Uzun bir aradan sonra yeni filmi Taş’ın vizyona girmesi için gün sayan başarılı yönetmen Orhan Eskiköy, yaptığımız söyleşide neler yaptığından Türk sinemasının durumuna, yönetmen adaylarının ne gibi yollar izleyebileceğine, edebiyata ve daha birçok konuya değiniyor.
Orhan Eskiköy adını ilk olarak İki Dil Bir Bavul filminde duydum. Doğu’ya öğretmenlik yapmaya giden Emre’nin yaşadıklarını anlatıyordu. Emre Kürtçe bilmiyordu, öğrencileri de Türkçe. Duygudan duyguya sürükleyen bir filmdi. Babamın Sesi filminiz de gerçek bir hikâyeye dayanıyordu. Aslında belgesel mi demem gerekiyor? İlk olarak türünden mi başlasak?
Ben belgeselle başladım. Ankara Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda öyle bir gelenek vardı. Dersi veren hocanın yönlendirmesiyle haber belgeseller yapılıyordu. Bir taraftan da hoca (Bülent Özkam) haber belgeseli biçimsel olarak kırmak, yaratıcı belgeseller yapan öğrenciler yetiştirmek istiyordu. Ben de ilk yaptığım filmden başlayarak bu hedefi kendime koymuştum. Öğrenciyken her yaptığım filmde kendimce yeni bir şey denemeye çalışıyordum. Gittiğim uluslararası festivallerde iyi örnekler izledim. Bunlardan etkilendim. Belgesel sinemanın gücünün farkına vardım. İki Dil Bir Bavul benim biçimsel olarak hayalini kurduğum bir belgesel türüdür. Dünyada çok iyi örnekleri var.
Babamın Sesi kurmaca ile belgesel arasında. Karakterler gerçek ama İki Dil Bir Bavul’da olduğu gibi müdahale edilmeden anlatılan bir öykü değil. Babamın Sesi gerçek bir öykünün yeniden ve yeni bir olay örgüsü içinde anlatılmasıyla ortaya çıktı.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde henüz öğrenciyken projeler üretmeye başladınız. Ne çekeceğinize nasıl karar verdiniz? Konu mu sizi içine aldı, siz mi bir arayış içine girip buldunuz?
Lise yıllarımdan beri ülkemin içinde olduğu durum beni etkilemiştir. Alevi bir ailenin içine doğmam dolayısıyla başımıza bir şey gelecek korkusuyla büyüdük. Kendini saklama hissi kimliğini ortaya koyamama sonucunu getirdi. Bu nedenle kendimi nasıl ifade edeceğimi araştırmak benim asıl hedeflerimden biri oldu. Belgesel Sinema da bu ifade arayışı için çok kuvvetli bir araç gibi gözüktü bana. Üniversitede ilk kez Kürt sorunuyla karşılaştım. Bununla ilgili belgeseller gördüm. Ben Anadolu’dan Görünüm kuşağıyım. Alevilerin en büyük dezavantajı baskı altına alınan kimlikleri nedeniyle Türk üst kimliğini gereğinden fazla benimsemiş olmalarıdır. Benim açımdan da durum aynıydı. Türk kimliği her şeyin üstündeydi. Ne kadar ezilirsem ezileyim Türk olmakla övünürdüm. Üniversitede bu durum da değişince kendimi ifade etmemin yolları açılmış oldu. Benim gibi ezilenlerin hikâyelerine bakıp onları anlatmak istedim. Onların hikâyelerinde kendimi buldum.
“İletişimsizlik” üzerine bir film çekmek istediniz ama parasal sıkıntılar yaşandı sanırım. Derken Sundance Belgesel Fonu gibi önemli yabancı fonlardan destek aldınız. Genç yönetmen adaylarını umutlandırmak adına bu nasıl bir süreçti anlatır mısınız?
