1) Call Me By Your Name:
Andre Aciman’ın 2007’de yazdığı Call Me By Your Name adlı kitabının uyarlama filmidir. Filmin yönetmeni Luca Guadagnino kitabın hiçbir detayını atlamamıştır, gerek oyuncu seçimleri, gerek mekan, gerekse kitabın verdiği duyguyu yansıtması… Filmi aynı zamanda tüm zamanların en iyi queer filmlerinden biri olmuştur. Evet bu kadar da iddialı bir film! Konusuna gelecek olursak, 1983’te yazı geçirmek için Kuzey İtalya’ya ailesinin yanına gelen Elio ve daha sonra aralarına katılacak yüksek lisans lisans öğrencisi Oliver arasında geçen bir duygu girdabını anlatılır. Günler geçtikçe ortak noktaları olan felsefe, sanat ve müzik tarafından birbirlerine çekilip daha çok şey paylaşmaya başlarlar. Bu paylaşımların sonunda ise aralarında bir duygu bütünlüğü oluşur ve o replik gelir: “Beni adınla çağır, ben de seni adımla çağırayım.”
2) Manifesto:
Julian Rosefeldt’in ilk uzun metraj filmi olan Manifesto’da, birçok farklı disipline ait sanatçı ve düşünürlerin manifestolarını bütün olarak görürüz ki, Rosefeldt özellikle benzer manifestolar yerine birbirinden farklı olmasına özen göstermiştir. Zaman zaman filmde bu farklı manifestoların zıtlaştığı ya da birbirine paralel olduğu anlar olur, çünkü bu yolla seyirciye düşündürtmek istediği sanatın asla tanımlanamazlığıdır. Bu tanımlanamazlık film boyunca sanata ‘ne’ sorusunu sorar. Ayrıca şunu belirtmeden geçemiyorum: Cate Blanchett’in performansını izlemeden ölmeyiniz.
3) The Square:
Ruben Östlund’un çıtasını yine yükseltiği başka bir filmi olan Square, toplumsal olarak yaşadığımız statü, eşitsizlik ve sınıf ayrımı konularını, eleştirel bir komedi olarak işlemiştir. Ana karakter olan küratör Christian ve çevresi toplumun ayrıcalıklı olan, elit kesimini temsil eder. Empati yoksunu ve gerçek dünyanın olgularından uzak olan Christian, Anne karakteriyle tanıştıktan sonra bazı şeyleri sorgulayarak bir kimlik arayışına girer. Bütün bunlar olurken de “Kare” adlı sanat eseriyle ilgili ilgi çekecek bir video hazırlaması gerekir fakat, bu hiç de kolay olmayacaktır çünkü “Kare” tüm insanların eşit statüde olması gerektiğini temsil etmektedir. Yani kısaca ifade etmek gerekirse günümüz sanat çevresine dair güzel bir taşlama.
4) A Killing of Sacred Deer:
Bir Yorgos Lanthimos filmi olan Killing of Sacred Deer, adını Yunan mitlerinden olan Yunan Kralı Agamennon’un trajedisinden alındığı gibi olaylarıda paraleldir. Filmin ana karakterleri, iki çocukları olan yetenekli cerrah Steven, göz doktoru olan eşi Anna ve Martin adlı bir gençtir. Kızları aracılığıyla tanıştıkları Martin gizemli bir karaterdir ve Steven’la aralarından bir sır vardır. Spoiler vermemek için sadece intikam ile ilgili olduğunu söylemek istiyorum. Martin’in gelişiyle aile adeta lanetlenmiş gibidir. Hayatlarında çıkan sorunlara bilim çare bulamazken akılda şu soru film bittikten sonra da kalacaktır: Martin gücünü neyden alıyordu?
5) Mother!:
Darren Aronofsky’ın çok büyük haksızlık yapılan filmidir. Çoğu izleyici korku filmi olarak gidip hüsrana uğradığından yakınsa da aslında korku filminden uzak, insanlık tarihinin anlatıldığıdır esas konu. Ana karakterlerin isimleri film boyunca söylenmez; onlar sadece bir kadın ve erkektir. Erkek karakter filmde ilham arayan ve yeni kitabına başlarken, kadın karakter evlerinin tadilatını yapar. Derken birgün bir adamın ziyareti üstüne sessizlikleri bölünür. Baş erkek karakterin kitabının yayınlanmasıyla neredeyse tüm dünya evlerine akın etmeye başlar. Evin her odasında insanlık tarihinden olaylar dönmeye başlar. Hatta baş kadın oyuncunun Meryem ve erkeğin Tanrı olduğuna dair ögeler karşınıza birer birer çıkar.