Röportaj: Okay Arda
“Mandıra Filozofu karakterini, çok sevdim ama iki bölümden öteye gitmez diye düşündüm. Yanılmışım…”
O, çalışma ve modern hayata karşı yaptığı eleştirilerle hayatımıza ve tüm alışkanlıklarımıza farklı bir açıdan bakmamıza sebep oldu. Aslında söyledikleri, hepimizin bildiği ama farkında olmadığımız, istediğimiz ama kendimizi ister istemez uzak tuttuğumuz, ulaşamayacağımızı düşündüğümüz fikirler. Canlandırdığı “Mandıra Filozofu” karakteriyle modern hayatın gerçeklerini ve zorunluluklarını yüzümüze öyle bir vurdu ki milyonlarca insan onu izlediğinde, bir kez daha düşünmek zorunda kaldı.
Mandıra Filozofu karakteri nasıl ortaya çıktı?
Rahmetli senarist arkadaşımız Metin Açıkgöz, daha önce Birol Güven’in bir dizisine, ”Natural Metin” diye bir karakter yazmıştı. Doğal yaşamı savunan bir karakter… Daha sonra “Çocuklar Duymasın”ı yazarken Birol, bu karakteri değiştirerek kullanmak istedi. Hatta karakteri sinemacı yapmak istiyordu. Yüksel Aksu’yu oynatmak istedi fakat çeşitli nedenlerle kendisi “Hayır,” dedi. Sonra karakteri felsefeci yapmaya karar verdi ve benden oynamamı istedi. Ben zaten karakteri çok beğenmiş ve sevmiştim. Ama iki bölümden fazla da gitmez, bize de bir anı olur dedim. Yanılmışım.
Bu kadar popüler olacağını düşünmediniz…
Yok hayır. İlk bölümü yayınlandı ve sosyal medya şimdiki gibi gelişmiş olmamasına rağmen konuşulmaya başlandı. Biz internete koymadığımız halde meraklıları kırpıp anında yüklemişler internete ve ilk gecede yüz otuz bin tıklanmış, bu yüzden devam etme kararı aldık. İki bölüm derken yüz beş bölüm sürdü. Bu devam edecekse, “Bunun bir matematiğinin olması lazım,” dedim. Bu karakter her bölümde bir şeyi sorgulasın, bir şeye karşı olsun istedim.
Siz zaten bir oyuncuydunuz fakat geniş kitleler sizi “Mandıra Filozofu” karakteri ile tanıdı.
Ben lisede tiyatrocu olmak istiyordum. Lise sonda konservatuara girerken “Sen pelteksin kazanamazsın, boşuna girme,” dediler. Ben de hiç denemeden bıraktım, buna inandım. Bu işlerden kopmamak için senaristliğe, yönetmenliğe yöneldim. Ama gel gör ki en az yaptığım şey olmasına rağmen oyuncu olarak tanındık.
“Çorumlu olsun” diye doğumunuzun Çorum’da gerçekleştiği doğru mu?
Eskiden öyle bir durum vardı. Kendisi nereli ise çocuğu da orada doğsun isterlerdi aileler. Nerede olursa olsun, ailenin imkânı varsa aile kendi memleketine gider doğum orada gerçekleşir ve nüfusa kayıt ettirirlerdi. Kırıkkale de yaşıyorduk, Çorumlu olayım diye Çorum’da doğdum.
Peki senaristlik nasıl ortaya çıktı?
Arada yazıyordum ve seviyordum yazmayı. Senaristlik de bir gazete ilanı ile başladı. Rahmetli Levent Kırca, ustamızdı. Gazeteye ilan vermişti, “Yetiştirilmek üzere yazar aranıyor,” diye. Hem Levent Kırca’yı hem de mizahı seviyordum. İletişim Fakültesi’nde okudum, tabii o zamanın adıyla Basın Yayın Yüksekokulu. Bu işin eğitimini de alıyorduk. O ilana başvurduk. Seçilenlerden biri oldum. Ve senaristliğe başladım.
Siz hem oyuncu hem senarist hem de yönetmensiniz. Bunlardan en çok hangisine yakın hissediyorsunuz kendinizi?
Yönetmenliği çok seviyorum. Senaristliği de seviyorum ama Türkiye’de zor… Herkes önemli olduğunu söylüyor ama senaristlik hak ettiği değeri ve önemi maddi, manevi görmüyor. Her hafta her hafta bir şey yetiştirmek kötü… Mesela şimdi film senaryosu yazıyorum. Seviyorum ve rahat. Oyunculuk da keyifli geliyor. Ama oyunculuk anlamında bir iddiam yok. Ben belli şeyleri, kendi yazdığım şeyleri oynayabiliyorum.
