El-Hamra’ya Yolculuk – Karaköy Mono

“Şehrin dışında Elhamra’nın gerçekte ne olduğu görülüyor: Güçlü bir kale. Savaş amacıyla yapılmış çetin bir kale. Duvarları iki metre kalınlıkta, savaş yerleri zırhlara bürünmüş savaşçılar, bodrumları silâh, ahırları atlarla dolu idi. İçeriden ise, kaba tenli kalenin çok ince cildi üzerinde, duvarları asla zayıflatmadan, insanın bütün neşeli, âşıkane ve anlamlı oyunları ortaya çıkıyor. Keşke ruhumuz da Elhamra Kalesi gibi olsa…” Nikos Kazancakis, “İspanya Yaşasın Ölüm”

Birçok edebiyat ve sanat adamına ilham olmuş Elhamra Sarayı’nı, Kazancakis’in hasretle karışık bir haşyet sızdıran bu sözleri kadar iyi betimleyen başka söz var mıdır?Duvarlarına kızıl rengini veren harcından sebep “kırmızı” adını alan “El-hamra”nın dışarıdan sert ve metin görünüşü, içindeki kırılgan ve narin zarafetiyle birleşip sarsıcı bir harmoni oluşturur ve ister istemez insanda Kazancakis’in niyaz ettiği “dışı kal’a gibi sağlam, içi ana gibi müşfik” bir ruhun özlemini doğurur. Sierra Nevada’nın karizmatik doruklarının şifalı sularını taşıyan iki nehrin, Darro ve Genil’in arasından yükselen Sabika Tepesi’nin sarp düzlüğünde başına buyruk yaşamış, güzelliğinden ötürü varlığı efsanelere karışmış, suskun, bilge ve cömert bir ruhun hayalini kurdurtur.

İnsanı, güzellik anlayışını yeniden düşünmeye sevkedecek denli güzel olan Elhamra’yı bilmem nereden başlayıp anlatmalı… Bir düşün başı ya da sonu var mıdır? Düşün içine, ortasına düşülür ve ne olduğunu anlamadan düşten uyanılır. Bu yüzden, kaba saba bir dünyanın içinde, incecik sütunlarıyla rüzgârda uçuşan dantelalı tüller gibi beliren Elhamra’nın muhkem surlarından girebilmenin yolu, ikindi güneşinin Akdeniz sarısına boyadığı revakların altında, suyun aksine dalmış birinin kutsal fısıltılarını takip etmektir. Ateş yerine su yanan kandillere benzeyen mermer havuzların hikâyelerini, bizzat anlatan dağcıl suların peşi sıra akıp gitmektir.

Yahya Kemal, İspanya’daki elçilik görevi esnasında ziyaret ettiği Elhamra’yı benzer bir ruh hâletiyle tasvir eder: “… Elhamra’ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken hârikulâde bir mekân içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir âlemden başka bir âleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim.” Elhamra’nın ana girişindeki duvarda bulunan, J.L. Borges’in 1976’da yazdığı “Elhamra” şiirinde de aynı düşsel his okunur. Granadalı ozan Federico Garcia Lorca; Albayzin’in daracık yokuşlarına gömülü Ziryab’ın müzikal mirasını dirilten Manuel de Falla; Gırnata için “Burası tüm Endülüs bölgesinin gelinidir”(1) diyen Tancalı seyyah İbn Battûta vb. nice güzellik avcısının üzerine, harcı kırmızı bir düşle karılmış Elhamra’nın gölgesi düşmüştür. Doğuluların hafızasında bir altın çağın aziz hatırası olarak saklanan Elhamra’nın hayali yapısı, onu Batılıların gözünde Şehrazat’ın anlattığı masallarla, aşk, entrika ve hazine söylenceleriyle yüklü gizemli bir saraya çevirmiştir. Bir süre unutulup evsizlere, dilencilere, serserilere mesken olan saray, 1829 baharında Elhamra’yı ziyaret eden ABD’li yazar Washington Irving sayesinde yeniden keşfedilmiştir. Sarayın bir odası kendisine tahsis edilen Irving, Elhamra’yı ve hikâyelerini, günümüzde romantik tarih denilen bir anlayışla kaleme alarak sarayın üzerindeki efsanevi havayı, özellikle Endülüs’ün son Müslüman sultanları hakkındaki tarafgir tevatürleri bir nebze dağıtmayı başarmıştır. Irving’in Elhamra’da kaldığı odanın kapısı üzerine yerleştirilen kitabe, hâlihazırda Elhamra ziyaretlerinde görülebilmektedir. Elhamra, 1984’de UNESCO Dünya Mirasları listesine alınana dek ilgi odağı olmaya devam etmiş, bu tarihten sonra da şöhreti iyice artmış ve dünyanın en zor bilet bulunan saray/müzesi hâline gelmiştir.