Süreç çok uzundu. Filmin fikrinin ortaya çıkışıyla gerçekleşmesi arasında beş yıl var. Henüz mezun olmadan çekmek istemiştim. Özgürle birlikte mekân ve okula da karar verdik hatta. Sonra mezun olunca iş bulma gibi bir sorun ortaya çıktı. Bu sırada projeyi geliştirmeye devam ettik. Hayal ettiğim bir şeye ulaşamamış olmanın huzursuzluğu içinde başka bir işte çalışıyordum. Sonra projeyi Greenhouse adında uzun metraj belgesel geliştirme platformuna gönderdik. Kabul edildi. Orada 10 proje vardı sanıyorum. Bizimkisi en iyi proje seçildi. Orada Hollandalı bir ortak bulduk. Sundance fonundan bir kişi de oradaydı. O da Sundance fonunun çıkmasını sağladı. Gelen paralar küçük paralardı fakat beni cesaretlendirdi. İşten ayrıldım. Bütün zamanımı tamamen filme verdim. Filmi çektikçe kurguladık ve başka yerlere başvurduk. Bu arada Greenhouse hâlâ devam ediyor. İlgilenenlerin başvurmasını tavsiye ederim.
İki Dil Bir Bavul’un çekimleri nerede yapıldı ve ne kadar sürdü? İlk filmde ne gibi zorluklar yaşandı?
Filmin tamamı Siverek’in Demirci köyünde çekildi. Filmi bir eğitim yılında belli aralıklarla çektik. İlk filmin en büyük zorluğu bu film özelinde neredeyse çekimlerin bir yıla yayılmasıydı. İki kişiydik ve her şeyi yapmak zorundaydık. Doğa bizi en çok etkileyen şeydi. İki gün çekim yapıp iki gün hasta yatıyorduk.
Sonuç size önemli ödüller getirdi. Neler değişti ondan sonra hayatınızda?
Bu film hayatımı tamamen değiştirdi. Çok kısıtlı bir çevrenin haberdar olacağı bir filmken Türkiye’de başlayan demokratikleşme ve barış süreci filmi görünür kıldı. Halbuki filmi İstanbul Film Festivali’nde göstermiştik. Filmle ilgili bir şey yazılmamıştı bile. Ben yerel bir televizyonda çalışıyordum Kıbrıs’ta. Filmle ilgili bir beklentim kalmamıştı. Özgür de işine dönmüştü. Sonra Adana Festivali’ne seçildi film. Zaten Kürtlere birtakım haklar verilmesiyle ilgili, savaşın bitmesiyle ilgili herkes rahat rahat konuşuyordu. Filmin de bu meseleyi anlatıyor olması festivalde takdir edildi. Yılmaz Güney ödülü verildi. Sonra vizyona girdi ve yaklaşık yüz bin kişi izledi. Ben de ikinci hatta üçüncü filmimi çekebilecek kadar para kazandım. Üçüncüyü de çektim. Yine başladığım yere döndüm. Tıpkı Türkiye gibi.
İki Dil Bir Bavul’u Özgür Doğan’la birlikte çektiniz. Babamın Sesi’ni Zeynep Doğan’la. İki filminizde de yönetmen koltuğunda iki kişi var. Böylesi daha mı kolay?
İki kişinin bir filmi yönetmesi aksine daha zordur. İki fikri bir araya getirmek azımsanacak bir mevzu değil. İki Dil Bir Bavul’da zaten iki kişiydik. Fikri ben ortaya çıkarmıştım ama Özgür’le beraber geliştirdik. Bütün süreci birlikte geçirdik. Orada bu film sadece benim diyebilecek bir kişi yoktu. İkimiz de aynı durumdaydık.
Babamın Sesi’nde de benzer bir durum oldu. Babamın Sesi, İki Dil Bir Bavul çekilirken ortaya Zeynel tarafından konuldu. Ben de Zeynel’in geliştirmesine yardım ettim. Hatta senaryosunu yazdım. Özgür’le yaşadığımız serüvenin benzeri yaşandı. İki filmin arasında ilkesel ve duygusal bağlar olduğu görülebilir.
Babamın Sesi’nde Maraş katliamı, Kürt-Türk kimlik açmazı gibi konulara giriliyor. Politik filmler mi bunlar?
Benim yaptığım filmlere doğrudan politik filmler diyemeyiz. Ülkemizin içinden bir türlü çıkamadığı politik çalkantılardan doğrudan etkilenmiş insan hikâyeleri diyebiliriz. Ben kişisel olarak politik olarak şu doğrudur demiyorum filmlerimde. Ya da bir sınıfın, bir kimliğin yanında olduğumu da söylemiyorum. Araştırdığım bazı sorulara cevap bulmaya çalışıyorum. Ya da bazı yeni sorular ortaya atıyorum.
