“Tanrı öldü, Şeytan yaşıyor!”: Rosemary’nin Bebeği Üzerine – Karaköy Mono

1968 yapımı Rosemary’nin Bebeği, Polanski’nin en az özel hayatı kadar tepki çeken filmlerinden. Ira Levin’in aynı isimdeki kitabından uyarlanmış olan bu film, kabaca genç bir kadının satanist komşuları ile birlik olan kocası tarafından şeytana sunuluşunu konu alıyor. Günümüzde Rosemary’nin Bebeği hakkındaki izleyici görüşleri birbirlerinden oldukça farklı. Bir grup filmi korku öğeleri açısından yetersiz buluyorken başka bir grup filmin vizyona girdiği dönemin çok daha ötesinde bir etkiye sahip olduğunu savunuyor.

Protagonistimiz Rosemary’nin imajı ideal Amerikan ev kadını basmakalıbını anımsatıyor. Erkeğinin arkasındaki kadın, çocuklarının annesi olmak gibi kurulu düzen dışında kimsenin işine yaramayacak basit bir mutluluğun peşinde. Tipik bir taşralı olan Rosemary, televizyon yüzü olan kocası sayesinde kendini farklı bir yaşam biçimi içinde bulmuş diyebiliriz. İyi bir eş olarak kocasının içinde bulunduğu kapitalist yaşam biçimine adapte olmaktan memnun görünüyor. Filmin sonlarında inancın bireyi kötülüklerden korumadığını anlatmak isteyen Polanski, her fırsatta Rosemary’nin katolik olduğunu sıkıştırarak vermek istediği mesaja yer hazırlıyor.

Filmin vizyona girdiği tarihte yarattığı etkiyi anlamak için ülkemizde Prof. Dr. Süreyya Tahsin Aygün sayesinde satışa sunulmamış Thalidomide faciasından bahsetmekte fayda var. 60’larda canavar doğum ihtimali çok yaygın bir korkuydu zira Thalidomide denen ve halka hamilelerin kullanımına uygun diyerek sunulan ağrı kesici 90.000’den fazla düşüğe ve 10.000’den fazla engelli insanın doğumuna sebep olmuştu. Çoğunlukla yetimhanelere terk edilmiş bu çocuklar şimdi yaklaşık 50’li yaşlarındalar ve hayatlarına bu ilacın izleri ile devam etmeye çalışıyorlar. Thalidomide şu anda içeriği değişmiş bir halde raflarda yerini alsa da 60’larda satışa sunulmadığı bir diğer ülke Amerika’ydı. Yine de bu Amerikan halkının canavar doğum riskine dair korkular beslemesine engel olmadı zira bu haber tüm dünyayı sarsmıştı. Anlayacağınız vizyona girdiği tarihte konusu itibariyle Rosemary’nin Bebeği, insanların korkularına adeta nokta atışı yaptı.

Rosemary’nin filmin sonunda annelik güdülerini arkaplana itemeyip bebeği kabullenmesiyle “Annelik kutsaldır” anlayışı cilalanıyor, suni erdemler izleyicinin gözüne gözüne sokuluyor. İyi hoş Polanski’nin, Rosemary gibi zayıf bir karaktere bu eylemi yaptırarak bu algıyı taşlama niyetinde olup olmadığı konusunda bir fikrim yok. Korku filmlerinde kadının yerini araştıran Barbara Creed’in iddiasına göre rahim gerilim filmlerinde iğrenç yaşam formlarını taşıyabilen bir kara delik şeklinde tasvir ediliyor. Klasik dönemden günümüze değin kadın üreme organları şeytan boynuzlarına benzetilir. Rahim yeni yaşamlara ev sahipliği yapan kapalı bir kutudur. Bu bağlamda Rosemary, Şeytan tarafından yeni bir mesihe hamile bırakılıyor ve film Meryem Ana’nın Tanrı’dan İsa’ya hamile kalışına tezat bir tasvire ev sahipliği yapıyor. Zavallı kadın “Annelik kutsaldır” öğretisine dayanarak toplumda bir yer edinmeye çalışırken kara mesihin annesi olma mertebesine erişiyor.

