Namı Diğer Son Gulyabani – Karaköy Mono

Mehmet Berk Yaltırık’la Karaköy’de buluştuk. Kendisinin Edirneli olduğunu biliyorum. Öncelikle şöyle bir başlangıç yapalım. İstanbul’a geliş sebebinizi öğrenebilir miyiz?

Bugün İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Kulübü öğrencilerinin hazırlamış olduğu bir etkinlik var. Korku hikâyeleri ile ilgili. Hazır buraya gelmişken de sizinle irtibata geçtim söyleşiden önce.

Teşekkür ederiz bizi kırmadığınız için. 

Rica ederim.

Ben sizi sosyal medyada takip ediyorum, sizi orada tanımıştım. Ve sonrasında öğrendim ki aslında aynı üniversitede aynı dönemde okumuşuz ama hiç karşılaşmamışız.

Zaten öyle birkaç kişi daha var. Trakya Üniversitesi’nde aynı dönemde okumuş olsak bile aynı ortamlarda bulunmadığımız için karşılaşmamışız evet.

Düzenlediğiniz korku gecelerine de katıldım. Korku dozu yüksek hikâyeler anlatıyorsunuz. Peki sizi tanımayanlar için, Mehmet Berk Yaltırık kimdir ya da namı diğer Son gulyabani?

Tarihçiyim ama o benim ön plana çıkan bir yönüm değil. Benim asıl uğraşı alanım, korku hikâyelerini hem yazmak hem bu halk hikâyelerini toplamak, derlemek, imkânım varsa sunmak. Bunu da birkaç farklı mecrada yapıyorum. Öykü yazarak ve yayımlayarak ya da twitterda yaptığım gibi flood yani zincir şeklinde anlatarak. En çok geri dönüşü twitter hikâyelerinden alıyorum. İnsanlar beni twitterdan takip ediyor. Bir hikâye paylaşımı gecede 500.000-600.000 etkileşim alıyor. Benim blogumun toplam okunma oranı 50.000-60.000 arası.7 yıldır açık blogum. Aradaki fark ortada. Zaten benim twitterda yayın programım şöyle: Bir hafta korku hikâyesi anlatmışsam bir sonraki hafta vurdulu kırdılı kabadayı hikâyesi anlatıyorum. Hangisi daha çok takip ediliyor kesin bir şey diyemem ama her ikisi de beğeniliyor. Ayrıca araştırma boyutuyla da ilgileniyorum. Halk inanışlarıyla ilgili tarihi kaynaklarda rastlanan garip olayları topluyorum. Bunun dışında suç tarihiyle ilgili de araştırmalarım var. Kabadayı ve gangster hikâyeleri gibi.

“90’lı yıllarda Sadettin Teksoy’un sunduğu Teksoy Görevde ve Berna Laçin’in sunduğu Sınır Ötesi gibi sırlı, parapsikolojik programlar vardı.”

Peki korku hikâyeleri ne zaman ilginizi çekmeye başladı?

Çocukluktan beri desem yanlış olmaz. 90’lı yıllarda Sadettin Teksoy’un sunduğu Teksoy Görevde ve Berna Laçin’in sunduğu Sınır Ötesi gibi sırlı, parapsikolojik programlar vardı. Bayağı ilgimizi çekerdi, biz de izlemeye çalışırdık. Bunlar yetişkinlerin bile ürktüğü programlardı. Hatta Kanal D’nin para cezası aldığı bir dönem oldu Sınır Ötesi yüzünden. Daha sonra yayından kaldırıldı. Ertesi gün o programın okulda muhabbeti geçerdi. Bunlardan etkilendim. Yine eskiden cuma, cumartesi geceleri korku filmleri verilirdi televizyonda. Onları da kaçırmazdım. Tabi biraz aile büyükleriyle muhabbetimin olmasıyla da kaynaklı. Onlar iyi hikâye anlatıcılarıydı. Rahmetli dedem ve hâlâ yaşayan anneannemden çok hikâye dinledim.

Öyle bir kültürün içinde buldunuz kendinizi yani. Ve bundan beslendiniz.

