BAHÇE – Karaköy Mono

Toprağın altından çıkan karıncaların rap rap yürüyüşüne tanık ol, onların yolunu kesen solucanlarla  ahbaplık  et  ve sonra hepsini kucaklayarak toprağa karış yeniden.”


Ben biyolog falan değilim. Açıkçası fen derslerimin hiçbir zaman iyi olmadığını da söylemek zorundayım.

Babam haftasonları gittiğimiz pikniklerde nehirlerin içinden, çimenlerin, sarmaşıkların, dağ lalelerinin, orman hayvanlarının, göl ve nehir balıklarının, çimlere konan kuşların arasından geçerken, onları beslerken, ayağı seken bir kırlangıca doğru ilerlediğimi, onun ayağını sarmaya çalıştığımı görürdü. Kendisinin avlanma merakına ise her sabah önüme koyduğu bıldırcın yumurtalarını yemeye direnerek karşı çıkardım. Gözümü arı soktuğunda ise, gözümün altı kocaman şiştiğinde bile ben bahçenin çamurunu ellerimle gözüme sürerken, şayet birileri arıyı öldürmekten bahsederse, ben, “Hayır!” der, arıların öldürülmesine izin vermezdim.

Bir de mahallede kedilere eziyet eden çocuklarla hep kavga eder, eve yüzüm gözüm mor ve şiş gelirdim. Tüm bunları en yakından izleyen babam  bana  hep,  “Sen veteriner ya da biyolog olmalısın,” derdi. “Veteriner olmalısın ki iyileştirmelisin o yaralı kedileri.” Ama ben onları o halde görmeye dayanamıyorum ki baba, derdim. “O zaman,” diye devam ederdi kaldığı yerden, “En mantıklısı biyolog olman. Alırsın bu küçük hayvancıkları laboratuvarına, incelersin dilediğin gibi.”

Nedense babama kulaklarımı tıkamıştım. Hayvanlarla olan ilişkimi mesleğe indirgemek bana çok saçma geliyordu. Sevdiğim ve önemsediğim bu hayvanlar her yerdeyken benim onları sadece laboratuvarımda bir inceleme, bir meslek nesnesi yapmam dünyanın en acımasız girişimiydi bana göre. Onlara yapacağım en büyük haksızlıkların başında sayabilirdim bunu eğer babamı dinleseydim.

Dinleseydim, onlarla günümün her saatinde vakit geçirmek yerine,  yalnızca mesleğim için ilişki kuracaktım. Onlara olan sevgim meslek hastalığıma yenik düşecekti. O karıncanın aksayan bacağını iyileştirmek isterken mesela, karıncayı operasyon masamda delik deşik edecektim belki de ve başka yerlerini inceleyerek, dostluğumuzun gerektirdiği o ince dokunuşlarımdan onu mahrum bırakacaktım.

Fen derslerimden özellikle mi zayıf not aldım bilmem, sanki yüksek not alırsam babamın beni mutlaka biyolog olmaya ikna edeceğini düşünüyordum. Ama buna ikna olmak, o laboratuvara gitmek, o önlüğü takmak, masada karıncaları, örümcekleri, akrepleri düşünmek istemiyordum. Onlar benim dostlarımdı.  Hayır, ben bunu yapmayacaktım. Biyolog olmayacağımdan emindim de, şimdi bahçenin ortasında dikilen, elleri çamurlu bir bahçıvan olacağımı da o zamanlar hiç kestirememiştim açıkçası.

Sınavlara girdim çıktım, herkes gibi, birkaç yerde memurluk da yaptım; yani öyle kısa bir zaman diliminden bahsediyormuş gibi algılanabilirim ama aksine epey uzun bir hayli uzun bir zaman diliminden söz ediyorum ben. Yıllarımı geçirdiğim bir memuriyet hayatından söz ediyorum. Masa başı işten tiksindiğimi bana o memuriyet hayatım  göstermiştir.

Tek mutluluğum masaya konan kara sineklerdi. Onlar gelince çıkardıkları sesler sanki yüreğime iniyordu; yani yanlış anlamayın, dosdoğru söylüyorum bunu, yüreğime doğru giden bir basamakta adım adım ilerliyordu sinek sesleri ve yüreğimin o en dip odacığına kadar iniyordu. Sineklerim. Benim canlarım.

Ama çalıştığım ofiste yemek yemek yasaktı. Neyse ki iş arkadaşlarım bana alışmışlardı ve aramızda birbirimizi gözettigimiz bir ilişki geliştirmiştik. Gelmediklerinde, onları idare ediyordum.

