Fizik kitaplarında yoktur belki ama Nilgün’ün tepeden düşmesi de bir çekimdir. Bu anarşist doğa kanunları, edebiyatı terk etmeye kararlı şairin içindeki celladı tutuklamaya yetmedi. Oysaki sırrına erilemeyen doyumsuz bir güzellikti Nilgün’deki.
Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu.
Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime
yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.
Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
Aynalarla kaplattım, ölü benliğim kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.
Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına,
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına,
Niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna”
bir çocuk demiş.
Gelişiyle, hayatın karşı konulamaz gücünü zora koşan…
1958 yılında, sadık gönül yaramızın asırlık ziyaretine geldiği bir sabah, ölümü göze almak için yapılan bir başlangıç gibi dünyaya gelmesi. Gelmekten çok, edebiyat dünyasına varmak, alışılmamış bir bağdaştırma kendisi. Saklamaya çalışırken yok ettiğimiz kitapların ve raflarda asla tozlanmayacak şiirlerin yazılmak için onu seçtiği yazar… Nasıl mutlu olduğu bir ayna bulamadıysa, son kitabının basıldığını da göremeyen hüznün şairi… Hem hayatın yularını tutmaya hem de önüne yem koymaya gelmiş, yaşamın inceliklerini daha gelmeden öğrenmiş. Nefes almanın verdiği gönül rahatlığına katlanabildiği sürece yazarlık, onun için yalnızca bir insan etiketi. Kim bilir, varlık derdinin dermanı, hangi şiirinin satır arasında gizli? Refleks bende, Nilgün’ün söylediklerinin hepsi. Yazdıklarıyla görünür olan güçlü yazar için yaslayın sırtınızı, hep güvendiğiniz yaratıcılığınıza. Olmayan bir kütüphane, kimsenin bilmediği bir kitap adı ve hiç var olmamış bir sayfa numarası söyleyin. Tüm yazılanlar Nilgün’e çıkarmışçasına… Tüm kütüphanelerin tozlu rafları, onun kitaplarıyla dolup taşarcasına… Cemal Süreya’dan aşkı ve hasreti en iyi betimleyen mısraları, Ece Ayhan’dan Nilgün’ü en iyi yolcu eden satırları okuyalım, edebiyat denizindeki inci anısına. Hem hayata gelişi hem de edebiyatın kıyılarına varışı, soğuk kumlardan, kızgın denizlere atlarcasına çağına ters düşüyor. Herkes bir nehirde sürüklenirken sona doğru, onun içinde sular ters akıyor. İsmi gibi uçsuz bucaksız mavi okyanusta bir inatçı dalga, o, yazdığı hayatını, herkes olması gerekeni yaşıyor. Ardından başkaldırmış dizeler sıralayan Nilgün Marmara, yaşarken var oluş sancılarının koleksiyonunu yaptı. En meşhur kitapçılarda sergilendi bireysel yalnızlığının resimleri. Kaç adımlık yerküreye tezatlar yaza yaza bitiremedi; okuyanı çok, anlayanı az. Bazı kaderler bataklıktır. Sanki cümlesini tamamlamak için o son kelimeyi arıyor da bulamıyordu yıllardır. Ne cümleleri sıralayan virgüllere ne de insanları ayıran sevgisizliğe katlanmaya razı oldu. Bir fuzuli kıyamet alameti aldı onu. Yeniden kurdu hayatını, o inatla yıkıldı. Tedbirsiz düşüncelerine tasma takamayan yalnızlığın bestecisi, içindeki tepkisiz boşluğa daha fazla karşı koyamadı.
Oluşuyla, kaleminin karası, kalbinin yarasından daha siyah…
Bir askerin kılıcını almak onurunu almaksa, geçmişiyle yaralı bir yazarın kalemini kırmak da hayal gücünü çalmaktır. Hiç geçmeyen bir sızı, hiç kapanmayan bir yara… “Hayatın neresinden dönülse kârdır.” Geç kalınmış tüm var oluşlar, yokuş aşağı bir sona gider. Kapaklar bir bir kapandıysa, sözcükler eskisi gibi cümleleri oluşturamıyorsa, kalemler yazdığıyla övünüp, çizemediğiyle dertleniyorsa, geleceği ne diktiğimiz fidanlar kurtarabilir ne de Nilgün Marmara. Zaman göl suları gibi akarken, kuytuluk bir veda o kadar yakın ki erişilemiyor. Bir şairi hangi okyanus damlasında boğmaya kalksalar, bir kırmızı balık tutuyor onu, kendi hafızasından tecrit ediliyor. Geçmişin sayfalarındaki mürekkep, mısralardaki izlerden daha koyu. Gitmek, çekilen sancılardan kurtulmanın en kolay yolu. Öyle bir yazar ki kaleminin arkasında silgisi yoktu. Gitmek değil, kalmak istemiyordu. Kanatlandığını, yere düşünce çok geç fark ediyordu. “Ey, iki adımlık yerküre! Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.”[1] Hayatın arka kapısını araladı. Yarını beklemek artık dünü yakalamaktan daha sıra dışıydı. Gram gram yok olsun istediği için tüm tek başınalığı, yanlış bir zamanda, yanlış bir dünyaya öldü.
