“HUNİLİ EZEL” – Karaköy Mono

Türk yönetmen Ezel Akay ile sezon başlarında çıkardığı Hunili oyununun ardından oldukça keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Emre Özbay Hunilileri, Yiğit Özgür’ün karikatürleri üzerinden yazdı. Ezel Akay’ın yönetmenliğiyle Bahar Kaplan, Bertan Dirikolu, Emre Kıvılcım, Güliz Gündüz, Hakan Eke, Hasan Eflatun Akay, Kerime Obenik, Merve Polat, Reşit Berker Enhoş ve Tufan Afşar ile sahnelerde!

 

Kadın pencereden sokağa çıkmış huniliye sesleniyor:

“Allah akıl fikir versin evladım.”

Hunili cevap veriyor: “Sebep?”

Yiğit Özgür’ün Hunilileri akıl hastası değildir.

 

“Akıl gitmiş, ama geriye özgürlük, utanmazlık, merak, vicdan, masumiyet ve… saçmalık kalmıştır. “Şöyle beyaz entarili, çıplak sayılacak kadar takısız taklavatsız, ne yapsalar hoş görülebilecek, ne söyleseler alınganlık yapılamayacak karakterler olsun istedim” gibi şeyler demişti bana Yiğit. Bunlar sahneye çıksalar “normal” seyirci karşısında n’aparlardı acaba?

 

Bir karikatür serisini oyun haline getirmek diğerlerinden farklı mı? Nasıl?

Aslında günümüze dek karikatürden oyun haline gelmiş birçok yapım var, Amerikan çizgi dizisi Peanuts, Abdül Cambaz’ın çizgi romanları gibi örnekleri var. Olmayacak şey değil, beklenmedik olan; Yiğit Özgür’ün karikatürlerinden bir oyun yapmaktı çünkü o zaten bizleri güldürüp neden güldüğümüzü bile alamadığımız bi yerde mizah yapıyor. Yiğit Özgür’ün karikatürleri katmerli diyaloglardan oluşuyor, oldukça normal bir dünyanın diyaloğunun ardından çok daha farklı ve beklenmedik bir dünyadan cevap geliyor sonra başka bir dünyadan… son derece saçma, garip ve bir şaşkınlık içinde, arafta bırakıyor okurları. Bütün klişeleriyle, toplumun; nezaket, insan ilişkileri, kadın-erkek ilişkilerinin kurallarıyla dalga geçen bir havası var ama sadece diyaloglardan ibaret. Eğer bunun klasik bir adı varsa, bu uyarlama ve canlanınca başka bir tavır gerektiriyor. Bu bir şiir de, tablo da olabilirdi. Oyun ya da sinema olsun diye yazılmamış bir eserin sahneye uyarlanması bu aslında. İlk baştan beri planladığım yeni bir oyunculuk tarzı gerektirdi çünkü; mizah dergisinin karakterleri hunililer var, bide onların oynamaya çalıştığı diğer karikatürler ve bir de mask oyunculuğu var. Yiğit Özgür’ün Hunilileri ete kemiğe bürünüp, bir oyun yapmaya karar vermişler ve bize diğer karikatürlerden “normal insan” dediklerimizi masklar ile oynuyorlar ve neredeyse bir oyuncu olarak hiç görünmüyorlar. Oyuncuların yerine sahneyi toplayıp kuran bir hunililer grubu var. O grup da zaten oyuna lobiden başlıyor, 10 tane hunili hepsinin kendine has özellikler var. Bunlar son derece saçma sapan özellikler, akıl hastası değil de “ben şu akıl denen şeyi bir kenara koyayım, bakalım daha eğlenceli olacak mı dünya” deyip keyifleri gayet yerinde olan, akıl kaybını bir rahatsızlık olarak görmeyen tipler. Zaten bütün bu fikirlerin sahnelenmesi mümkün ama çok ciddi ve yeni bir tarzda oyunculuk yöntemleri gerekiyor.

 

Provalar nasıl geçti? Sizi en çok zorlayan hunili hangisiydi?