Elhamra Kalesi’nin temeli, sırtını Sierra Nevada’ya veren Sabika Tepesi üzerinde, 889’da atılmıştır. 1232’de Beni Ahmer Devleti, yani Gırnata Emirliği’ni kuran ve Endülüs’teki son İslâm hanedanı Nasrîlerin ilk emiri olan Muhammed İbnü’l-Ahmer zamanında inşasına başlanan saray, V. Muhammed tarafından tamamlanmıştır. Aslanlı Saray, V. Muhammed döneminde; Nasrî Saraylarını oluşturan diğer iki saray -Meşveret (Mexuar) ile Gomares ve heybetli Adalet Kapısı, babası I. Yusuf döneminde yapılmıştır. Granada üç tepe üzerine kurulmuş, doğusunda Sierra Nevada (“Karlı Dağlar”) ve bu dağların beslediği nehirleriyle özel bir coğrafi konuma sahip, verimli bir yerleşimdir. Tarihte Granada’ya ilk gelenler Fenikeler olmuş, onları Yunanlılar, Kartacalılar ve Romalılar izlemiştir. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Vizigotların yurdu olan Granada, 8. asırda Emeviler tarafından fethedilerek Gırnata adıyla, Endülüs’te sekiz asır sürecek İslâm medeniyetinin gözde şehirlerinden biri hâline gelmiştir. Kurtuba, İşbiliye (Sevilla) ve Tuleytula (Toledo) düştükten sonra Müslümanların son kalesi olan Gırnata, 1492’de İspanyollara teslim edilmiş, böylece İber Yarımadası’ndaki son bağımsız Müslüman devletinin görkemli varlığı nihayete ermiştir.

Fotoğraf: Duygu Güles

MİMARİ, MÛSIKÎ, METAFİZİK

Bir medeniyetin, medeniyet adıyla maruf olabilmesi için mânâda ve maddede, soyutta ve somutta, fikirde ve fiilde bir yükseliş, bir terakki göstermesi gerekir. Endülüs İslâm medeniyeti, bu terakkinin hem fikirde hem fikrin sureti olan eserlerde kanlı canlı hissedildiği bir örneğidir. Endülüs’ün ilim merkezi Kurtuba akademilerinin etki sahasında yetişen İbn-i Tufeyl (Latinize adıyla Abentofail), İbn-i Rüşd (Lat. Averroes), Nureddin Batrucî (Lat. Alpetragius), vb. âlimler hem pozitif hem beşeri bilimlerde üstün bir seviyeye ulaşmışlar ve Hıristiyan din adamlarını eğitip skolastik felsefenin, dolayısıyla Rönesans’ın önünü açmışlardır. Skolastik, Hıristiyanlık akidesinin Aristotelizm ile yeniden yorumlanışıdır; sanıldığı gibi karanlık değil, bilakis Arap bilginlerinin çeviri-yorumlarıyla zenginleşmiş ilkçağ felsefesinin Araplardan öğrenilip Hıristiyanlığa uyarlandığı, böylece Avrupa düşüncesinin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Skolastiğin mimarideki yansıması olan Gotik üslup mesela, “ancak duvarlar teknik olanakların son sınırlarına kadar küçültüldüğünde kendi kendini gerçekleştirmiştir.”(2) Gotik mimarinin bu hedefi, birazdan Kazancakis’ten okuyacağımız Elhamra’yı bina eden Arap mimarların çabasında açıkça görülür. Hülasa, Aydınlanma’nın fazla ışığından ötürü karanlıkta kalan ve efsanevi/egzotik bir düzeye indirgenen bu örtük medeniyet tarihi araştırıldığında Endülüs’ün etki ve önemi anlaşılır.

