Sevgili Füsun Hocam Karaköy Mono’ya hoş geldiniz. Yeniden sizinle bir arada olmak çok güzel. Sizin Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatında önemli bir yeriniz var. Sadece bir yazar olarak değil, yaptığınız başka çalışmalarla da topluma katkınız çok fazla.
Bugün aslında tabii ki edebiyat da konuşacağız ama, ben bunun yanında başka bir tarafınız ile de sohbet etmek istiyorum.
Siz aynı zamanda bir koleksiyonersiniz. Çok üretken bir insan olduğunuzu ve hiç durmadığınızı çok iyi biliyorum…
1-Önce biraz kendinizden bahseder misiniz? Neler yapıyorsunuz?
Siz de hoş geldiniz. Size önce bir günümü anlatayım. Saat 7 gibi kalkıyorum çünkü uzun günlere iyi, sıkı bir çanta hazırlamakla başlamak lazım. İçine neler koyuyorum. Çocuklarla birlikte okuyacağımız şiir kitabımı koydum, defterimi koydum, kalemlerimi koydum. Ananaslı yoğurdumu koydum ? çünkü hızlı hareket ettiğim günlerde bir şeyler yemek zorundayım. Suyum, şemsiyem, katlanabilir poşetimi koydum, her zaman lazım olabilir. Yola çıkıyorum, gün içinde İstanbul’un çok çeşitli yerlerine gitmek durumda kalıyorum ve toplu taşıma kullanıyorum.
Yazarken de bu bana çok yardımcı oluyor. Diyalog dinliyorum. Halkı dinliyorum, telefon konuşması dinliyorum, dertleri ne? Çünkü bir yazarın dışarıdan ahkam keserek gazete üstünden, sosyal medya üstünden yazı yazması ile onların arasında yaşayarak örneğin bir kadının günlük dertleri, kadının kocası eve para getirememiş, çocuklar ne yiyecek o üzüntülere tanık olmak bambaşka tabii ki.
Toplu taşıma çok çok önemli bir kaynak. Her kesimden insan var orada, sadece alt değil, orta kesim, hatta şaşkınlıkla binmiş taksi bulamamış insanlar, onlar daha bir komedi oluyorlar tabii.
Cuma günleri Salı Pazarının yerinde bit pazarı tarzı bir yer var, daha yığınlar halinde eşyalar, giysiler, ev eşyaları ve tabii başka objeler, hırdavatlar satılıyor. Ben orada koleksiyonum için malzeme aramak için bir saatimi geçiriyorum. Çocukluğumun boya kutusuna rastladım o pazarda.
Sonrasında dersim oluyor. Ben bütün programımı tetris gibi tak tak yapmak zorundayım. Her günün programını ona göre düzenliyorum. Tedarikçimle buluştuğum günler oluyor. Geçen iki tane “Monchichi” oyuncağımı teslim aldım.
Kızılay’ın bir Toplum Merkezi var. Orada bir proje yapıyoruz. Suriye ve Türk çocuklarının kaynaştırılması, hikâye atölyesi, yazı çalışması ve o çocukların yazabildikleriyle bir ürün oluşturacağız. Orda çocuklarla Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Çakıl isimli şiiriyle oynadık biraz. Orhan Veli Kanık’ın Birdenbire şiiriyle ne olur gibi çalışmalar yaptık. Çocuklar çok yaratıcı çok güzel şeyler söylediler. Oraya çocuklar çok severek geliyorlar, çünkü orası okul değil. Hatta derslerin hiç bitmesini istemiyorlar. Karşılıklı besleniyoruz birbirimizden.
Eve dönerken yine boş durmak yok. ? Çantadan hop bir kitap çıkıyor okumak için. Evde yemek yerken mutlaka bir şeyler izlenir bizde. “Seinfeld Dizisi” açılır. Belki milyon kere seyretmişimdir ama bence şimdiye kadar yapılmış en iyi sitcomlardan bir tanesi. İşte güzel yazmak için oradaki diyaloglar, espriler, kurgunun nasıl iç içe geçtiği muhteşem örnekler var. Kült bir dizidir zaten. Avustralya Masterchef çok iyi onu seyrederim. Sonra herkes kendi odasına çekilip çalışmaya devam eder.
