THE DREAMERS – Karaköy Mono

Bertolucci belki de hayatındaki pişmanlıklar, vicdan azapları ve vazgeçişler için yapıyor bu filmi.  Gilbert Adair’in aynı adlı romanından belki de bu yüzden bu kadar etkileniyor ve onun filmini yapma ihtiyacı hissediyor. Bence bu yüzden güzellleme değil kabullenilmiş bir yanılsamanın tasviri, The Dreamers.


Bernardo Bertolucci sinemasının birçok özelliğini içinde barındıran 2003 yapımı ”The Dreamers” yüzey üzerinde bir güzelleme gibi görünse de bir dönemi nostalji kavramının yanıltıcı özelliğinden uzak bir şekilde ele almaya çalışan ama bunu da dönemi en iyi  şekilde hissetmemizi sağlayacak atmosfer, müzik ve filmlerin kullanımının dışına çıkmadan yapan bir olgunlaşma halinin filmidir. Aslında olgunlaşma öyküsü demek bu filmi tanımlamak için kullanılacak en sıradan kavramlardan biri.  Ama olgunlaşma kısmını vurgulamadan da hikâyenin özüne odaklanabilmek çok mümkün olmuyor. Çünkü olgunlaşma kavramı bu filmde bir karakter özelinde anlatılmıyor. Sistemin olgunlaşarak  bir çıkmazın içine girdiğini bu çıkmazdan çıkış yolunun ise birlikte olabilmek kavramından uzaklaşmak olduğunu vurgulayarak – daha doğrusu vurgulandığını anlatarak ve hisettirerek- olgunlaşmanın bireyselleşme ile mümkün olabildiği döneme olan sert geçişimizi anlatıyor.

Birey olabilmek, kendin olabilmek, birçok şeyi kendin yapabilir hale gelmeye çalışmak, yalnızlığın yüceleştirilmesi. Bu kavramların hepsi ile olgunlaşabilme kavramını bir tutuyoruz bu dönemde. Oysa ki birlikte-beraber olabilmek daha zor bir eylem. Ama insanın özünde  bu beraber olabilme kavramı mevcut. Bu yüzden baş karakterlerimizden ikisi tek yumurta ikizi ve onlar için her anlamda ayrılabilmek büyük bir trajedi. Matthew bu anlamda farkındalığı yaratan karakter. Bunun bir Amerikalı olması da son derece önemli. Aile kavramın yüzeyde hep yüce bir şey gibi göründüğü Amerika, aslında birey kavramının en net şekilde kendini belli ettiği yer. Theo ve Isabelle kendi olgunlaşmalarının farkında olmasalar da kaçmaya çalışıyorlar. Ama filmin sonunda da belirgin bir şekilde yer verildiği gibi ya bu kavramla yüzleşeceksin ya da bu sistemde -bu dünyada var olmayacaksın. Isabelle bu sistemde var olmamayı seçiyor(görünürde buna kendi içinde yaşadığı büyük utanç sebebiyet veriyor) ama sistem artık ona da izin vermiyor. Bu sırada evin içine camı kırarak giren bir taş her şeye mani oluyor. Evin içinde kendi imkânları ile kurduğu çadır ile aslında evin içinde kendi gerçek alanlarını oluşturabileceğini düşünen Isabelle için bu çadır aslında artık dışarı çıkmaları gerektiğinin de işareti oluyor.

Aslında çıkışsızlık ve kafa karışıklığı sonrası yaşanan rahatlama ya da çıkış gibi görünen rahatlamalar hep ilerleyen zamanda yaşanacak daha büyük bir kafa karışıklığına sebebiyet veriyor. O dönemin kafa karışıklığı ile şu dönemi karşılaştırdığında ortada daha net bir duruş farkı olduğunu görebiliyoruz.  İşte  kaçılan olgunlaşma sonucu ulaşılan nokta bir tepkisizlik ve duyarsızlık halini alıyor. Bu yüzden film 68 olaylarının çıkış anı ile bitiyor. Olgunlaşmaya karşı tavır alan karakterlerimizde bu isyanın içinde kendini buluyor. Farkındalığı yaratacak gibi görünen karakterimiz ise daha çok bu isyanın ortasında kalıyor gibi duruyor.

Filmin içinde kullanılan müziklerle (Jimi Hendrix – Third Stone From The Sun/ Jimi Pitt& The Twins of Evil – Hey Joe / The Doors – The Spy vs..) Bertolucci kendi kabullenilmişliğine de bir isyan bayrağı açıyor ve altına bu şekilde imzasını atma ihtiyacı duyuyor. Belki de hayatındaki pişmanlıklar, vicdan azapları ve vazgeçişler için yapıyor bu filmi.  Gilbert Adair’in aynı adlı romanından belki de bu yüzden bu kadar etkileniyor ve onun filmini yapma ihtiyacı hissediyor. Bu yüzden ben bu filmi bir güzellleme değil kabullenilmiş bir yanılsamanın tasviri olarak görüyorum.