Filmde az karakter olmasına rağmen biz olayları sadece Rosemary’nin bakış açısından izliyoruz, Rosemary ile bütünleşiyoruz. Zira tıpkı kendisi gibi biz de film boyunca Rosemary’den emin olamıyoruz. Film boyunca Rosemary’nin akıl sağlığı konusunda düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Çünkü tüm komşuluk görevlerini fazlasıyla yerine getirmekte olan Castavet’ler toplumun sunduğu ahlaki kurallar çerçevesinde dört dörtlük insanlar. Peki sözde bizim için konmuş bu ahlak kuralları özümüze ve sezgilerimize ne kadar hitap ediyorlar? Rosemary bir gün Castevetlerin alternatif tıp hakkında söylediklerine inanırken ertesi gün kendini arkadaşlarının söylediği modern yöntemlere güvenirken buluyor. Genç kadının yaşadığı bu ikilem ise günümüz insanın içinde bulunduğu ruh halini çok basit bir şekilde gözler önüne seriyor aslında. Tüm bu imgelemler vesilesiyle Polanski’nin zamanı “Aptalların Çağı” olarak adlandırıyor olması muhtemel.

Vietnam Savaşı ve Kennedy suikasti neticesinde 60’lı yıllar insanların otoritelere olan güvenlerinin yıkıldığı bir dönem. Filmde ise doktor ile hasta arasında yaşanan güvensizlik filmde gözümüze sokulan meselelerden bir tanesi (Tıbbi kuruluşlara güvensizlik).Rosemary hamileliği esnasında bedeninin kontrolünü bir türlü ele alamıyor. Saflığı ve açık sözlülüğü yüzünden kendini bir av haline getiren genç kadın başta yapmış olduğu hata yüzünden geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Bedenindeki değişimlerin sebebini anlayamadığı için ipleri başkalarının ellerinden geri alamıyor. Fazla sual yöneltmeden komşularının tavsiyelerine uyuyor ve doktorlar ne derlerse onlara güveniyor. Uzun lafın kısası Rosemary tipik tüketim toplumu mahsulü. Topluma göre doktor kavramı güven kavramı ile bağdaştırıldığı için Dr. Hill ve Dr. Saperstein’in önerdiği her şey ama her şeye inanıyor ve bu iki adamın dedikleri arasında parçalanıyor. Gerek dini inancı gerek zevkleri olsun Rosemary çoğunluğun kabul etmiş olduğu etik değerlere oldukça bağlı.

“Tanrı öldü mü ?” … Dr. Saperstein’in bekleme odasındaki bir derginin üzerinde bu sözler yazıyor. Çağdaş toplumda inançlar ve değerler arasında insanların yaşadıkları kriz. Rosemary katolik lakin dini inancını komşulara, onların hoşlanacakları şekilde yansıtmayı tercih ediyor. İşin garip kısmı, komşularının şeytana taptıklarını teorik olarak bilmemesine rağmen katolik olmasını negatif karşılayacaklarını bir şekilde baştan seziyor. Minnie Castevete’nin sorusunu ailesinin katolik olduğunu söyleyerek cevaplıyor.