Devamlı veya ara sıra dökülen tatlı dilimiz, günlerin getirdiği bencil yaraları sarar. Kendi ışığıyla parlayan bir çift göz, dökülen damlalarını saymaya başladığında, yitirilen umut ve beklentisiz paylaşılan tüm anılar sonsuzluğa akar. Tutulmamış sözler, bozulmuş yeminler, kalabalık bir pazar yerinde kaybolmuş bir çocuk gibi, Nilgün’ün dünya marifetleri için çarpmıyordu artık sıcak kalbi. Satırlarını saklamak için yaktığı ateş sönsün. Sen benim en büyük hüznümsün. Varsın gece gündüze, gündüz geceye gömülsün. Yazmak için aklının gösterdiği çaba senin mucizen. Kitabı kapatıp, kalemi bıraksan da bırakmaz asla seni şiirin, mısran, dizen.
Bırakışıyla, “Daktiloya Çekilmiş Şiireri[2]” ile sineye çekilmiş hayal kırıklıklarına tutsak…
Onun yardım çığlığı, bir intihar senfonisidir. Sayfalar sonsuza çevrilse de bir mektuba sığmaz, olan içindeki savaşın yenilgisidir. İçinin duvarları yıkılırken, tatmin olmayan yaşama hevesi boynunu büker. Onun narin kalbinin kırıklarıyla bestelenmiş bir şarkı çalar, kendi kulaklarını tıkayan orkestra. Dolu bir salonda, hiç dinleyicisi yoktur. İntiharının gerçek yüzü, suratındaki boyaları akmış bir palyaçodur. Susadığı gerçekler, sustuğu yalanlar olmuşsa önemi yoktu ama kurduğu hayaller, kuruduğu gençliği olmuşsa bunun bir önemi vardı. Devamlı şiir yazıyordu ama istemiyordu adı yarına kalsın. Gitti mi tüm eşyaları bir bavulda giderdi. Ne yazarlık manifestosu, ne okumaya doyamadığı kitapları ne de sevmeye kalkamadığı yarınları. Bir önceki terk edilişleri gibi, ne yaşı kaldı ne de gülüşleri.
Fizik kitaplarında yoktur belki ama Nilgün’ün tepeden düşmesi de bir çekimdir. Aynı şekilde koşarak kaçılamayacak tek sorun; sevinçten uçmayan, kalemi yazmayan, ilhamı gelmeyendir. Bu anarşist doğa kanunları, edebiyatı terk etmeye kararlı şairin içindeki celladı tutuklamaya yetmedi. Oysaki sırrına erilemeyen doyumsuz bir güzellikti Nilgün’deki. Bakışlarındaki boşluk, hiç dolduramadığından değil, yerini dolduramadığındandı. Düşündükçe siyahlıkların içinde kalıyorum. 1970’lerde yazar olmak, tehlikeli miydi ve bir dezavantaj mıydı? Sanki söyleyecekleri bitmiş, sofrada tabağındaki yemeği reddeden bir çocuk gibi yalnızlığından vurulmuş. Satır aralarında kaybolmuş bir yazarın kendini kurtarması, vatanı kurtarmasından zormuş.
“Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim.
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye,
Veda edeceğim.”[3]
Bir ya da bütün olmaktan çok, tek ve parçalanmış hissettiği için yol yakınken döndü, en yüksek uçurumun kenarından ve en derin kuyunun başından. Ne kadar çok koklamak istese de havadaki huzuru, intihar denen ikilem sadece kaybeden tarafta bulunan kimyasal bir kusur muydu? Ruhumuzun eksikliklerini, bedenimizin fazlalıklarıyla doldurmak, inancının en sağlam yerinden sorgulanmış şairimiz için denkleştirici bir adalet yöntemidir. Hayata katlanarak yaşamanın, ahlaki bir motivasyon olduğunu ciddiyetle kabul etmek gerekir.
Kalışıyla, bütün tümceleri öksüz bırakan
Görüyorum ki üremeye değil de ölmeye karar vermiş bazılarımız. Sylvia Plath, Nilgün Marmara’yı okusa, intihar kokan bilinçaltına sahip çıkmaya karar verir miydi acaba? Alfabesinde sonsuz harf bulunan edebiyat, artık kanadı kırık bir kelebek. Onu bu kadar çaresiz bırakmak için bu çaba neden? Giderken yolda düşürdüğün kaleminin kırılgan sesiyle ölçülebilen bir hayat, yetim bir hayattır. Ece Ayhan’ın tek gayesi, Nilgün’den geriye okundukça nefes alan kitaplar bırakmaktır. Belki de kimileri yazarak ölür, kimileri okuyarak. Varsın tüm rüyalarımız gerçek olmasın, beyaz sayfalara ağlaya ağlaya şiirler yazıldı bir kere. 13 Ekim 1987 Salı sabahı, güneş var olan bütün insanlığı uyarır gibi tepeden tepeden bakıyordu. O hazin sabaha insanların körleşmiş gözlerini kavurmak için doğmuş olmalıydı. Bu sıcaklık, Nilgün’ün tercih edilmiş sonu için bir yardım çağrısıydı. Ne vedaya dayanır yürek ne de gidene kal deme cesaretini gösterir. Hiç korkmadınız mı, o günün insanları? Türk Edebiyatı’ndan koskoca bir çınar daha devrilir. Günleri ayıran uykulardır, bizi Zelda’dan ayıramayan şiirler. Cemal Süreya isimsiz kalana kadar iddialaşırdı, soyadındaki bütün harflere karşılık Nilgün’ü geri getirebilseydi eğer. Gidişi başlı başına bir edebiyat akımı, Nilgün sen bizim için bir dünyasın. Kendini yaptığın ölü mecazlarının yanına gömmek yerine, hikâyesinde olmayı seçseydin masalların, kederin ve yasın.
[1] Marmara, Nilgün. Düşü Ne Biliyorum.
[2] Marmara, Nilgün. Daktiloya Çekilmiş Şiirler.
[3] Marmara, Nilgün. Yalnızlık.