Gün sonunda bit pazarından getirdiğim parçalar, mutlaka dezenfekte edilir.
Instagram’da takip ettiğim koleksiyonerler oluyor onlara bakıyorum. Kitaplarına, kitap tavsiyelerine güvendiğim, çünkü çok büyük bir kirlilik var maalesef. Ben çok takipçileri olan insanların paylaştıklarına çok prim vermiyorum. Kimin takipçisi az ise onların paylaştıklarına bakmaya çalışıyorum, çünkü onlar özel insanlar.
Zaten bir kişinin bir karakterin bir gününü dinlediğinizde, bir dilim pasta gibi. Onun içinde neli olduğunu çıkartabiliyorsunuz.
Ben bütün yazarların nasıl yazmaya başladıklarını merak ederim. Hepsinde değişik bir hikâye çıkıyor.
2-Hocam siz nasıl başladınız yazı yazmaya? Yazar koçluğundan bahseder misiniz?
Bir çocuk kalemi eline aldığında yazma eylemi başlıyor bence. Çizgiler o zaman çıkmaya başlıyor. Bir çocuk saatlerce kalemle vakit geçirirken diğer çocuk arabası ya da bebeğiyle oynuyor. Ama tabii bu onun yazar olmayacağı anlamına gelmez. Neye tutkuyla bağlıysak onun peşinden gidiyoruz.
Ben hiçbir zaman yazar olacağım diye bir şeyim olmadı. Ama kitaplar evimizde hep vardı. Babam polisiye roman çevirmeniydi. Kağıtlar, kalemler, yığınla kitaplar, sözlükler, daktilo hep vardı. Annem öğretmendi. Şişli’de otuyorduk, hep bir sanatın içindeydik. Annem desen çizerdi. Kitaptı asıl konu.
Çocukluk çevremde hiç yazar yoktu ama çocukluk çevremden çok yazar çıktı. ?
Avusturya Lisesi’nde okuduğum için Alman Edebiyatı yazarlarını çok okudum. Herman Hesse’ler, Christine Nöstingerler, Erich Kastnerler, Günter Grass’lar, kendi dillerinde okudum onları. Boğaziçi Üniversite’ne başladığım zaman da Amerikan ve İngiliz Edebiyatı eklendi. Buralardan çok çok beslendim. İster istemez böyle olunca, doluyorsunuz ve yazmaya başlıyorsunuz. Fakat başkaları için yazacağım dediğimde Murat Gülsoy’un atölyesine başladım. Öykü benim çok sevdiğim bir tarz. Zweig gibi, Edgar Allan Poe gibi tarzı karanlık yazarlar, Sait Faik, Selçuk Baran, Sevim Burak, Orhan Kemal gibi bir sürü çok iyi öykücüler var.
O zamanlar “AltZine Dergisi” vardı orda başladım. O bir başlangıç oldu. Jale Sancak’ın başında olduğu GalaPera Dergisi çıkıyordu. Orada da yazdım. Ama tabii hep yetişkin öyküleri yazdım.
Yeşim Cimcoz’un yazı atölyelerine katıldım. Birçok şey yapınca insanlar size güveniyorlar, yaptığınız işler, çalışma prensiplerinizi görüp, sizi buluyorlar ve birlikte yol almak istiyorlar.
Nalan Barbarosoğlu (Latife Tekin Akademisi) ile çalıştım. Kısa bir süre için İstanbul’a gelmişlerdi. Nalan Hanım dedi ki Günışığı Kitaplığı var, bu yazdığın bir çocuk kitabı olabilir. Müren Beykan’a gönder. Çünkü Müren Hanım dosyayı okuyunca der: “Bundan bir şey olabilir ya da olmayabilir” diye. On beş gün sonra olumlu haber geldi ve biz başladık Günışığı Kitaplığı ile çalışmaya.
Ünlü bir yazar arkadaşımın babası hayatını yazdırmak istemiş, bana rica ettiler. Kendisi anlattı ben yazdım Hayalet Yazarlık yaptım yani. Daha sonrasında insanlar yazdıklarını getirmeye başladılar. Onlarla kendilerinin yazmış oldukları metinler üzerinden çalıştık. Bu sekiz yıl kadar devam etti. Şimdi sadece yazar danışmanlığı yapıyorum.
3-Kitaplarınızdaki hikâyeler, karakterler nasıl ortaya çıkıyor?
Tabii herkesin kendine göre bir yazma sitili var. Bazı yazarlar hikâyeyi yazmaya başlıyorlar karakterler o yazdıkça şekilleniyor. Plan yapmıyorlar. Örneğin Orhan Pamuk ne kadar planlı çalışıyor, Masumiyet Müzesi’nde gördük, kağıtlar, kalemler. Benim de yazdığım tür ne olursa öykü, roman hepsinde farklı bir çalışma sistemi oluyor. Defterlerim hep var, notlar alıyorum, gerektiğinde karakterime benzer birini görürsem onun fotoğrafını bile çekebiliyorum.
Bazen de karakterimi kafamda canlandırıp ona benzeyen bir karakter görebiliyorum. Bu benim karakterimmiş diyorum. Parkta oynayan bir çocuk görüyorum, bu çocuğu ben bir hikâyemde kullanırım diyorum hemen not alıyorum.
Ama şunu da biliyoruz, evinden hiç çıkmayan yazarlar var. Örneğin Alice Munro. O zamanlar Kanada’nın ücra bir kasabasında yaşıyordu. İlla bir yazarın gezmesi gerekmiyor tabii. Okuduklarımızdan da besleniyoruz.
Kemalettin Tuğcu o da aynı şekilde. Kendisi hasta, hiç evden çıkmıyor, abisinin kütüphanesinden besleniyor. O da kurgusu olan bir sürü güzel roman yazdı.
4-Şimdi çok merak ettiğim, koleksiyon yapmaya nasıl başladınız, neden koleksiyon yapıyorsunuz?
Objelerle bağları seviyorum. Babam uzak yol kaptanı olduğu için çok farklı objeler, ev eşyaları, ışıkları yanan gondollar, lehim makinaları, müzik kutuları, hiç kimsenin aklına gelmeyecek şeyler. Bu anlattıklarım 60’lı yıllarda. Mekanizmalı cam silme aparatı, Amerika’dan atılan malzemelerden filan getiriyordu.
Benim Jako adında bir maymunum vardı. İçi saman dolu. Çocukken onunla çok oynardık. 10 yaşlarındaydım bir gün okuldan eve geldim Jako yok. Arıyoruz yok. Bize o zaman anneannem bakıyordu. Samanları döküldüğü için de hep şikâyet ederdi. Sanırım bir eskiciye vermiş, mandal karşılığı. ? O öyle gitti. Belki diyorum bir arama oradan başlamış olabilir. Bit pazarlarına gitme.
Yazları çocukları dil okuluna götürüyordum, öğretmenlik yaptığım dönemlerde. Onları okula bıraktıktan sonra, çok boş zamanım kalıyordu. İngiltere’nin koleksiyonerler için çok iyi yerleri vardır. İkinci el satan dükkanlar, kiliseler satış yapıyordu. Tabii ben bunları geze geze bu işin piri oldum.
Önce kedi koleksiyonuna başladım. Yıllarca kedi biriktirdim. Sonra oyuncağa merak sardım. Bu arada bana en çok sorulan soru, “Ne biriktiriyorsunuz?” Ona tam olarak cevap vermek çok zor. Her koleksiyoncu gördüğünde neyi alması gerektiğini içsel olarak biliyor. Çok farklı insanlarla bir araya geliyorum. Ben de onlara soruyorum. “Sen ne biriktiriyorsun diye.”