Onlar yokken olur da patron odamıza gelir, onların nerede olduklarını sorarsa tuvalete gittiklerini söylüyor, asla ve asla o gün gelmediklerini belli etmiyordum, patron bazen beklediğinde ise, “Ben gidip bakayım.” diyor, tuvalet tarafına yöneliyor, biraz oyalanıyor, sonra da kötü durumda olduklarını, eğer acilse döndüklerinde onun odasına gelip söyleyebileceğimi belirtiyordum. Patron beklemekten sıkılıyor, genelde de durum acil falan olmadığından, “Tamam tamam, geldiklerinde işlerinin başına geçsinler bana yeter” diyerek gözden kayboluyordu, ben de derin derin nefes alıyordum. Ofis arkadaşlarımı telefonla arıyordum ve karşılıklı derin derin nefes alıyor, üstüne kahkaha patlatıyorduk.

Onlar da benim odaya doldurduğum hayvanları beslememe, onlarla konuşmama göz yumuyorlardı. Çoğunlukla ortak gün belirliyorduk, ve onlar o günlerde gelmezken, ben o günlerde odayı hayvanlarla dolduruyordum. Bütün gün karpuz çekirdeklerine gelen sineklerle, ekmek kırıntılarını gören ama içeri girmeye korkarak pencere önünde seke seke gidip gelen serçelerle, hayranlıkla seyrettiğim örümcek ağlarıyla-onlardan sarkan güneşin tınısının gözbebeklerime doluşuyla ve aynı gözbebeklerinden çıkan bir sevdanın örümcek ağlarını sarışıyla, böylelikle ağın gözümün önünde büyüyüşüyle dolu oluyordum. Bütün günümü onlarla geçiriyordum. Tabii en çok bizim ofis uyarı alıyordu.

Patron iş arkadaşlarımın olmadığı günlerde geldiği o zamanlarda, etrafta uçuşan sineklere, pencere önündeki çekirdeklere ve seken serçelere bakıyor, karpuz kokusunu alıyor, benim bir kaçık olduğumu düşündüğünü saklamadığı bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. “Bu odada bir arıza var,” diye homurdanarak gidiyordu en sonunda. Arıza!

Evet patron, arızalıydım, çünkü biliyor musun, ben ofiste kendime her gün şu soruyu soruyordum: “Benim burda ne işim var?” İnsanın ait olmadığı yerde sürekli olarak bir şey yapması beklenirse kendinden, insan kendine bu soruyu sormaz mı? Benim burda ne işim var? Ofis arkadaşlarım da aynı soruyu soruyor olmalıydılar kendilerine, gelmiyorlardı işte. Bense ait olduğumu düşündüğüm o hayvanların ortamını kendim koca bir şehrin göbeğindeki bir devlet dairesinin minik bir odasında yaratıyordum işte. Yaratabilirdim. Kendime inanıyordum. Hayvanlarıma inanıyordum. Onlar bana hep geleceklerdi.

Bir gün duş alırken saçlarımdan düşen bir sinek kanadını yerden aldım ve hızlıca giyindim, babamın odasının kapısını çaldım. Babam şaşırmıştı. Beni böyle telaşlı görmeye alışkın değildi. “Baba,” dedim, “ben işi bırakıyorum.” Babam yine önce şaşırdı, sonra gevrek gevrek güldü. “Sen,” dedi, “geç bile kaldın bunu söylemekte, iyi dayandın oğlum.” Şaşırma sırası bendeydi, “Nasıl yani bekliyor muydun?”Elbette bekliyordum, oğlum, odasının tavanındaki kuş yuvasına bakarak yıllarını geçirecek diyordum… Ama bugün için sana bir sürpriz hazırlamayı da ihmal etmedim, çünkü bu zamanın er geç geleceğini biliyordum… Dedenden miras kalan büyük bir arazi vardı hani… Onun bir bölümünü çok önceden bugün geldiğinde sana vermek üzere bekletiyordum. O arazinin icindeki o büyük bahçe senindir.”