En çok zorlayan bir hunili olmadı ama hepsi eşit bir derece zorladı. Her oyuncunun ne olursa olsun, kendi sınırları var ve her oyuncunun doğaçlama kabiliyeti aynı esneklikte de değil. Kimisi doğaçlamalara katkı gösterirken kimisi de uyum gösteriyor yani, çok inişli-çıkışlı bir seyahat oldu provalar. Kimisi önce bir yaptı çok da güzel oldu ondan sonra yavaş yavaş döküldü, masksız oynadılar çok güldük, maskı taktılar hiç gülmedik. Sonra maskla başka bir şeyi birleştirmeleri gerekti yan yana oynamak, koca burunlarıyla oynamak, vücutlarını disiplin etmek… En uzun süreyi biz hunili karakterlerin yaratılmasında harcadık. Yani ne olduklarını, nasıl bir “deli” olduklarını anlamaları gerekiyordu. Bir yığın deli videosu izledik ama hiçbiri uygun değildi, onlar çok trajik karakterler. Bakınca üzülmeme gibi bir imkan yok halbuki bizim hunililer öyle değil, bakınca seviniyorsun. Çok garip ve ince bir çizgide hareket ettiler, dolayısıyla biz bütün provalarda yoğun bir jimnastik bölümüyle; ısınma ardından normal insanlardan farklı yürüme antremanlarıyla, farklı ses çalışmalarıyla, vücutlarını utançtan arındıracak ve o hareketlerin içinde hunililerin masklarını ve hareketlerini hatırlayacakları bir eğitimden geçtik. Ezber meselesi bile neredeyse en sondaydı bizim için ama sonunda yavaş yavaş, tek tek deneyip bırakarak (hepsi diğer rolleri de denedi) bir ses bularak ya da bir takıntı bularak devam etti; sadece iki kişi ilk başta ona düşündüğümüz hunili ile devam etti. Hepsi birbirini görerek gelişti, biri bir karakteri oturttuğunda diğeri ona bakarak daha iyi anlıyor ne yapması gerektiğini, farklı olması gerektiğini… yani bir karakterin bile çıkması bile yeterli, böylelikle ayna çalışması gibi bir şey de yapmış olduk. En önemli kısım da hepsi o yarım maskları taktığında da çok şey değişti. Mask oyunculuğu tiyatro tarihi kadar eski bir şey zaten ama ben biraz daha buralı masklar üzerine düşündüm. Mine Çerçi bize maskla hareket koçluğu yaptı, bu konuda zaten kendisi çok tecrübeli. Oyuncuların, hem mask oyunculuğu hem hikaye anlatıcılığı hem de hunili karakterler gibi üç katmanlı bir oyunculuk sergilemeleri gerekti ve maskları taktıkça her maskta farklı bir karakter de gelince 10 oyuncudan 50 oyuncuya çıkan çok önceden kestiremediğimiz bir oyun oldu.

 

Peki, provalar kaç ay sürdü?

Yaklaşık üç-dört ay sürdü.

 

Oyunu izleyenleri gördüğünüzde, aktarmak istediğinizin aktarıldığını düşünüyor musunuz?

Şimdi, bütün seyircilerin akşam saatinde ruh hallerini eşit göremiyoruz birinin çok uykusu var, birinin çişi gelmiş, birinin yanında sevgilisi var arada onunla da kıkırdaması gerekiyor yani aslında seyirci denen şey kaotik bir yün yumağı. Onlara aynı zevki yaşatmak mümkün değil. Topluca tiyatro veya film izlemenin bir etkisi var; herkes gülerken sen de “ya demek ki gülünecek bir şey var” diyerek konsantre oluyorsun, kafan daha fazla çalışıyor yani kitle psikolojisi bu yanındakinin gülmesi, üzülmesi, fısıldaması ya da hayranlıkla bakmasıyla uyanıyorsun. Topluca bir şeylerle ilgilenirken hepimiz bir tık daha zeki oluyoruz özellikle de hikaye dinlerken. Hep 400 kişi geldi ama mutlaka bir on tanesi ilk yarıdan sonra salondan çıkmıştır, çünkü çok garip bir mizah durumu ile karşı karşıyalar. Genellikle de seyircinin çoğu acayip bir deneyim yaşadığını düşünerek, güle eğlene çıktı.

 

Merve Polat’ın canlandırdığı renkli, neşeli ve biraz çapkın olan “hunili” karakteri nasıl ortaya çıktı?