Türkiye’de politik film yapabilme koşulları oluşmuyor. Çünkü işçi işçi sınıfına dahil hissetmiyor kendini. Kendisini işçi değil de Kürt ya da Türk olarak görüyor. Meselenin ezenlerle ezilenler arasında olduğunu anlamamızın zamanı geçti çoktan. Ezilen “ben böyle iyiyim” demeye ikna oldu. Eşitlik arayışı yerini “hep şu Kürtler” yüzünden düşmanlığına yenildi. Çünkü politika kirli bir dille yapılıyor. İnsan anlamın ne olduğunu çözebilecek bir dil kullanılmadan yönetiliyor. Anlam sürekli kayıyor. Yer değiştiriyor. El değiştiriyor. Alınıp satılıyor. Böyle bir yerde sinemanın politik olabilmesi mümkün mü?
İleriki projelerinizde de gerçek hikâyelerden mi yola çıkacaksınız hep?
Son filmim tamamen kurmaca. Hiçbir gerçek hikâyeyle bağı yok.
Ve hep yazan ve yöneten kısmında adınız birlikte mi olacak?
Ben kendimi ifade etme peşindeyim. Başkalarının yazdıklarında kendimi buluyorum muhakkak. Fakat senaryo yazarken ne çekeceğimi görüyor olmak beni rahatlatıyor. Bir de benim anlatmaya çalıştıklarım birbirine dolaylı olarak bağlı mevzular. Kendi varoluş serüvenimle doğrudan bağlı. Bu nedenle bir başkasının yazdığı filmi çekemezdim. Bir başkasına senaryo yazmak isterim. Fakat henüz öyle bir talep gelmedi.
Türk sinemasının durumunu nasıl görüyorsunuz? Çok fazla film vizyona giriyor. Nitelikli filmler mi bunlar sizce?
Sinemanın neden yapıldığı ile ilgili kesin bir ayrım var. Birileri açısından eğlencedir sadece. İzleyen de bunun için izler. Yapan da eğlendirme hizmetinin karşılığı olarak para kazanmak ister. Bütün dünyada da böyledir. Buna itiraz edecek durumda değilim. İtiraz da edilemez.
Bir de sinemanın tıpkı diğer sanatlarda olduğu gibi bir gereksinime cevap veriyor olması durumu var. Bu gereksinim de anlama duyumsama ihtiyacıdır. Eğlencenin bir ihtiyaç olmadığını söylemek istemiyorum. Bu nedenle eğlence sinemasına karşı değilim. Fakat bu eğlendiren filmler o kadar çok yer kaplıyor ki insanın anlama ve duyumsama ihtiyacının önüne geçiyor. Hatta öyle bir ihtiyaç olmadığı yanılsamasını yaratıyor. Buna karşı gelmek zorunluluktur. Gelişmiş ülkelerde benzer bir ayrım varken bile sinemanın benim savunduğum anlamda korunduğunu görüyoruz. Ülkemizde de benzer bir çaba varmış gibi gözükse de devlet diğer konularda olduğu gibi –mış gibi davranmaktadır. Sinema yasamız hâlâ yok. Birkaç milyon dağıtarak yapılmasına yardım ettiği filmler gösterime çıkacak salon bulamıyor. Gösterilecek televizyon bulamıyor.
Nicelik verilerle ölçülebilir. Fakat niteliği ölçmeye yarayacak bir unsurumuz yok. Bilgimiz ve görgümüzü saymazsak. Bu da kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişir. Ben sadece şu soruyu sorarım bir film izlerken. Bu film benim dünyayla ilgili neyi anlamamı ya da duyumsamamı sağladı? Buna bir cevabı varsa bir niteliği de var demektir.
Özellikle komedi filmleri gişede başarılı oluyor. Siz dram yönetmeni misiniz?
Komedi filmi çekmek isterdim. Tabii yine az önce sorduğum soruyu gözeterek.
Neredeyse 5 senedir yeni film yapmadınız. Neler yaptınız bu arada?
