TANRI BUYRUĞU – Karaköy Mono

Tanrı buyurdu ve ölsün, dedi. Bütün inançsızlar ölsün ve girsin cehenneme!

Anında ölümler başladı. Birçok insan olduğu yerde çırpınıyordu. Neredeyse dünyanın 2/3’si can çekişiyor ve bütün insanlarda dehşet bir korku yaşanıyordu.

Ama bu çok uzun sürmedi. En azından ölmeyen inançlılar için.

Adamın biri kendine bir şey olmadığını gördü ve hemen bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. Çünkü o, Tanrı’ya inanıyordu. Adı gibi emindi.

Ey inananlar sakın korkmayın, Tanrı’nın yardımı nihayet bize ulaştı, biz inananlar zaferi kazandık. Tüm ateistler, müşrikler, münafıklar ve zındıklar nalları dikti. Bundan böyle kimseden hiç mi hiç korkmayın, çünkü hepimiz inançlı insanlarız; Tanrı bizi öldürmediğine göre kurtulmuş sayılırız. 

Bu nida, bu uyarı nasıl olduysa herkese -o da Tanrı’nın inayetiyle olsa gerek- ulaştı. Tüm Tv’lerde bangır bangır duyuldu.

Böylece Tanrı’ya inanan tüm insanlar birden gülmeye, oynamaya, eğlenmeye başladılar. Geri kalan insanlık can çekişiyor, ızdırap içinde ölüyordu.

Tabii ki ilk iş ölen bu kadar insanı gömmek olacaktı. İnançlıların önünde yapılacak oldukça fazla iş vardı. Çünkü bu ölüler gömülmez ya da yakılmazsa cesetleri çürüyecek her yer çok pis bir kokuyla dolacak, nefes almak mümkün olmayacaktı. 

Bir süre devam eden eğlence, coşku yerini endişeye bıraktı. Hâlâ can veremeyen, bir bardak su isteyen vardı. Ama iş işten geçmişti. Bu insanlar nasıl olsa kâfirdi, su vermek olmazdı.

Hemen ileri gelen insanlar bir talimat yayınladı. Herkes bölgesinde bulunan kâfirleri hiç törene mörene gerek kalmadan gömecekti. Ya da yakacaktı. Çünkü Japonlar mesela, ölülerini yakıyordu.

Herkesin gömülme işi bitti.

Tanrı da bir ohh çekti; dünya varmış.

İşte, şimdi beni seven kullarımı görme zamanı.

Ve güneş sonraki gün daha bir güzel doğdu Dünya üstüne. Bütün inançlılar uyanmaya başladılar. Hepsinin yüzü gülüyordu. Nihayet Tanrı sözü, galip gelmişti. Bu konuda Tanrı çok bile beklemişti ama onun işine karışılmazdı. Buna da şükür diyen insanlar pencereye yaklaşıp gözlerini ovuştururken tamamen uyananlar şimdi ne yapacağız, ne yapacaktık demeye başladılar. Herkes ne yapacağını unutmuştu çünkü. Bazı unutmayan arkadaşlar da nasıl yapılacağını bilmiyordu.

Hayat devam ediyordu, ölenlerin arkasından yas tutacak halleri de yoktu. Sonra sokakta insanlar, özellikle çocuklar koşturuyor, oyunlar oynuyor, neşeli neşeli takılıyorlardı. Bunu gören ne yapacağını bilemeyen yetişkinler ey büyük tanrım deyip sokaklara çıkmaya başladılar. İşleri olanlar vardı, dükkanını açacak olanlar, bakkala gidip ekmek alacak olanlar… bazıları memurdu bu insanların, masasına oturup işlerini yetiştirmesi gerekiyordu. O memur arkadaşlardan birisi işe gitti, ama hiçbir şey yapamaz oldu. Elinde imzalanacak kağıtlar vardı, onları imzalayacak amiri ölmüştü. Tüh, dedi içinden ama bir taraftan da tövbe çekiyordu. Çünkü adam inançsızmış ölmeyi hak etmiş işte, dedi. Ofisinde bazı arkadaşlarını aradı, öğlen yemeğe falan inerlerdi, sonra anlamadığı şeyleri sorardı. Özellikle kendine çok yardımı dokunan birisi, o da gitmiş gelmemişti. Aklında hiç bu adam da inançsızmış gibi şeyler dolanmazdı çünkü arkadaştılar ve arada şakalaşıp gülüştükleri bile olurdu. Şimdi ne düşüneceğini bilemeyen birisi olarak ortada, elinde kağıtlarla kalakalmıştı. Bu kağıtları kim imzalayacak, ben ne yapacağım, dedi içinden? Sonra hemen aklına bir şey geldi. Arada kaçamak da olsa baktığı, günah işleyip tövbe ettiği bir kişi vardı. Bu kişi bir kadındı. İki masa ötesinde oturur, süslenip püslenip daireye gelirdi. O dairede önce müdürünün -Tanrı rahmet etsin, aman aman dilini ısır- sonra da herkesin gözü olan birisiydi. Hakikaten çok güzel bir şeydi. Bazen günah işlemek hiç bu kadar zevkli sayılmazdı. Bir göz görmek, mini eteklerinden arta kalan bacaklarını süzmemek işten bile değildi. O da yerinde yoktu. Hadi ama ya, diyecek oldu çünkü hiç o açıdan bakıp da değerlendirmemişti bu durumu, inançlı/inançsız?