Aslında hunililer cinsiyetsiz olarak hazırlandı, hiçbiri ne erkek ne de kadın gibi hareket ediyor. Bunlar, cinsiyeti çok geri plana atmış karakterler çünkü kalkıyor, amı sulanıyor o da eğlenceli bir şey sanıyor, “öpüşmek istiyorum”, “memeler olsun her yerde” diyorlar, bir o dünyaya özenme var ama hiçbirinde o cinsiyet pornografisi yok. Ben özellikle de kadın hunililerden bir tanesinin “taşaklı” olmasını istedim. O, onlarla oynuyor, bir yerde meme bir yerde de popo oluyorlar, böyle böyle kullanıyor taşaklarını. Merve şanslı çıktı bu yüzden yani sahnenin en taşaklı kadını o. Onun için cinsellik, eşcinsellik diye bir şey yok, alay edici dalga geçici durumlar olsun yeter ona. Herkese sevgilim diyor, her oyunda da lobide yaptığı bir şey hoşuna giderse sahnede de devam ediyorlar zaten. O özel bir karakter yani “taşaklı hunili kız” o!

 

Siz bir hunili olsanız nasıl olurdunuz?

Ben zaten bir hunili sayılırım, her zaman akılla davranmıyorum çünkü. Bu kafayı yaratıcılıkla hani bir şey üretmekle kıran insanların hepsi hunili aslında. Asıl hunililer ama, mizah yazarlarıdır, onların kafasında bu komik dediği ve dokunulmaz bıraktığı hiçbir şey yoktur. Kendi hayatlarını normal bir insan gibi sürdürüyor görünebilir, ailesi de olabilir ama daha bir tane doğru dürüst konuşulabilecek, arkadaşlık yapacak mizahçıya rastlamadım, hepsi manyak zaten. A-sosyaller onlar daha kendi başlarına bir mizahı üretirken kendi yaşadıklarını hissediyor gibiler ya da en azından bana öyle görünüyorlar.

Gerçekten oynayacak olsaydım oradan bir karakter seçerim hatta son derece garip yürüyen, konsantrasyonu çok dağınık bir hunili olurdum. Zaten onların oynadığı her hunili birlikte denedik, taklit ettik, birbirimize ayna olduk. Rejisini de yönetmen ve oyuncu ilişkisini bir ayna olarak kurduk zaten. Yönetmen olarak oyunculuk çalışmalarına bir fiil katılmam gerekti, “şöyle yapın” diyerek olacak bir oyun değil, “ben böyle yapardım”, “bu benim vücuduma daha uygun” deyip herkesin kendi karakterini oturtması, bulması için her hunilinin içinden geçtim.

 

Aşçı ve prenses adlı bir film projeniz var şuan, proje hangi aşamada? Sizi de filmde görecek miyiz?

Uzun süredir bir şeyler biriktiriyoruz daha çok son iki senedir para aramakla geçti. Ekonomik koşullar değiştiği için yüksek bütçeli filmler riskli hale geldi. Aşçı ve Prenses de iki senedir üstüne çalıştığımız, yurtdışına götürdüğümüz neredeyse tamamlanmış bir iş. Çin’den başlayıp Türkiye’de biten tarihi bir kervansaray yolculuğunu anlatıyor. Bütçesi de zaten küçük değil ki bu iki ülke de netameli ülkeler. Sinema kanunu yeni çıktı, ki çok iyi oldu. Çin de kararsızdı ama Türkiye ile iş yapmaya daha sıcak bakıyor ama en sonunda Çin Devleti’nin davetiyle Pekin’e gittik herhangi bir sansür sorunu dahi çıkmadı, gayet de uygun bulundu.  Bu tür projeler uzun sürer ama mutlaka bir yerinde oynarım hatta Tepegöz’ü canlandırmayı düşünüyorum.

 

Yeni bir oyun projeniz var mı?

Tuğba Ünsal’ın yapımcılığında bir kadın oyunu yazıldı. Songül Öden’in oynadığı tek kişilik “Lal Hayal” adlı oyunun projelerine başladık zaten, 10. provayı da çoktan geçtik, Mart sonuna yetişecek gibi. Bu sezon sinemasız geçen arka arkaya iki oyunlu bir sezon oldu.

 

Peki burası yani “Agora” nasıl gidiyor sizin için? Bir de Almanya’ya açılmayı düşünüyorsunuz sanırım, ne tür gelişmeler var?

Evet, onu düşünüyorum aslında ama geçen sene bir türlü fırsatım olmadı, işler istediğim gibi gelişmedi ama önümüzdeki sene için orada da bir ayağımız olsun diye istiyorum. Ben zaten daha çok konseptin yaratılmasında yer alıyorum. Kuzenim Nişantaşı şubesiyle ilgileniyor ben de burada Balat’tayım…

Teşekkür ederiz…