Son beş yıldır bu kasım ayında bitirdiğim filmle uğraştım. Arada yirmi altı bölüm televizyon programı çektim. Yurtdışında yaşayan Türkiyeli müzisyenler hakkında. Çok severek yaptığım bir işti. Ama eğlencenin dışına çıktığımız için yine, TRT kaldırdı programı. Geçen yıl bir tane uzun metraj belgesel çektim Kıbrıs’ta. 13. Seçimine giren bir başkan adayıyla ilgili. Siyasetin sorun çözmeye dönük bir iş olmadığını anlatmaya çalıştım. İkinci kızım doğu bu arada. Onun büyüme sancısını atlatma serüvenine destek olmaya uğraştım. Uğraşıyorum.
Ufukta yeni bir film var mı? Biraz tüyo alabilir miyiz?
Yeni filmim Taş. Yeni bitti. Bu yıl gösterime girecek. Uzun yıllardır oğulları kayıp olan bir aileyi anlatıyorum. Evlerine oğulları olma ihtimali olan biri geliyor. Ailenin birbirlerini ikna etme hikâyesini kendi kutsal inançlarını da işin içine katarak anlatmayı denedim.
Kıbrıs’ta yaşıyorsunuz. Nasıl karar verdiniz oraya taşınmaya? Orada hayat daha mı kolay?
Zorunluluktan geldik buraya. Askere gitmem lazımdı. İşten ayrılmıştım. İki Dil Bir Bavul bitmişti ama geri dönüşü henüz olmamıştı. Eşim Aslı Kıbrıslı. Askere gitmek istemiyordum. Filmle ilgili umutlarım henüz bitmemişti. Bedelli askerlik yapabileceğimi fark edince Kıbrıs’a taşındık. Sonra da kızımız doğdu. Burası güzel bir yer. İnsanlar sahici. Kendileriyle ilgili hırsları ve hesapları az. Ben de öyle biri olduğumu sanıyorum. Aslı da İstanbul’da çocuklarımızı büyütemeyeceğimizi benden çok önce fark etti.
Sizi etkileyen yönetmen ya da filmler var mı?
Olmaz mı? Sinema ancak sinemadan öğreniliyor bana göre. Bir de sinema yaparak tabii. İnsan öğrendiğini sandığı şeyi tatbik etmeli. Bana sinemayı sevdiren film Sonsuzluk ve Bir Gün filmidir. Angelopoulos’tan çok etkilendim. Kieslowski’den de. Bizden de Yılmaz Güney Umut filmiyle çok cesaretlendirdi beni. Sonra sırasıyla Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan. Özellikle NBC’nin yayınladığı senaryoları ilk yazmaya başladığımda cesaret verdi.
Bize beş tane film söyler misiniz izleyelim.
Melankoli’nin Üç Odası (2004) Pirjo Honkasalo
Narayama Türküsü (1983) Shôhei Imamura
Besle Kargayı (1976) Carlos Saura
Arı Kovanının Ruhu (1973) Victor Erice
Yaban Çilekleri (1957) Ingmar Bergman
Mono özünde bir edebiyat dergisi. O yüzden size edebiyatla ilgili bir iki soru da sormak isterim. Başucu kitabınız var mı?
Başucu kitabım Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı. Döne döne okurum. Hiçbir kitabı bu kadar keyifle okumuyorum.
Bir gün şu romanı uyarlamak isterdim dediğiniz bir kitap?
Uyarlanabilse Tutunamayanlar’ı yapmak isterdim.
İyi bir okur musunuzdur? Şu an ne okuyorsunuz?
İyi bir okur muyum bilmiyorum. Kütüphane kitap dolu. Yarım bırakılmış, dönülmek üzere ayrılmış, yeni alınmış vs. Düzensiz ve maymun iştahlı bir okuyucuya iyi okur denmez sanırım. Roman okumayı sevmiyorum. Şiir, öykü ve edebiyat dışı kitaplar okurum. Şu an Tutunamayanlar’la birlikte Dinler Tarihine Giriş diye bir kitap okuyorum.
Sinema ve edebiyat ne kadar bağlantılı birbirine?
Edebiyatın, özellikle şiirin çok önemli bir katkısı var sinemaya. Şiir de görsel bir dil dünya üzerinden bizimle konuşur. Öykünün önemli bir katkısının olduğunu düşünürüm. Öykünün insana dokunmayı bilen hassaslaşmış, incelikli bir eli vardır. Bu eli tutmak hayatı duyumsamamızı sağlar.