Türkiye’de televizyon ancak 70’li yıllarda evlere girmeye başladı. Tabii ki Amerika bu konuda bizi zarif bir hareket ile sollayıvermişti. Guy nasıl tüketim toplumunun esiri olan eşini ayakta uyutuyorsa “aptal kutusu” olarak nitelendirdiğimiz televizyonun topluma olan benzer etkisi bir zamanların en büyük tartışma konularından. Kendi vücudu hakkındaki kararları bir türlü veremeyen Rosemary’i film boyunca eleştiriyoruz. Bu noktada pek de yeni olmayan bir soru giriyor hayatımıza. Bedenimizin kontrolü cidden bizim elimizde mi? Güzel bir kurgu örneği olan şeytan ile sevişme sahnesinde Rosemary aslında tecavüze uğradığının bilincindeydi. Fakat doğruyu gösteren içgüdülerini, toplumun işlediği süperegosu ile yanılttı. Tıpkı bizim şahit olmak istemediğimiz olaylar karşısında üç maymunu oynamamız gibi. 2000’lerde katolik kilisesine çocuk tacizi yüzünden açılan davaları duyunca ülkemizde bu tarz olayların yaşanmadığını düşünerek suni bir şekilde gönlümüze su serpmemiş miydik? Zavallı Rosemary’nin bebekle karşılaştığı anı buna benzetebiliriz. Bebeğin grotesk formunu görünce (filmde tam olarak göremiyoruz fakat Mia Farrow’un mimikleri bizi bu sonuca götürüyor) kendi vücudundan çıkan objeye yabancılaşıyor. Kutsal gördüğü doğum olayı bir anlığına dışkılama ile eşdeğer bir hale geliyor. Ne olup bittiğini anlamasına rağmen bebeğin gözlerine ne olduğunu soruyor. Daha doğru bir ifade ile “ne yaptıklarını” soruyor. Roman Casavete bebeğin gözlerini babasından aldığını söylese de, yaşlı adam olayı direk bir şekilde yüzüne vurana kadar hala “Guy’ın gözleri böyle değil” diye kendini olaydan soyutlamaya çalışıyor. Ta ki kaçacak yeri kalmayana kadar.

Rosemary “hanım kız” olarak adlandırdığımız insan modeliyken birden bire çiğ et yemeye başlıyor, saçlarını tarzına tezat bir şekilde kestiriyor. Peki bütün bunlara sebep olan nedir? Dergide görmüş olduğu Vidal Sasoon saç modeli yeni bir trend. Rosemary attığı tüm adımlar ya kocası ya komşuları ya arkadaşları ya doktorları ya da “moda” tarafından kontrol altında tutuluyor. Film bir bakıma gelişmekte olan medya araçlarının insanları özlerinden nasıl uzaklaştırdıklarını çağının ötesinde bir şekilde anlatıyor. Bu noktada John Locke’un “tabula rasa” yani “boş levha” önermesini devreye sokabiliriz. Rosemary’nin Bebeği eğer günümüzde tekrardan çekilecek olsaydı muhtemelen bu konu hakkında daha sert eleştiriler ile revize edilirdi.

Tuhaf görünümlü fakat nazik Casavet çifti beyazperdedeki cadı algısından çok uzaklardı. Ev alma komşu al demişler. Özellike kara mesihin ayaklarını seven tombul Lara Louise’in mahallemizdeki Fatma teyzeden hiçbir farkı yok. Polanski’nin satanistleri oldukça sıradan insanlar. Tek düze hayatları, altın gününden bozma satanist ayinleri var. Filmde kan ya da vahşete unsuru yer almıyor. Asıl kötülük sıradan görünenlerin ardında saklı. Filmin son sahnesini hatırlayalım. Tarikat üyeleri en şık kıyafetleri ve tüm iyi dilekleri ile beraber beklenmedik derecede normal bir şekilde bebek ziyaretine gelmişlerdi. Hatta Polanski çekinmemiş basmakalıbın dibine vurmuş fotoğraf çeken Japon bir abiyi bile iliştirmişti konukların arasına. Yani filme göre kötü olmak için neye inandığının bir önemi yok. Katolik olan Guy’in Castavet’ler ile yaptığı ve eşini sunmasına sebep olan antlaşma size de Mefistofeles ile bahse giren Faust’u hatırlatmıyor mu? Ying yang. Rosemary’nin saflığı ve eşiyle birlik olan Castevet’lerin karanlık inançları birleşince mizacını göremediğimiz bu şeytani mesih ortaya çıkıyor. Burada ise zıtlıkların uyumundan bahsetmek mümkün.

 

Yazan: Balım İslamoğlu