Ortaçağda Endülüs, fiziki bilgiye koşut olarak metafizik bilginin de irtifasının baş döndürdüğü bir yöredir. Bu metafizik yüksekliği, günümüze miras kalmış eserlerde bilfiil temaşa etmek mümkündür. Nitekim, kanımca Elhamra Sarayı’nın estetik harikalığı, Endülüslü büyük ariflerin terbiyesinde yetişen Şeyhü’l-Ekber (en büyük şeyh) Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin tırmandığı mânâ dağlarının maddedeki bir izdüşümüdür. Elhamra’nın mimari özellikleri ve yapı bileşenleri hep bir kutsallığın ifade biçimleridir. Örneğin, Gırnata Emirliği’ni kuran Muhammed İbnü’l-Ahmer, halkın “galip!” nidalarıyla onu alkışlamasından hayâ edip devletin armasına “Ve lâ gâlibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur. Yusuf Sûresi, 21) yazdırmış ve Elhamra’yı bu ayetin hüsnühatı üzerine bina etmiştir. Elhamra’nın her kemerini, kuşağını, sütununu çepeçevre saran ve her zerresinde çınlayan bu ayet, zamanda ve mekânda bir aşkınlık yaratarak uzamın boyutlarını izafileştirir. Yanı sıra duvarlara, kemerlere, mermer fıskiyelere sülüs yazıyla işlenmiş İbn Zamrak, İbn Hatip gibi âlimlerin şiirleri, mekânın mûsıkîsini gözlerden kulaklara iletir. Arabesk revaklarda kavisler çizerek alçıyı canlandıran ışık, girift bitkisel süslemelerin formuna bürünen gölge, sarayı adım adım dolaşan suyun yankısı ve ışık ile suyun yarattığı âhenk, düşsel/serabî bir mekân izlenimini derinleştirir. Çölün susuz yeknesaklığına doğmuş Mağribiler için, hasret oldukları su ve bahçe cennetin temsilidir. Mermer sütunlu revaklar, havuzlu avlular ve bahçeler, bu nedenle sarayın temel mimari öğeleridir. Bu öğelere can veren su, Sierra Nevada’dan tasarım harikası sarnıç, su merdiveni ve arklarla getirilmiştir. İspanyolcaya “Generalife” olarak geçmiş, ismiyle müsemma “Cennetü’l-Arif” bahçeleri, insanı, kalem gibi servilerin labirentinde deveran eden suyun kılavuzluğunda, rengârenk güllerin ve sayısız çiçeğin içinden ariflerin sırlarının içine çeken bir girdap gibidir.

Fotoğraf: Duygu Güles

 

“Arap mimarlığının en son ve en yüksek çabası şudur: Her türlü maddi kitleyi yenmek… Duvarlar mümkün olduğu kadar ortadan kalkar, ince sütunlar ve kemerler hâlini alır ya da Doğu halıları gibi oyulup süs hâline gelirler. … Sütunlar inceldikleri kadar alçalır, kemerler havada imiş gibi dalgalanır, süsler geometrik bir hal alır ve konu, matematik bir değer ve hayranlık verici bir zenginlikle sonsuza kadar yankılanır. Arap mimar-kompozitörleri, zamanı ışık, hava ve renkle doldururlar. Çok atak olan amaçları tektir: Maddeyi yenmek… Onun ağır, yerinden zor oynayan bütün içini boşaltmak ve yalnız manevi çevresini bırakmak.”(3)

Görüldüğü üzere üstat, Elhamra’nın maddedeki mânâyı açığa vuran mistik yapısını derinden duyumsamış, bize bu sözlerin önünde ceketimizi iliklemekten ve bahsettiği maneviyatın mimari karşılıklarına değinmekten başka şey bırakmamıştır. Sarayın her unsurunun, bezemesinin, motifinin kâinatın yaratılışıyla bir rabıtası vardır. Arapça “yukarıdan aşağı inen” anlamını taşıyan mukarnas (stalaktit) bezemeleri, yapı birimleri arasında geçiş elemanı olmanın ötesinde Hira Mağarası’na ve Kur’an-ı Kerim’in nüzulüne bir telmihtir. Mağribi üslubunun muazzam alçı tezyinatı (İsp. yesería), girift ve rölyefik yapısıyla çok boyutlu bir sonsuzluğun anıştırmasıdır. Keza, geometrik motiflerden oluşan “girih” (düğüm) tezyinli sedir ağacı tavanlarla alt duvarları kaplayan mozaik karolar, çok boyutlu bir figür-zemin perspektifini barındırır. Geometrik motiflerin sınırsızlığını ve süslemedeki felsefi/matematiksel dehayı fark edenlerden biri de, 20. asrın en önemli grafik sanatçılarından olan Hollandalı Maurits Cornelis Escher’dir.