“Seksenler” dizisinin de 5 yıl yönetmenliğini yaptınız ve koltuğu, kendi isteğinizle bıraktınız. Mesela bu da Türkiye’de alışık olduğumuz bir şey değil…
50 yaşına geldim ve bir diziyi 5 yıl yönetmişim. Ne zaman da biteceği belli değildi. Herkesin kendi çapında, kendi alanında hayalleri var. Yani insan, tek bir şeyle ömrünü tamamlamak istemez. Eski bir laf vardır “Bir çiçekle bahar olmaz,” diye. Bir maceraya atıldım. Ve benim için hakikaten macera oldu.
“Mecbur olduğum için çalışmaya karşıyım”
Çalışma hayatı ve modern hayatı eleştirmek denince aklımıza ilk Mandıra Filozofu geliyor. Peki siz gerçekte bu hayata nasıl bakıyorsunuz?
Ben mecburiyetleri sevmiyorum. Çalışmaya mecbur olmak bir nevi modern kölelik demek. Ben, çalışmaya mecbur olduğum için karşı çıkıyorum. Zaten çalışmadan duramayız ki. Ona da hobi diyoruz. Ama mecbur olduğun için çalışınca, bu mecburiyet hissi en sevdiğin şeyi bile işkenceye dönüştürüyor. Belki kötü bir örnek olacak ama cinsellik bütün insanlar için en harikulade en zevk veren en tercih edilen şeydir. Fakat o da iş haline dönünce işkence ve kötü bir şey oluyor. O yüzden çalışmaya mecbur olmak istemezdim ama 50 yaşına geldim, hâlâ mecburum, hâlâ çalışmak zorundayım ve mecbur olduğum için de karşıyım.
O zaman Mandıra Filozofu’nun yaşadığı hayatı yaşamak bu düzen içinde zor.
Bu kapitalist sistemde “Mandıra Filozofu” olmak bile bir şey istiyor. Bizim hikâyemizde dededen kalma bir mal, mülk var. Benim dededen kalma bir yerim de yok. Yani bu kapitalist sistem, Mandıra Filozofu’nu bile parayla yaşatıyor. Yani açıkçası bu filmden kazandığım birikimimi de batırdım. Şimdi her şeye sıfırdan başlıyorum. Bir arsa alıp öyle bir hayatı yaşamama daha çok var.
Mandıra Filozofu’ndan sonra çok tanındınız. Hayatınızda neler değişti?
Çok bir şey değişmedi. Bir kere maddi olarak sanıldığı kadar bir birikim yapamadım. Seksenler’den ayrılıp işsiz kaldığım dönemde hem ev geçindirdim hem de film çektim. Maddi olarak hayatımda hiçbir şey değişmedi diyebilirim. Mandıra Filozofu’ndan değil de Seksenler’in yönetmenliğinden kazandığım para sayesinde ömrümün beş yılını borçsuz yaşadım. Çok güzelmiş. 50 yaşındayım sadece beş yılım borçsuz geçti. Şimdi tekrar o borçlu döneme geldik.
Sokaktaki ilgi nasıl?
İlk başlarda çok terler döküyordum, kızarıyordum. Sonra otomatiğe bağladım. Onu kabullenmeyi öğrendim. Bu çok doğal bir şey. İnsanlar tabii ki konuşacak, laf atacak. Hepsine çok teşekkür ederim. Beni hiçbir zaman rahatsız etmediler. Her zaman saygı ve sevgi dolu oldular.
“Kim kiminle yattı, kim kiminle yatacak…”
Peki bir senarist olarak, Türk izleyicisi en çok neyi izlemeyi seviyor?
Kimse bunu itiraf etmek istemez. Sadece Türkiye’de değil. Bu tüm dünya için geçerli. Seyirci ilişkileri görmek istiyor. Daha çok aşk, meşk ve cinsellik. Kim kimi öptü, kim kimi öpecek… İnsanın doğası, bu konulara daha ilgili, daha meraklı, bunlar insanların daha çok takip etmek istediği konular. Ama bunda ahlak, aile terbiyesi, toplum baskısı, kurallar ve yasalar gibi unsurlar olduğu için kimse bunu itiraf edemez. Şimdi bir senarist bunu anlatmak zorunda; kim kimi öptü, kim kimi öpecek. Bunu anlatırken de seyirciyi rahatsız etmeyerek seyirciye başka kulplar vererek yapmak zorunda. Ben, buna yakın mıyım? Ben, buna yakın değilim, bunu yapmak istemem. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki işlere de baktığımızda altyapısında bunları görüyoruz. Doktorlar dizisi mesela; anlatılanın ne tıpla ne de doktorlukla alakası var. Kim kiminle yattı, kim kiminle yatacak. Çok sayıda dizi sayabiliriz; Fatmagül’ün Suçu Ne, Aşk-ı Memnu… İşte onlara bir kulp vermek lazım. Kimse bunu itiraf edemez. Güzel bir aşk katarsın, tıp dünyası dersin, doktorlar dersin, taht oyunları dersin… Game of Thrones, neyi anlatıyor? Avrupa tarihini mi? Hadi canım. Kim kiminle yattı, kim kiminle yatacak.
17 yaşında, Can Yücel’in bir şiiri nedeniyle gözaltında kalmışsınız ve yargılanmışsınız.