O kadın da gitmişti, dönmemek üzere. Artık kendine bir çeki düzen verme zamanıydı. İş yerinde sonuçta başka arkadaşları da vardı. Onlarla da zaman geçirebilirdi. Hemen, arada ibadette buluştukları bir arkadaşının yanına gitti, çok mutlu bir hali vardı arkadaşının. Sormadan edemedi. Neden bu kadar neşelisin, diye? Saçmalamasana sen, baksana her şey bize kaldı, diye böğürerek gülmeye başladı arkadaşı. Artık çalışmak yok, müdür yok, karılar da cehenneme gitti, her şey bize kaldı!

Pek ne dediğini anlayamamıştı bu adamın, zaten önceden de çok sevmez, aynı safta namaza bile durmazdı: Omuzları birbirine değdiğinde rahatsız olduğu adamlardandı. Nedense çok kabaydı ve önceden de ne işi var burada diye sormadan edemezdi. Yeni bir imtihan başlamıştı önünde, bir başkasına da gitse aynı konular, aynı sırıtış, aynı gururla karşılaşacaktı. Korkmaya da başladı, acaba inançlarından şüphe mi ediyordu? Azrail onun da kapısını çalar mıydı? Hadi canım! Bal gibi de inanan birisiydi. Sabah akşam Kutsal Kitabı orijinal dilinden okurdu, dua etmeden yatmazdı… 

Etrafında gülen, kendinden onca emin, içinde bulunduğu durumdan faydalanmaya çalışan bir sürü adamın canını sıkmaya başladığını, burada fazla kalamayıp dışarı çıkması gerektiğini düşündü. 

Ve Tanrı bu memur çocuğu gözetliyordu!

Meleklerine şuna bak şuna, dedi. İlginç birisi bu. Şimdi dairesinden çıktı, işten çıkma vakti de değil? Bakalım ne yapacak. Öldürmediğimize göre, bizim de bir bildiğimiz vardır, öyle değil mi? Melekler hep bir ağızdan, öyledir efendimiz, dediler.

Başka memleketlerde, başka diyarlarda da bu ve buna benzer şeyler yaşanıyordu. Kimisi aksırıyor, kimisi öksürüyor, kimisi ağlayıp zırlıyor, kimisi de nutuk atıyordu. Fakat yaşam devam ediyor, yağmurlar ve karlar yağmaya devam ediyordu. Odun, gaz yağı, elektrik, arabalara benzin, telefonlara daha fazla kapasite gerekiyordu….

Birisi bir yerde şunu söyledi: Bu inançsızlar ne kadar da inançsızmış. Bunca şeyi bulmuş, öğrenmişler ama bize öğretmemişler. Şimdi de soracak kimsemiz kalmadı yahu! Bu telefon nasıl çalışıyordu, şu arabanın vites kolu nasıl ileri geri alınıyordu varsa bileniniz buyursun.

Kimseden ses çıkmadı. Soran arkadaş da sorduğuna pişman oldu. İnançlı insanlar gururlu olurdu, sabretmesini bilirler, işin altını üstünü fazla kurcalamazlardı.