ESCHER, GEOMETRİ VE ELHAMRA

Fotoğraf: Duygu Güles

Yine Kazancakis, Elhamra’nın ruhunda uyandırdığı üç yüksek heyecandan bahsederkenbunlardan birinin “geometri ile metafizik arasındaki derin akrabalık” olduğunu söyler. Metafizik bir fikrin, matematik ve geometri ile çizilebileceğini ilk kez Elhamra’da elle tutulur biçimde gördüğünü kaydeder. Escher de, sanatının dönüm noktası olarak nitelendirdiği 1936’daki Endülüs seyahatinde bu derin ilişkiyi görmüş ve sonsuz döngü, perspektif, çifte-anlam üzerine bina ettiği eserlerinin ilhamını doğrudan Elhamra’dan almış olduğunu belirtir.

İslâm sanatının geometrik örüntüleri, sonsuz ihtimalli âlem içre âlemlere işaret  eder.Escher’in sanatında karşımıza çıkan “garip döngüler” kavramında da, gerçekliğin farklı düzeylerinin sonsuzca birbirine dönüştüğü dairevî-helezonî uzamlar bulunur. Sonsuzluğun sonlu bir biçimde temsil edilmesi, bir çatışma, dolayısıyla bir paradoks duygusu uyandırır. Paradokslar, illüzyonlar, trompe l’oeil (göz aldanması) resimlere öteden beri ilgi duyan Escher, Arap mimarisindeki girih süslemelerin etkisiyle, figürle zeminin, yani pozitifin uzayla negatif uzayın yer değiştirdiği, perspektif efektler ve optik illüzyonlarla bezeli enigmatik bir resim anlayışı geliştirmiştir.

Fotoğraf: Duygu Güles

Bu resim anlayışı, salt sanatsal değil -Gestaltçı olmasının da etkisiyle- tüm düşünce ve algı süreçlerini ele alan bütüncül bir biçim dünyasıdır. Garip döngülerin fevkalâde örneklerinden olan “Birbirini Çizen Eller” ve “Resim Galerisi”, kendini çizen eli çizen el ve kendini içeren resmin resmi gibi kabaca sınırlandırılsa da, iki çizim de sonsuz bir hareket döngüsünün içindedir. Escher’in çizgiyle anlatmaya çalıştığı olgu, 20. asır matematikçilerinin de birincil araştırma konusudur. Meşhur mantıkçı-matematikçi Kurt Gödel’in keşfettiği matematik dizgeleri, “garip döngü”nün aritmetik ifadesidir. 1931’de ortaya attığı “eksiklik teoremi”, formel bir sistemin hem tutarlı hem eksiksiz olamayacağı, her sistemde sistemi aşan bir önermenin bulunacağı gibi alışıldık mantığı ve yüzyılın ilk yarısını etkisi altına alan biçimciliği altüst eden kuramlar ihtiva eder. Bir diğer matematikçi-fizikçi Roger Penrose’un çalışmaları da hayli dikkat çekicidir. Escher’in “Çıkış ve İniş”indeki yanılsama, Escher’den önce 1958’de Penrose tarafından “Penrose merdiveni” adıyla yapılmıştır.(4) Penrose’un 1974’de keşfettiği, “Penrose karoları” diye bilinen imkânsız karolar da, düpedüz sekiz asır önceki İslâm sanatının girih karolarını andırmaktadır. Karolarla ilgili bir diğer anekdot, 1984’de yarı kristallerin içindeki atomların Penrose’un karolarındaki desenler gibi dizildiğinin gözlemlenmesi ve böylece karoların “imkânsız” olmaktan çıkmasıdır.

HÜSN VE İHSAN

Meselenin matematik yönünü uzmanlarına bırakıp, Elhamra’ya ve duyularda bıraktığı aşkın güzellik hissine dönelim. Elhamra’nın estetiğinin, Arapça güzellik anlamına gelen “hüsn” ve hüsünden türeyen “ihsan” kelimeleriyle özel bir ilgisi olduğunu; Nisan ayında Katanya’da rast geldiğimiz Escher retrospektif sergisi ile Mayıs’daki Granada seyahatimiz arasındaki enigmatik ilişkiyi kurcalarken fark ettim. Escher’in mozaiklerinde ve “dönüşüm” temasını işlediği taş baskılarında çizgi/hat kesintisiz devam edip hayvan ve insan şekline girmiş, paradoksal olan somut hâle gelmiştir. Bu somut dünyanın ardında, “ne aynıdır ne gayrı” yahut “hem odur hem o değildir” şeklinde ifade buyrulan, Endülüs’te doğup Anadolu’da büyümüş yüksek irfanın soyut soluğunun mevcut olduğunu düşünmek garip değildir. İrfan, hüsn ve ihsanı, yani güzellik ve lütfu konu/amaç edinen bir biliş alanıdır. Güzelliğin, görecek bir gözün varlığında ortaya çıktığının ve görecek gözün de varlığını güzelliğe borçlu olduğunun, yani kısaca “birbirini çizen eller”in bilgisi olan irfanın, doğduğu topraklarda Elhamra adıyla güzelliği maddenin sınırlarından taşan bir şahesere bürünmesi; sonra medeniyetin el ve yer değiştirmesiyle, bilim ve sanat adamlarının eserlerinde -hatta atomların diziliminde- bambaşka bir formda görünmesinin başka izahı var mıdır? Anlaşılan o ki, zamanı ve mekânı biteviye dolaşan, isimler ve cisimler değil, onların ardındaki hüsn ve ihsandır.