Tabi. Dedemden zamanında kabadayılıkla ilgili de çok hikâye dinledim. Televizyonda kabadayı bahsi geçtiği zaman hemen gidip dedeme sorardım. Onunla çok vakit geçirdim.

“Rahmetli dedem ve hâlâ yaşayan anneannemden çok hikâye dinledim. “

Peki dedeniz nereli?

Dedem Erzurumlu.

Ama Kırımla da bağlantınız var değil mi? Hatta romanınızın baş kahramanı da Kırımlı.

Kırımla da bağımız var, evet. Baba tarafım Kırımlı. Bizim sülale bir hayli karışık aslında. Dedem bir kolu oluşturuyor, anneannem bir kolu. Mesela anneannem tarih olarak şehir hafızasında kalmış şeyleri anlatırdı Konya’yla ilgili. Delibaş isyanı, eski Konya eğlenceleri vs. Onun korku hikâyeleri çok inandırıcıdır. Bize hikâye anlattığı zaman geceleri tuvalete çıkamazdık. Onun abartılı ve gerçekten o gerilimi aşılayan bir anlatım tarzı vardı. Ben ikisinden de çok etkilendim. Onların hikâyelerini dinleyerek ilgi başladı zaten. Daha sonra bu ilgimi karşılayacak yayınlar aramaya başladım. Casper dergisi çıkıyordu ben küçükken, ilgin ve garip olayları, hikâyeleri içeren köşeleri olurdu içinde. Onun dışında Fenomen dergisi vardı, paranormal olayların anlatıldığı. Bunların dışında pek bir neşriyata denk gelemiyordum o yıllarda. 90’lı yılların sonuna doğru Kamer’den çıkan “Dracula” çevirisi, Ali Rıza Seyfi’nin “Drakula İstanbul’da”sı, Giovanni Scognamillo’nun “Dehşetin Kapıları” gibi kitaplarla tanıştım. Hikâye yazma 2010 yılı başlarında işe dönüştü yoksa önceleri eğlence amaçlı da olsa ilgileniyordum. 2010’da blog açtım. Blogu açma hikâyem ise şöyle; önce arkadaş zoruyla başladım çünkü yazmama yönelik çok istek geliyordu, arkadaş ortamında anlattığım hikayeleri yani. Blogu açtıktan sonra sitelerden ve dergilerden çağırmaya başladılar. Sonrasında Anadolu Korku Öyküleri ekibine katılmamla birlikte basılı neşriyata dahil oldum.

“Gulyabani’yi, ilk korku romanımız diye paylaşan görüyorum ama bu bilgi hatalı.”

Korku edebiyatının, Türkiye’de eksik kalan bir yönü vardı değil mi?

Tabi. Bizim Anadolu Korku Öyküleri ekibini oluşturan Galip Dursun bu konu hakkında: “Korku edebiyatında emekleme dönemine belki yeni geçtik.” der. Çünkü öncesinde gördüğümüz örnekler deneme ya da bizim “korkuya” yakıştırdığımız şeyler. Mesela H. Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’sini ilk korku romanımız diye paylaşan görüyorum. H. Rahmi Gulyabani’de aslında metafiziği yerden yere vuruyor. Bu yüzden ben bir yazımda bu hususu da belirterek “gayriresmî ilk korku romanı denebilir” demiştim, bir benzetme veya yakıştırma olarak. Çünkü tasvirlerde çok başarılıdır Gürpınar. Mesela “Mezarından Kalkan Şehit”, “Dirilen İskelet” gibi eserleri hem korku hem polisiye barındırır. Kerime Nadir’in “Dehşet Gecesi”, H. Rahmi Gürpınar’ın adı geçen eserleri, Ali Rıza Seyfi’nin Drakula uyarlaması “Kazıklı Voyvoda” yahut “Drakula İstanbul’da” gibi eserler deneme mahiyetinde eserler. Gençlik kitabı gibi piyasa işi olarak yazıp çıkartmışlar. Arka planı var mı, korku edebiyatı nedir diye araştırmamışlar. 2000’lerde internet sitelerinin çoğalmasıyla bazı yazarlar korku hikâyeleri yazmaya, yayınlamaya başlıyor. Korku edebiyatının temelini oluşturan ekip, 2000’lerde bu siteleri kuran ekip. Bu siteleri takip edenler de zaten bu isimlere aşinadır. Korku edebiyatı, 2000’lerden 2010’lardan sonra vardır diyebileceğimiz bir tür artık ülkemizde. Ciddi anlamda ilk örneklerini son on-on iki yılda gördük. Şimdi de üretilmeye devam ediyor.