Ama Tanrı sordu, baktım da şu kullarım ne yapıyor diye, hiçbiri de bir şey yapmıyor, baksana hepsi yerinde sayıyor… Bu ara istekler de arttı ben de merak ettim ne oluyor diye… meleklerden birisi hemen atladı: Efendim biraz geri kalmış bu inançlılar, ne yapacağını bilemeyen bir sürü adam var dünyada. Biz mi gidip yardım etsek. Yok yahu, olur mu diye karşı çıktı Tanrı, onlar inanan insanlar bir çıkış yolu bulurlar, bulmalılar…

Kendini dışarı zor atan memur sahilde aldı soluğu, azıcık nefes almak, temiz hava iyi geldi kendisine. Yolda gelirken bir sürü sakallı, sadece gözleri görülen tiplerle karşılaşmıştı. Birbirilerine selam verip geçiyorlardı, ama kimse kimsenin yüzüne falan bakmıyordu. Herkes önüne bakıyor, bir yere gidiyordu. Sokakta, caddelerde böyle bir sürü boş gezen insana rastladı. Sanki nüfus hiç azalmamış artmıştı birden. Bunlar pek olağan şeyler değildi. Sigarasına sarıldı o anda. Bir çok kez çekti içine. O ünlü markanın sigarasıydı. Çok tatlı geldi içimi. İlk defa böylesine zevk alıyordu bir şeyden. Ama zevk almak günah değil miydi? 

Öyle bile olsa, atamadı onu elinden. Sonuna, dibine kadar içti. Hayattan zevk almak için bir şeyler yapmalıydı. Bu elindekini şimdi atıp yerine ne koyacaktı?

Bir gün iş çıkışı müzik dinlemek için gittiği bir yer vardı, aklına orası geldi. Herhalde orası aynen duruyordur, müziklerini dinleyebilirim diye yola koyuldu. Tam o sırada bir nida duyuldu. Ve sokaklar daha kalabalıklaştı. İnsanlar bir kolundan tuttukları gibi götürdüler. Fazla uzun sürmedi, farzını kılıp çıktı. Dehşet içinde uzaklaşıyordu. Ne zevk alırdı kendi isteğiyle gittiğinde. Ama şimdi hiç böyle bir şey duymamıştı. Aksine bitse de gitsem diye saniyeleri sayıyordu. Kendini burada daha da kötü hissetmeye başlamıştı. Çünkü yaşanılanları gittikçe kaldıramaz duruma geliyordu.

Kendini sakin kimsesiz bir köşeye attı, kollarını semâya doğru kaldırdı, ne oluyor Tanrım diye niyazda bulundu: Seni ne kadar sevdiğimi, sana ne kadar saygı duyduğumu bilirsin, ve iyi bir insan olmayı aklımdan hiç çıkarmadım, bunu da. Ama Tanrım şimdi yaşadıklarıma bakıyorum da sıkılmaya başladım, herkes aynı ve hiçbir zevk alamıyorum yaşantımdan. Ne olur beni aydınlat, böylesi mi doğru?

Tanrı sakallarını okşamaya başladı ve kuluna cevap vermeye hazırlanıyordu. Kendisi Tanrı olduğu için hata yapamazdı. Bu durumu da çözmeye niyetliydi. Çünkü gözlemlediği kadarıyla hiçbir yerde böyle sorgulayan bir kuluna da rastlamamıştı. Bir çok yerde işler karışmaya da başladı. Çünkü inanan insanlar birbiriyle o senin bu benim kavgasına tutuşmuştu. Fabrikalar durmuş, enerji kaynakları donmuş ve bir çok yerde sabahtan akşama kadar korkudan ne yapacağını bilemeyen, dua eden insanlarla karşı karşıya kalmıştı. Şöyle bir kükreyesi, ne yaptığınızı sanıyorsunuz diyesi geldi Tanrı’nın ama sustu, buna gerek olmadığını biliyordu. Bir iki talimatla çözerdi işleri. Kulunu gözetlemeye devam etti.

Bu arada cehennem fıkır fıkır kaynıyordu. Neden burada olduğunu bilemeyen insanlar daha çoğunluktaydı. Veya burada olan ama yine de olmasa daha iyi olurdu diyen. Bazıları her şeye rağmen, çektiği onca acıya, ızdıraba aldırmadan güzel, çıplak kadınları bulmaya çalışıyordu. Burada olacağını düşünüp, sabırsızca görmeyi arzuladığı hatunlar vardı. Dünya gözüyle görememişti bu kadınları, belki burada görür azıcık içine su serpilir umudu taşıyordu. Aslında bir çok erkeğin aklı fikri bunlardaydı. O filmlerde, reklamlarda, dergilerde gördükleri kadınlar, herhalde buralarda bir yerlerde geziniyor, şehvet uyandıran bedenlerine reva görülen cezanın bedelini ödüyorlardı. Ne olursa olsun, insanın duyguları yok olmuyor her yerde hazır ve nazır bulunuyordu. Tanrı vergisi bu özelliğin insana kattığı bir sürü şey vardı. Ne yaptığını bilmekle bilmemek arasında geziniyordu insanlık.