Elhamra Sarayı, hayli geniş bir alana yayılan dört ana bölüme ayrılır. Hanedanlığın hem yönetim merkezi hem ikametgâhı olan “Nasrî Sarayları (Nasrid Palaces)”, ribat ve kulelerden oluşan eski kale/karargâh “Alcazaba”, III. Yusuf’un saray kalıntılarını, Hatunlar Kulesi’ni, havuz ve bahçeleri içeren “Partal” ve yazlık sarayı da barındıran “Cennetü’l-Arif (Generalife)” bahçeleri… Sultan odalarının, elçi kabul salonlarının, haremin ve hamamların bulunduğu Nasrî Sarayları, Elhamra’nın en görkemli bölümüdür. Sayısız oda, salon ve avlunun âhenkle iç içe geçtiği, labirentvari yapısına rağmen yekpâre, engin, çok-renkli bir dünya izlenimi uyandıran bu saraylar, mekânı yukarıya doğru açan mukarnasları; yıldızlara, yapraklara, çiçeklere ayrılıp “Allah”ta tekrar birleşen tezyinatı; su mûsıkîsi dillere destan Aslanlı Avlu’su ve Elhamra’nın simge ağaçları olan mersinli, portakallı, servili avlularıyla varoluşun hüsn ve ihsandan meydana geldiğinin gerçek bir remzidir.

Fotoğraf: Duygu Güles

Elhamra’yı yakından olduğu kadar uzaktan da seyretmelidir. Etrafıyla eşsiz bir uyum içinde bulunan, göz alıcı yeşilliğin içinde âdeta topraktan fışkırmış bir yakutu andıran sarayın sert ve dağcıl görünüşlü kuleleri, gurup vakti bakırlaşan çehresiyle dişil bir tatlılığa bürünür. Karşısındaki Albayzin, bu gülbeşeker çehrenin doya doya seyredildiği Granada’nın üç tepesinden biridir. Albayzin, Arapça “atmaca avcılarının yeri” anlamına gelen eski bir Müslüman semtidir. Flamenko kokulu dar sokakları, yılankavi yokuşları ve avlulu evleriyle Arap mimarisinin tipik örneklerinin temaşa edilebileceği semt, çingene mahallesi Sacromonte ile beraber hâlihazırda kentin en otantik bölgesidir. Albayzin’e çıkıldığında, tepede yan yana duran iki mabetten; Granada Cami’nin bahçesinden ve San Nicolas Kilisesi’nin seyir terasından Elhamra’ya bakılır. Zira, Elhamra’nın içi de dışı da, onu seyretmek için yapılmıştır.

Washington Irving’in Elhamra’ya veda ederken değindiği gibi: “- Bütün güzelliği içerisinde onları hatırlamam için, güneş batmadan önce bu manzarayı terk etmek gerekiyor, dedim kendi kendime.”(5)

***
KAYNAKÇA

• Ebu Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, “İbn Battûta Seyahatnâmesi”, Cilt II, Çev./Haz. A. Sait Aykut, YKY Yay. İstanbul 2010, s. 948-949.
• PANOFSKY Erwin, “Gotik Mimarlık ve Skolastik Felsefe”, Çev. Engin Akyürek, Kabalcı Yay. İstanbul 2014. s. 42, d. 31.
• KAZANCAKİS Nikos, “İspanya Yaşasın Ölüm”, Çev. Ahmet Angın, Tel Yay. İstanbul 1973, s. 134.
• HOFSTADTER Douglas R. “Gödel Escher Bach”, Çev. Ergün Akça-Hamide Koyukan, Kabalcı Yay. İstanbul 2001, s. 59.
• IRVING Washington, “el-Hamra, Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi”, Çev. Veysel Uysal, İz Yay. İstanbul 2016, s. 191.

***

Telif Uyarısı:

Yazının ve yazı içerisinde kullanılan tüm görsellerin her hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz.