Yazan: Edanur Erarslan
Ne kendi öz vatanında tam benimseniyordu ne de diğer kesimde. Peki başarılı bir yönetmen için öteki olmak ne demekti ve bu filmlerine nasıl yansımıştı?
Bir yönetmeni tanımlamak istediğimizde nelerden söz ederiz? Filmlerindeki temalardan mı, bize hissettirdiklerinden mi, yoksa kimliği ve söylevlerinden mi?
Eskiden ‘Şöyle bir film var izledin mi?’ sorusu soran seyirciler artık, ‘Şu yönetmenin yeni filmi çıkmış’ diyen ya da film hakkında görüşlerinden söz ederken yönetmen bağlamında konuşabilen bir kitleye dönüştü. Bu da bir filmi anlamak için filmin yönetmenini de tanımak gerekir dedirtiyor.
Asgar Farhadi, 1972 doğumlu, İran asıllı yönetmen. Şimdiye kadar oluşmuş, yedi filmi var. İlk uzun metraj filmini, 2003 yılında yayınlamış ve ödüllerle dolu kariyerine ilk adımı böylelikle atmış. İsmini duyurması “About Elly” filmiyle olmuş, Altın Ayı Ödülü’nü alarak dikkatleri üzerine çekmiş; fakat asıl büyük çıkışı “A Separation” filmiyle olur ve En İyi Yabancı Film Oscar’ını alır. Böylece hem kendi ülkesinde hem de dünya basınında adından daha fazla söz ettirmeye başlar.
Daha sonra gelen “Le Passe” filmiyle yine Oscar ve Cannes için adaydır fakat 2013 senesinin sinema adına dikkat çeken filmlerle dolu olmasından ödülleri diğer adaylara kaptıracaktır. En İyi Yabancı Film Oscar’ını önde gelen auteurlerden biri olan “Haneke’nin Amour” filmi, Cannes Altın Palmiye Ödülü’nü de bugün hala adından söz ettiren “Blue is the Warmest Colour” filmi kazanacaktır.
Asghar Farhadi, 2017 yapımı Forushande “The Salesman” filmiyle tekrar ben buradayım der ve Oscar’ı yine evine götürmeyi başarır.
O’nun “hikâye anlatıcısı” kimliğine döndüğümüzde filmleri bize hep evrensel olanı fısıldar. Farhadi, “A Separation” filmiyle, ‘vicdan’ sorgulamalarını daha büyük kitlelere yayar, sonraki filminde de görebileceğiniz gibi hepimizin sakladığı küçük sırları sorun edinir. Bunlar küçük olmaktan çıkan sırlardır; hikâyeyi katmanlaştıran. Aynı zamanda görmezden gelip sırtımıza yüklendiğimiz şeylerin aslında nerelere varabileceğinden söz eder. Bunu yaparken yalın bir üslubun yanında anlatının ağırlığı ile seyirciyi baş başa bırakıyor. Ahlak, vicdan, suçluluk, sorumluluk, iç-dış hesaplaşmalar kısacası insana dair olan her şeyden besleniyor yönetmen, bunlarla kalmayıp sosyolojik olguları da filmlerinin bünyesinde tartışıyor, onlara alternatif bakışlar ve yorumlar getirmek zorunda bırakıyor seyirciyi.
“Forushande” filmi, bir Arthur Miller oyunu olan “Satıcının Ölümü” kitabının uyarlaması. Filmin önde gelen temalarından biri kadın meselesi. Bir izleyici olarak beyaz perdede bu filmi izledikten sonra boğazımın düğümlendiğini, yerime çivilendiğimi söylesem yetmez. Hele ki insanoğlunun sürekli sorunları çözmek yerine bir günah keçisiyle işten sıyrıldığını daha yakından gördüğümüz bu günlerde Farhadi, bize “Olaya değil kendine dön” cümlesini öyle güzel söylüyor ki… “Olaylara daha yakından bak, sen sadece oyuncusun, (tiyatrodan uyarlama referansıyla) Tanrı değil.”
Yönetmen filmlerinde net bir dil kullanmıyor, izleyiciye sorular sorduruyor ve sonuca gitme yolunu da izleyiciye bırakıyor. Yönetmeni böylesine evrensel yapan bir İranlı, bir Fransız veya bir Türk için aynı soruları sordurabilmesi.
Forushande, yarı profesyonel tiyatrocu olan bir çiftin taşınma hikâyesiyle başlıyor. Bu taşınmaya dair gördüğümüz sahneler filmin atmosferi için bize büyük ipuçları veriyor. Yönetmen bu sefer filmin yapısını bir inşa üzerine kuruyor. Orta-alt sınıf bir aile için yeni bir başlangıç ne demektir? Sanat icra etmeye çalışan bir aileyi görüyoruz, normalde Hollywood filmlerinde görmeye alışık olduğumuz maddi durumunun olmadığından söz eden sanatçılar genelde bizim gerçek hayatta hiç alışık olmadığımız lükste, adeta Ikea evlerinde barınırken bu filmde aslında karşılaşacağımızın ne olduğu tüm dobralığı ile gösteriliyor. Tiyatro sahnesinde yaşadıklarını gördüğümüzde İran hakkında büyük bir açıklıkla neler olup bittiği hakkında fikir sahibi oluyoruz. Kadınlar ne tamamen karikatürize bir kapalılık durumunda ne de hayaller ülkesinde, kadınlar da tamamen hayatın içinden bir hikâyenin içinde. Fakat film devam ederken bizler bir mücadele hikâyesi izlemiyoruz; bir tanıdık vasıtasıyla yeni bir eve çıkan çiftin ve kadının başına bir karışıklık sonucunda gelen olaylar dizisiyle karşılaşıyoruz.

The Salesman
Farhadi, bu filminde ne bir ajitasyona giriyor ne de protesto filmi çekiyor. Filmde kadının karışıklık sonucu yaşadığı trajik olay, film boyunca trajik olmaktan çıksa bile yönetmen bir risk alıp, kadının başına geleni bir kadının mesuliyetine yüklenmesine açıklık verip, çeşit çeşit kadın portresine karşı tüm bakışlarla bizi yüzleştiriyor. Filmde en çok ilgimi çeken durum da buydu. İnsan nedir? Masum kimdir, suçlu kimdir, intikam nedir? İnsana dair hiçbir konunun böylesine bağımsız değerlendirilemeyeceğini seyirciye başrol kadın rolüyle kurdurduğu özdeşimle sağlıyor. Ne toplumu insandan koparabilirim ne de kadın meselesini anlatırken İran’dan kopabilirim diyor yönetmen. Memleket yergisi yahut kadın güzellemesine yer vermeden ağır sorularla insanı kararan ekrana bakmak durumunda bırakıyor.
Tema olarak sıkça yer verdiği “kadın” ve hatta anlatmak istediklerini bir kadının gözünden verdiği bu filmden Farhadi’nin kendini ‘öteki’ hissetmesi yahut en azından ötekileştirilenlerin sesi olmak istediğini gözlemleyebilmekteyiz. Filmlerinde hep bir memleketinden kaçmak durumunda kalmış karakterler görülmekte. Tüm bunların ışığında yönetmenin bu konuda sancılı olduğunu ve sanatını bu sıkıntıyla her zaman harmanlayacağını söyleyebilmemiz mümkündür. Ne kendi öz vatanında tam benimseniyordu ne de diğer kesimde. Peki başarılı bir yönetmen için öteki olmak ne demekti ve bu filmlerine nasıl yansımıştı?