Dünyada ise işler çığırından çıkmaya doğru gidiyordu. Belki bir müdahale daha şarttı. Tanrı bunu düşünmeye başlamıştı. Bu insanlarla biz ne yapacağız demeye gelmişti neredeyse durum.

Yine de bazı şeyler o kadar kötü sayılmazdı. Dünya yerinde duruyordu en azından. Ama bu inançlılarda tık yoktu. Ne diye yerinde sayıyorduki bu adamlar; bir şeyler yapıp üretseler, daha çok birbiriyle konuşsalar ya. Hem müzik nerde? Yok! Çok büyük bir eksiklik. Üstelik beni de yanlış anladılar. Yıktılar her şeyi. Bütün o güzelim mimarileri! Yaktılar kitapları. Ne de güzel kitaplar yazılmıştı oysa ki! 

Bu inançlıyım diye ortalıkta gezen insanlara biraz burnunu kıvırdı Tanrı. Yok ya, bu adamlarla bir şey olmaz, bir yere varamayız diyesi geldi ama melekleri duymasın diye de bunu dillendirmedi. Her şeyi oluruna da bırakmak istemiyordu. Çünkü tarihi müdahalesini yapmış, olanlar olmuştu. Ya zamanı geri almak? Ne gerek vardı. Tarih bir oyuncak sayılmazdı. Tanrı da bir oyuncu değildi. Zaten bir rakibi de yoktu. Kendi başına oyna, eğlen olacak iş değildi.

Memur orada da aradığını bulamadı. Kapatmışlar, müziğin sesini kesmişlerdi. Arada kaçamak biralar atardı, bir taneden ne olacak diye, o da artık mümkün değildi. Bir sürü tat, bir sürü zevk rafa kalkmıştı. Bunlar nasıl bir daha yaşanılırdı bilemiyordu. Acıktı bu arada. Yemek yemek için bir lokantaya girdi. Fazla çeşit yoktu. Ve çorba da yoktu. Ne oldu çorbaya diye sordu? Garson artık sadece elle yenilen yemeklere yer veriyoruz, dedi. Kaşık, çatal kâfir işi!

Yuh, demek istedi içinden ama tuttu kendini. Bir şey yemek de istemedi orada. Çıktı, bir simitçi buldu sokakta, ondan bir simit alıp yiyerek yürümeye devam etti. Hayatın hiç neşesi, canlılığı kalmamıştı. Arada ilahi sesleri duyuluyordu ama imkanı olsa bunları duymamak, kulaklarını kapatmak isterdi. Çünkü söyleyenin belli ki ne müzik bilgisi vardı ne de estetik… varsa yoksa sadece bağırıyordu. Tanrı’nın kulakları sağırdı herhalde! Bu insanlar cahil miydi? Ben de bu insanlardan biri miydim? Neye inanıyordum? Neden inanıyordum? Etrafta hiçbir güzellik yoktu. Hayat donmuş gibiydi. Sevgili Tanrım, yaşam durdukça çoğalan, kendini aşan, renklere, canlılığa bulanan bir şey değil miydi? Eee… bu da nerden çıktı? İnançlı arkadaşlar pek oralı değiller söyleyeyim, diye geçirdi içinden.

Tanrı biraz daha düşündü. Bu çocuk akıllı birisiymiş. Tamam ben de biliyordum hayatın sıradanlaşacağını ama inançlı kişilere bir fırsat vermeliydim; kendilerini ve yaşamı daha iyi anlasınlar, keşfetsinler diye. Onlar da kendileri için yaptılar ama yapamadılar… iyice düşünsünler o zaman, cennet o kadar da kolay değil…

Ve her şey kaldığı yerden yeniden başladı. Tüm insanlık kaynaştı. Tanrı’nın yapabileceklerinin sonu yoktu, bir daha olduğu gibi bıraktı hayatı. Bir çoğu belki hatırlar, belki hatırlamaz, ama istediklerini hâlâ dünyada görme şansı olduğunu bilmeli herkes…