Ülkenin en uzun soluklu ve çizgisini hiç bozmayan kültür-sanat etkinliklerinden biri olan İstanbul Film Festivali, bu sene 36. defa bizlerle birlikte olmaya hazırlanıyor. Ve şehrin bizi belki de en iyi tanıyan etkinliği daha önce birkaç defa yaptığı gibi bizi kışkırtmaya, uyandırmaya, gözümüzü dört açmaya çağırıyor.
Motto gayet net; “Kaldır kafanı, festival başlıyor!”
Festivalin, bu şehrin uzun zamandır başlarımızı öne eğdiği gerçeğini yüzümüze vurarak, kışkırtıcı bir çağrı ile belki de bir şeyleri düzeltmeye geldiği belli. Özellikle bu tip etkinlikler konusunda fazlasıyla eksiğiz ve yaralıyız, fakat bu cesur çağrıyı da uzun zamandır beklediğimiz bir gerçek.
Festivale en aykırı filmlerden biri ile başlamak size oldukça iyi gelebilir. Festival ve törenleri dolaşıp ödüllere doyamayan, Avrupa’nın bu sene en iyi fantastik filmi seçilen Raw, gerçekten cesur bir film. Hatta izlemek de bir o kadar cesaret isteyen türden. Bu senenin en iyi ilk filmlerinden olduğu söylenen, çiçeği burnunda kadın yönetmen Julia Doucournau’yu övgü delisi yapan film; Vejetaryen bir Veterinerlik Fakültesi öğrencisinin okulda çiğ et yemek zorunda kalması üzerine yamyamlığa varan öyküsünü anlatıyor. Cannes’da Fipresci ödülünü kucaklayan bu filmi kesinlikle izleyin, ama tok karnına.
Agnieszka Holland ismini duyunca kulakları dikilenler, toplaşın! Polonya’nın eskimeyen yönetmenlerinden Holland’ın son filmi İstanbul Film Festivali izleyici ile buluşuyor. Şubat ayında Berlin’de ilk gösterimi yapılan film, festivalden eli boş dönmeyenlerden. Alfred Bauer ödülünü evine götüren Pokot, Plonya’nın karlı köylerinde geçen film için ‘yeni bir Fargo’ benzetmesi yapılıyor. İlginç karakterler, seri cinayetler ve kara komedi ile dram arasındaki o ince çizgi… Gezinmek için harika bir yer değil mi?
Tek bir dev aktris, onlarca karakter, deneysele yakın bir ilk film. Biriyle bile aklımızı alacak bir performans ortaya koyacağından emin olduğumuz Cate Blanchett, bu defa 13 taneyle karşımızda. Haber spikerinden bir kukla oynatıcısına kadar birbirinden farklı 13 kişi, tek bir bedende çağımızın en önemli manifestolarını okuyor. Cate Blanchett’in zirve performanslarından biri olarak gösterilen film, izleyici için de şaşırtıcı bir deneyim olacak gibi.
Berlin Film Festivali diyelim, Altın Ayı diyelim. Sanırım uzatmaya gerek yok… Ildikó Enyedi’nin 18 sene sonraki geri dönüşü olan film, belki de sinema tarihinin en iyi geri dönüşlerinden biri. Daha şimdiden Macaristan sinemasının başyapıtlarından biri olduğu söylenen film, hastalık derecesinde asosyal Maria’nın yine kendisine benzeyen müdürü Endre ile yakınlaşmasını anlatıyor. Birbirlerinden habersiz bir şekilde rüyalarda başlayan bu yakınlaşma, gerçek dünyada da aynı büyüyü yakalamaya çalışıyor. Kesinlikle kaçırmayın.
Festivalin en cesur bölümü olan Mayın Tarlası, senenin en zor filmlerinden birini izleyici ile buluşturuyor. Meksika sinemasının yaşına göre epey başarılı yönetmenlerinden olan Amat Escalante’nin Venedik başta olmak üzere bir çok festivalden en iyi yönetmen ödülü ile döndüğü filmi, cinsel haz konusuna gerçek dışı bir açıdan bakıyor ve seyirciyi zorlamaya çalışıyor. Ormanda bir kabin, kabinde büyük bir haz ve bu dürtünün büyüsüne kapılmış bir aile. Çocuklarınızla izlemek istemeyeceğiniz bir film.