Babamla arabaya  bindik  ve eve çok yakın o bahçede bulduk kendimizi. Küçücük bir serası da vardı içinde. Etrafı yemyeşil, maydonozlar, naneler, soğanlar, domatesler, üzüm ağaçları… Birkaç kedi vardı bahçede. Birkaç tavuk. Kuş seslerini duyuyordum. Sanırım yan taraftaki ahırdan yükselen bir de inek kokusu vardı, kokuyu içimize çekmiştik. Toprağa yapıştım, ağladım, ağladım, ağladım… O kadar çok ağladım ki babam, “Ah be oğlum…” diyor başka bir şey demiyordu. “Ah be oğlum! Bu kadar mıydı gerçekten? Bu kadar mı istiyordun? Hatalıyım, ben hatalıyım… Çok hatalıyım… Sen… Çocukluğundan beri hiç değişmedin ki…  O yaralı kedilerin bacaklarını iyileştiren benim oğlum… Şimdi tüm bitkiler de tüm hayvanlar da seninle…”

Gittim, kedinin boynuna sarılayım dedim. Kedi kaçtı. Sonra babamın boynuna sarıldım. Hatta kaldırmaya çalıştım onu. Filmlerdeki gibi. Hani sevgililer yapar ya. Babam küçük bir adamdı. Kısa boylu. Vallahi kaldırabildim onu. “Deli misin oğlum,” dedi, “bir gören olacak.” Babam utanmıştı. Ben delirmiştim. Şimdi benim bir avuç toprağım vardı, içinde bitkilerim, hayvanlarım. Nasıl delirmem ki. Benim bir avuç toprağım var. Sonra babam “gidiyorum,” dedi. “Sen burda kal oğlum, biraz eşele toprağı, solucanları bul, kelebekleri çağır, üzüm ağaçlarının üstündeki böceklerle konuş, asma yapraklarına inen tozları sil, naneleri kopar topraktan, çocukluğunda yaptığın gibi kokla onları sonra, toprağın altından çıkan karıncaların rap rap yürüyüşüne tanık ol, onların yolunu kesen solucanlarla  ahbaplık  et  ve sonra hepsini kucaklayarak toprağa karış yeniden,” dedi bana gitmeden.

“Baba!” diye yeniden bağırdım. “Baba!” Bir papağan seslendi sandım, sesim toprağımın üstünde yankılandı durdu. “Baba! Ölürsem bu toprağa göm beni!” “Şşşş,” dedi. “Ölmek falan yok şimdi, bitkiler dururken, hayvanlar dururken, yaşam böyle dururken ölmek olur mu? Kavuşmanı yaşa önce.”

“Peki.” dedim. Babam gitti. Artık ben bir bahçıvandım. Ait olmadığım yerlerde dolaşmayı kesmiştim. Aslında şimdi eksik anlattığımı söylemem gerekiyor. O memuriyetten önce başka memuriyetlerde de çalıştım ben ve her seferinde geldiğim nokta “Burda ne işim var?” oldu. Kalabalıkların üstüme üstüme geldiğini o zamanlar  bilmiyordum ki ben. Deneyerek, görerek, yaşayarak öğreniyordum işte. Ben bu bahçe kokusunun, bu üzüm ağaçlarının, bu asma bahçenin dünyasından başka bir yere ait değildim. İnsanın kendine ait yerini en azından bilmesi güzel bir şey değil mi? Biliyorum işte, ben bunu biliyorum. En azından artık, diyebilirim.

Her gün erkenden bahçeme geliyor, önce üzüm asmalarımı buduyordum zamanı geldiyse. Dalları kısaltıyor, üç beş tomurcuk bırakıyordum, o tomurcukları izlemek hoşuma gidiyordu sonradan, bir de öyle daha güzel oluyordu. Seraya geçiyor, naneleri, maydonozları suluyordum. Çıplak ayaklarımı suyun içine gömüyordum. Böylece hem çamurları hissedebiliyordum, hem de ayaklarıma dokunmak isteyen her tür bahçe hayvanıyla temas edebiliyordum. Doğrudan hem de. Hiçbir araç olmadan aramızda. Benim için mutluluk çıplak ayaklarımın değdiği çamurlarda saklıydı.

Soğan tomurcuklarının yanında bir su biriktintisi vardı ve her gün beni ziyarete gelen kediler o su birikintisinde oynamayı  çok  severlerdi. Bir gün onlar beyaz patilerini bu suyun içinde gezdirirlerken korkup geri kaçtıklarını gördüm. Usulca benim arkama saklanmıştı biri. Tüyleri daha beyaz olanı.  Şşş, dedim ona, sakin ol, su birikintisinde ne olabilir ki gerçekten, yani en fazla ne olabilir ki?

Kendimle ve olan biten her şeyle o su birikintisinde böylesine yüzleşeceğimi bilmiyordum.