Sıkı yönetim mahkemeleri devam ediyordu. Şiiri, ilk kız arkadaşıma vermiştim.
Hangi şiir?
Buluşmak üzere diye bir aşk şiiriydi. (Şiiri okumaya başlıyor)
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege Denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt Meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bir de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Bütün şiir bu. Nereye taktılar? Taksim, Beyazıt Meydanı lafı geçiyor. Bakın o zaman bile Taksim Meydanı öcü. Maalesef Türkiye’de bazı şeyler kolay kolay değişmiyor. Her ne kadar teknoloji ilerlesin, şu ilerlesin, bu ilerlesin, Taksim Meydanı halen öcü. Bir de özgürlük lafı… Adam, “Yürüyelim arkadaşlar, özgürlüğe doğru ama her işin başında sevgi,” diyor. Aslında sevgi dolu bir şiir. Belki inanılmaz geliyor. Kız arkadaşım cüzdanına koymuş bunu ve cüzdanını kaybediyor. Bir sayın muhbir vatandaş buluyor, “Taksim” diyor, “Beyazıt” diyor, “Özgürlük” diyor. O, jandarmaya, jandarma siyasi polise. Siyasi polis, kızın doğum gününde aldı kızı. Onu bir gün önceden almış. Kaba bir dayaktan sonra benden aldığını itiraf ettirmişler ve sonra beni aldılar.
“Elektrik dahil işkence yaptılar”
Ne kadar kaldınız?
Siyasi şubede hücrede kaldım. Üç gün elektrik verme, falaka dahil işkence yaptılar. Örgüt bağlantısı çıkarmaya çalıştılar. Evde kitap bulunamamış. “Kimden aldın, sen birine verdin demek ki. Ortada gizli bir örgüt var,” diyorlar. Can Yücel sevmekten, örgüt suçu çıkarmaya çalışıyorlar. Diyorum, “Ulan şiir kitabının örgüt yayını olabilmesi için Can Yücel’in örgüt olması lazım.” Bir haftayı orda tamamladık, bir haftayı da Selimiye’de tutukevinde. Daha sonra salıverdiler, tutuksuz yargılandım ve beraat ettik.
“Eğer reklamlarda oynarsam bilin ki çok zor durumdayım”
Reklamcılık deneyiminiz de varmış ama 40 gün dayanabilmişsiniz.
Biz okulunu da okusak, uzaktan göründüğü gibi değilmiş bazı şeyler. Bilmiyormuşuz. Zaten ideolojik olarak artık reklama sıcak bakmıyorum. Benim daha önce “Aranan Adam” diye bir programım vardı, o zaman da reklam teklifi geliyordu. Mandıra Filozofu’ndan itibaren daha çok reklam teklifi almaya başladım. Daha sormadan, anlamadan, tekliflerini duymadan direkt “Hayır” diyorum. Prensip olarak… İnşallah mecbur kalıp bir gün oynamam. Eğer ki oynarsam bilin ki çok zor durumdayım.
Türk sinemasında komedi filmleri neden bu kadar fazla?
Fazla ama bir dönemde ağlatan filmler fazlaydı. Şimdi, film dediğinin, bir duygu yaratması lazım. Yani ya güldürebilecek, ya ağlatacak, ya korkutacak, ya da adrenalin salgılatacak. Komedinin, hiç olmazsa bir vaadi var. “Ben seni güldüreceğim,” diyor. İnsanlar da bunu tercih edebiliyor. Tamam çok çekiliyor. Dört tanesi çok iş yapıyor ama yüz tanesi de yapamıyor. Korku filmleri bir dönem iyiydi, ilgi görüyordu. Bir süre sonra baktılar ki hepsi birbirine benziyor ve korkutmamaya başladı. Vazgeçtiler. Hep benzer temalar, isimleri bile birbirine benziyor.
Peki sinema alanında Türkiye uluslararası arenada neden görülmüyor?
Görülmez. Türkiye’de her şey bireysel. Başarı da bireysel, başarısızlık da. Mesela “İran Sineması” diyoruz, birilerinin beğenmediği İran Sineması’ndan bahsediyoruz. İran, sinemacılarına belli adil olanaklar sağlıyor. Ve onlar da o, bu kaygısı olmadan kendi dillerini oluşturabildiler. Ya Nuri Bilge Ceylan’a, bizim devlet olarak, sistem olarak, halk olarak ne gibi bir borcumuz var? Adamın üzerinde ne hakkımız var? Ne yaptık da biz adamın başarısıyla övünelim, Türkiye sineması diye pay çıkaralım? Son zamanlarda devlet birkaç milyon veriyor. Ya bu saatten sonra verse ne olur vermese ne olur, adam zaten filmi çekmeden 150 ülkeye satıyor, milyonları alıyor. Başka hangi sinemacımız var? Devletin görevi ama dediğim gibi bizim sinemadaki bütün başarılarımız ve başarısızlıklarımız bireysel.