim nehir kenarı parkları Brooklyn Bridge Park ve Gantry Plaza State Park. Yoga yapmayı seviyorum, yemek yapmayı seviyorum… Kendi tariflerimi yaratmak benim için bir nevi terapi gibi. Bir de bazen müze niyetine rastgele galeri gezmeyi seviyorum.
Alternatif pop/electronica türünde müzik yapıyorsun. Bu konuda ne kadar esneksin? Durup dururken bir arabesk Türkçe parça mırıldandığın oluyor mu?
Yaratırken “şimdi şu tarzda bir şarkı yapayım” diye kendimi şartlamıyorum, dolayısıyla galiba oldukça esneğim. Hafif hafif farklı esinlenmeler olabilirmiş gibime geliyor dönem dönem… Bakarsınız ambient bir proje çıkarırım, sonra belki bir ara akustik birşeyler yaparım… Ama yok, arabesk parça mırıldandığım pek olmuyor. Çok da bilmiyorum zaten. Arabeske yakın en son mırıldandığım Türkçe parça Sezen Aksu’dan “Kaçak”.
Aman bu geleneksel sorumuzu sormadan bırakmayalım seni: Türkiye’den en çok özlediğin şeyler neler? :))
İstanbul’da Boğaz, Türkiye genelinde Ege Denizi. Ne zaman gelsem zihnime bol manzaralı hatıralar yerleştirmeye çalışıyorum. Sonra meyhane kültürü… Arkadaşlarla kırk yılda bir, bir araya gelip de hep bir ağızdan, omuz omuza, bağıra çağıra, dinleyerek büyüdüğümüz şarkıları söylemenin tadı başka bir yerde yok. İstanbul’un ruhunu özlüyorum bir de; hani tamam, belki eski tadı yok, aşırı kaotik ve kalabalık şimdilerde ama… Yine de eşi bulunmaz bir yaşanmışlık var İstanbul’da. Tarihinin zenginliğini sokaklarında yürürken hissetmek mesela… Herşeye rağmen dimdik ve mağrur. İstanbul benim için hâlâ dünyanın en güzel şehri. Galiba hep de öyle kalacak.
Son soruma geldim; büyük başarı hayallerin için emek verdiğine eminim. Peki bizimle paylaşabileceğin ‘sır’ olmayan bir hayalin var mı?
Iceland Airwaves’te sahne almak. İzlanda bir türlü gidemediğim ama en çok gitmeyi istediğim ülke. Beni çok etkileyen Björk, Sigur Ros, Múm gibi sanatçılar ve gruplar çıkaran bir ülke. Böyle bir fırsat çıksa karşıma iki elim kanda olsa giderim.