Asghar Farhadi ve Ödüllü Öteki Olmak Hakkında Bazı Mülahazalar
Farhadi bugünün dünyasında en çok Amerikalılara hitap ediyor kimilerine göre. Çünkü Amerika artık bir ülke olmaktan çıkıp bir kavram haline geldi. Öteki olmanın en çok ilgi gördüğü ve kucak açıldığı yer olarak zihin kodlarımıza işlemeye başladı. Hâl böyle olunca Farhadi’nin doğu dünyasında yer bulma ihtimali zayıflamaya başladı, fakat yine de –en azından son 2 filmine kadar- filmlerini İran’da çektiği için yönetmeni dışarıda tutmak pek kolay olmuyordu.
Aynı zamanda ilk Oscar’ını kazandığı filmi, A Seperation, hem insana, evrensel değerlere ışık tutuyor hem de bir yanıyla politik bir tutum benimsiyordu. Kızının geleceği için ülkeden ayrılmak isteyen bir karakteri barındıran bu filme İranlılar tepki gösteriyor, filmdeki tüm temaları ve anlatılmak istenileni bırakıp yönetmene eleştiri oklarını bir bir fırlatıyorlardı. Yönetmen tüm bu okları göğüslemiş ve ülkesini temsil ettiğini Amerika’da bir kez daha seslendirmiştir.
Farhadi, 84. Oscar Ödül Töreni’nde yaptığı konuşmasında tüm bunları açıklığa kavuşturacak şeylerden şu şekilde söz etmişti:
“Bizler önemli bir ödül aldığımız için mutlu değiliz, ya da film yaptığımız için ya da filmciler olarak mutlu değiliz. Bir taraftan savaş çağrıları yapılırken, yabancılaştırmalar yaşanırken, siyasetçiler birbirleriyle kavga ederken ve İran ülkesinin ismiyle müstesna kültürü unutulmuşken bu ödülü kazanmış olmak adımızı duyurabilmek bizi çok mutlu ediyor. Siyasetin ağır baskısı altında kaybolmakta olan bu değerlerimizi hatırlama şansına sahip olduğumuz için çok mutluyum. Ülkemin halkı, tüm halklara tüm medeniyetlere bütün insanlara saygı duyar ve düşmanlığa tamamen karşıdır. ”
Oscar Ödülü’nün ardından, öncesinde “batılı yozlaşmış değerler”den söz ettiği iddia edilerek devlet tarafından kabul görmeyen film, birden baş tacı edilmiş; sinema yine politik olmaktan kurtulamamış ve film en iyi yabancı film Oscar’ında İsrailli bir yönetmenle olan yarışı kazandığı için devlet bunu bir zafer olarak görmüştür.
Sanatçıların kimlikleri, onlar için büyük risklerdir. Türkiye için bunu değerlendirdiğimizde, Orhan Pamuk örneğiyle bunu çok daha iyi idrak edebiliriz. Orhan Pamuk eserlerini burada çiziyor fakat ülkesinin aleyhine olarak algılanan bir cümle dile getirdiği an vatanında, “dışarıda” oluveriyor, sanatçının fikrine değil kimliğine yapılan bu yükleme onu sahipsiz hale getiriyor yahut “batılı, yozlaşmış”. İşin diğer ucuna baktığımızda örneklemin başında sahiplendiğinden söz ettiğimiz Amerika, bir başkan değiştiğinde sizi de dışarıda bırakıveriyor. Bu sene Farhadi, Forushande filmiyle, En İyi Yabancı Film Oscarı’nı aldığı halde Trump’ın geçici yönergesi sebebiyle Amerika’ya ödül töreni kapsamında dahi olsa giremeyeceği konuşuldu. Bunun üzerine Farhadi, ödül törenini boykot etme kararı aldı, siyaset arenası sanata dokundu. Farhadi yoğun bir destek aldı fakat bu hiçbir şey olmamış gibi yapabilmemiz için yeterli değildi. Önce batılı şimdi doğulu, Farhadi hangisi? Sanatı sanat yapan nedir? Bir yönetmenin vicdan hakkında düşündüklerini tüm yalınlığıyla bize sordurabilmesi mi yoksa politik olarak sizi her anlamda ‘yükseklere’ taşıyabilmesi mi?