Örneğin, mahallemde bütün el arabacıları beni tanır. Hatta eşim benimle dalga geçiyor: Çok farklı çevreye sahipsin diye.
Tabii dikkatli bir göz çok önemli. Yazarlara da o gerekli aslında. Görmek. Uzaktan bile onu görebiliyorum, “Aa bu el arabasında bir şey var deyip gidiyorum.”
Hocam bu vintage oyuncakların arasında en sevdikleriniz hangileri?
Çok var: Troll’ler, Monchichi’ler, Micky Mouse Ailesi” bunlara önem veriyorum. Onların da damgaları var, onlara dikkat etmelisiniz. Örneğin, bin liralık bir bebeği çöpten çıkarabiliyorsunuz. On liraya alabiliyorsunuz. Bu çok ayrı bir keyif.
Fatoş Bebekler var onlar çok kıymetli; bir el arabasında rastladım. Bir poşet dolusu bebek. Açtım baktım etiketleri üzerinde Fatoş Bebekler. 60 liraya bir sürü Fatoş bebek aldım. Böyle şeyler de olabiliyor.
Tabii el arabalarında kaçırdığım şeyler olursa, mahallemizde antikacımız var, oraya satılıyor onlar, bu sefer de oradan alıyorum.
5-Bu topladığınız vintage oyuncakları, malzemeleri nerede muhafaza ediyorsunuz? Zor olmuyor mu?
Hepsi evimde, camlı dolaplarda tutmaya çalışıyorum. Bir süre sonra yıkanabilirler, fakat hepsi değil. Çünkü her oyuncağın bir doğası var, onlar öyle kalmalı.
6-Başka nerelerden topluyorsunuz?
El arabaları, hurdalıklar, yurt dışındaki ikinci el dükkanları, özellikle bu iş için yurt dışı gezilerimi uzatıyorum. Bit pazarları zamanlarını takip ediyorum. İsveç bu konuda çok iyi. Hangar boyutlarında. Seyahatler bu sebeple çok doyurucu oluyor.
7-Koleksiyonunuzda en hikâyesi olan parça ne? Mesela sizi hüzünlendiren. Nedir bunun hikâyesi?
Parça demeyelim ama, bit pazarlarında en çok hikâyesi olan fotoğraflar ve mektuplar bence. Mektupların üzerinde bir tarih oluyor zaten. Mesela şu mektup 1972 yılından. Kıymetli büyüğümüz diye bir hitap var.
Bu elimdeki kartta da iki çocuğun yazışması var. Bu kişileri internetten araştırdım ve buldum. Meşhur bir aileymiş. Çocuklardan biri ünlü bir şarkıcıymış, diğeri bir tiyatrocu. İletişime geçtik.
Bir asker hatıra defteri aldım. Orda da bir askerde olabilecek Türkiye’nin panoramasını görüyorsunuz. Benim çok kâğıt toplayıcılığım yok ama böyle şeylerle karşılaşınca kaçırmıyorum.
8-Biz çocukken peçete koleksiyonu, pul koleksiyonu, gazoz kapağı koleksiyonu, silgi koleksiyonu filan yapardık. Çok kıymetliydi onlar. Şimdi bunlar yok. Dijitalleşme her şeyi değiştirdi. Sizce koleksiyon yapmak ne katıyor insana?Koleksiyoncu olmak, hani alıp bir kenara atmak değil tabii. Onun değerini bilmek, ona katma değer katmak. İngilizlerin bir atasözü vardır: “Birinin çöpü bir diğerinin hazinesidir,” diye. Bir başkası için kıymetli olmayabilir bir obje ama senin için değerli olabilir.
Gidip de dükkanlardan almaktan ziyade bir kültür olarak bit pazarlarında dolanmak, çocukla çevresi arasında etkileşim için önemli…
Füsun hocam, bu renkli evinizde bizi ağırladığınız ve bu güzel sohbet için tekrar çok teşekkür ederiz.
Sevgiler