500 Days of Summer’dan sonra süper kahraman furyasına kapılan ve aslında ilk filmini mumla aratan Amerikalı yönetmen Marc Webb, yeni filmi ile iç burkan dramatik hikaye anlatımına geri dönüyor. Ayrıca büyük ihtimalle festivalin popüler kültür adına da büyük kozu olmayı hedefliyor. Sinema perdesinin Captain America’sı olan ama aslında o perde adına hem yazar hem de yönetmen olarak büyük bir potansiyele sahip Chris Evans’ın başrolünde olduğu film iç burkmasının yanında iç ısıtacak gibi de görünüyor. Üstün zekalı yeğenini tamamen kendi şartları ile büyütmeye çalışan Evans’ın hem ailenin geri kalanı hem de devlet ile olan mücadelesi kuşkusuz bizi üzmeyi hedefliyor.
İzlanda’yı sevmeyen, ilgi duymayan, gidip görmek istemeyen var mıdır? Sanıyoruz ki yoktur. Rüya toprakların bu sene en beğenilen filmi karşınızda! Gitmiş kadar olmasak bile o toprakların kokusunu, o sonsuz beyazın huzurunu ve uzaktan bakınca başka bir gezegende yaşadıklarını düşündüğümüz sahiplerinin hikayelerini hissedebileceksek bile yeterli. İki en iyi arkadaş, iki yeni kız ve gerçekten karışık duygular. Sevgi, arkadaşlık ve aşk bu gençlerin umudu mu yoksa umutsuzluğu mu olacak? Dingin bir gençlik hikayesi arayanların kaçırmaması gerekiyor.
Guillaume Canet’in artık 43 yaşına geldiği bir dünyada, zamanın nasıl geçtiğini anlamak gerçekten çok zor. Ünlü Fransız aktör, yazıp yönettiği bu filminde kamerayı kendi hayatına çeviriyor. Kendisini aktör eskisi olarak gören Canet, eski cazibesinin peşine düşüyor. Belgesel mi, kurmaca mı arasında gidip gelirken bıyık altından gülmek garanti. Marion Cotillard’ın varlığı da ekstrası. Fransız sinema dünyasının arka kapısından girmek isteyenler bu filmi kesinlikle kaçırmamalı.
İçimizden biri, içten biri, düşündükçe de içimizi acıtan biri; Yavuz Çetin. Ülke topraklarında Rock ve Blues müzik adına başımıza gelen en büyük gruplardan olan, 90’lara damgasını vuran Blue Blues Band. Ve en az Yavuz Çetin kadar efsane olan, Jimi Hendrix ile aynı sahneyi paylaşmış olan Kerim Çaplı. Bu belgesel sayesinde 2’linin endüstri ve kendileri ile olan savaşının öyküsüne, yeteneklerinin yüküne ve belki de ülkemizde yaktıkları Blues müziğin ateşinin kendileri ile birlikte sönmesine tanıklık edeceğiz.
Ben Wheatley – Amy Jump iş birliği kaldığı yerden devam ediyor. İngiliz yönetmenin Tarantino ve Ritchie’ye saygı duruşu olarak nitelendirilen filmi, festivalin popüler kültür yüzlerinden biri olmaya hazırlanıyor. 1978’da Boston’da bir depoda, iki çete arasındaki yasadışı alışverişin tamamen yanlış anlaşılmalar ve tesadüfler üzerine çıkmaza girmesi, gerilimin ve tabii ki kara komedinin anahtarı haline geliyor. Birbirinden ünlü oyuncular, tek bir mekan ve neredeyse tamamen gerçek zamanlı bir anlatım. Vizyonda kendine yer bulacaktır ama festivalde izlemenin keyfi de ayrı olacaktır.