Biz yetişkinler bile, sizi dinlediğimiz zaman baya baya korkuyoruz. Ben de sizi dinledim korku gecelerinde.

Deneme amaçlı yaptığım halde bile öyle oluyor. Çok tiyatral değil aslında. Düz hikâye anlattığımda bile ona dönüşler güzel oluyor.

Biz yetişkinleri bile yeteri kadar korkutan Yaltırık’ın nasıl bir çocukluk geçirdiğini merak ediyorum açıkçası? Sağlıklı bir çocukluk geçirdiniz mi?

Sağlıklı bir çocukluk geçirmedim onu söyleyebilirim. (Gülüşmeler) Şimdi şu var. Benim açımdan güzeldi.

Arkadaşlarınızı da korkutur muydunuz küçükken?

Mahalleden arkadaşlarla hâlâ görüşürüm. Eskiden geceleri sokakta korku hikâyeleri anlatırdım. Aslında kimse anlatırken korkmuyor. Ne zamanki hikâyeyi kafanda kurmaya başlıyorsun o zaman korkuyorsun. Gecenin sonunda herkesi tek tek evine bırakmak zorunda kalırdım, eve tek başıma dönerdim. Arkadaş grubumun yaşı benden 2-3 yaş büyük olmasına karşın. Karanlık korkusu olan birisi olmama rağmen bunu sürekli yapa yapa karanlık korkusunu yendim. Çünkü eve tek başına dönmek zorundasın. Bünye alışıyor sonra. Bunu eğlendirici gördüğüm için bu korku hikâyeleri bende travma yaratmadı. Çevremdekiler için önceleri sıkıcıydı ama. Hep uyarı alırdım büyüklerden. Niye derslerinle ilgilenmiyorsun, niye bunlarla uğraşıyorsun gibi. Hâlâ bana soruyorlar niye böyle bir şey yapıyorsun diye? Ama ben hikâye ve motifleri toplamaya çalışıyorum. Hem araştırma hem eğlence gözüyle bakıyorum.

“Hikâyecilikse evet, meddahlık yaptığım söylenebilir.”

Peki sizce uğraşı alanınız korku meddahlığına giriyor mu? Korku meddahlığı nedir?

Aslında yaptığım şey şu: İlk etapta tam bir meddahlık değil. Bu biraz daha tiyatral anlatı gerektiren bir şey çünkü. Eh yani hikâyecilikse, hikâye anlatmaksa evet, meddahlık yaptığım söylenebilir. Meddahlık, aslında daha etkileşimli bir şey. Seyircinin içine içine, ruh dünyasına girip anlatman gerekir.

Peki korku hikâyeleri sizce neden ilgi çekiyor?

Çünkü eğlenceli. Şöyle diyeyim. Kampta insanlar ateşin etrafında toplanıp neden birbirlerine hikâye anlatırlar? Eğlencelidir çünkü. Adrenalin. Mesela ben yükseklik korkusu olan bir insanım. Benim için lunapark hiç eğlenceli bir yer değil, dönme dolaplar falan. Hızdan evhamlanan benim için çarpışan arabalar eğlenceli değil ama adrenalin salgılatıyor. İnsanların hikâyelerimi dinledikleri zaman psikolojileri belki etkileniyor. Bunun neresi zevkli diyorlar ama işte o adrenalin keyif veriyor çoğu insana.

“Hem korkuyor hem dinlemek istiyor.”

Şöyle bir şey var. Sözlü kültürün artık bitme noktasına geldiği şu zamanda, insanlar yeniden hikâye dinlemenin, birbiriyle oturup yüz yüze konuşmanın çok keyifli olduğunu gördüler. Çünkü şu zamanda sosyalleşmek, elimizdeki cihazla oluyor. Ama oturup karşılıklı, yüz yüze biriyle konuştukları zaman bundan keyif aldıklarını görüyorlar. En alakasız insanları bile çekiyor.

Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde korkarız aslında.

Peki sizce neden korkarız?

Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde korkarız aslında. Dağda, kırda, bayırda yalnız yaşayan biriysen karanlık bir gölge daha ürkütücü gelecektir. Ama şehirdeysen, para isteyen tinercilerden ya da kapkaççıdan korkarsın. Deprem olduğunda binaların altında kalır mıyım, diye korkarsın. İnsanı korkuya iten şey, güvenlik korkusu. Kendi güvenlik alanının tehdit edilmesi. Bu her anlamda geçerli. Şunu bile korku olarak tanımlıyor insanlar: Her yerde yabancılar var. Bunu tehdit olarak görebiliyor. Aynı durum Edirne içinde geçerli. Edirne, büyümeye başlayan bir şehir. Nüfusu artmasa da günübirlik gelen çok var. İstanbul’dan gelenler buraya mı yerleşecek? Biz de kontrolsüz göç ve getirdiği sıkıntıları yaşayacak mıyız? İnsanlarda bu tür endişeler var. İnsanları, alıştıklarının dışında yaşadıkları şeyler korkuya itiyor ki benim hikâyelerimin temelinde dayandığım klişe bu zaten. Akıp gitmekte olan ve çok belalı bir ortamı anlatırım ben genelde. Karakterlerim genelde eşkıyadır, kabadayıdır, hayat kadınıdır, kaçakçıdır, define arayıcısıdır… Hep gergin bir ortam vardır yani. Tam onun üzerine metafizik bir olay cereyan eder ve zaten sallantıda olan güvenlik alanı tamamen yıkılır. Korkunun mantığı bu, güvenlik alanını sarsmaya yönelik.

“En büyük eğlencem, insanları korkutmak.”

Peki insanları korkutmak hoşunuza gidiyor mu? 

(Gülüşmeler) Evet, benim en büyük keyfim. Bazen arkadaşlarla oturuyoruz. Korktuğunu bildiğim birkaç kişi var. Onlara özellikle şaka yaptığım zaman çok keyif alıyorum. Bak bir şey geçti şuradan, bir karaltı var sanki dediğim zaman arkadaşların gerildiğini görmek çok hoşuma gidiyor. Dedem yapardı rahmetli, burada kulağı uzun, burnu yassı birileri var sanki derdi. Gece tuvalete çıkamıyorduk. Dedemin o huyu bana geçti.

Peki teknolojinin çığır açtığı şu zamanda neden böyle saçma sapan şeyler anlatıyorsunuz, neden insanları kandırıyorsunuz diyen oldu mu? Öyle ters bir tepkiyle karşılaştınız mı?

Tabi ki toplumcu gerçekçi yaklaşanlar var, yok değil. “Anadolu Korku Öyküleri 3 Yılgayak” yeni çıktığında, yayınevinin sayfasında biri şöyle bir yorum yazmıştı: “Zaten bu yaşadıklarımız yeterince korkunç değil mi? Neden daha fazla korkutuyorsunuz?” (Gülüşmeler) Bakış açısına bağlı tabi. Bu bir hikâye, dinleyip geçiyorsun, keyif alıyorsun. Senin inanman ya da tedbir alman gerekmiyor. Benim hikâyelerimi dinledikten sonra mezar kazmıyorsan, define aramıyorsan sorun yok. Bununla birlikte korkular da kültürle birlikte şekilleniyor, değişiyor. Mesela artık Anadolu’da ufo olayları derleniyor. Şimdi köydeki dayı, “Uzaylı gördüm, uzaylılar beni kaçırdı, benim üzerimde inceleme yaptılar.” gibi şeyler söylüyor. Eskiden cindi bu. Bunun sebebi artık sözlü kültürün yok olmaya başlaması ve bizim çok yoğun bir şekilde popüler kültüre maruz kalmamız. Şehirlere göçün artması o kültürel dokuyu bozduğu için tabi hikâyeler de değişiyor.

Sosyal medyada kullandığınız rumuz, Son Gulyabani. Peki neden Gulyabani?

Babamın taktığı bir lakaptı. Gulyabani n’aptın derdi babam bana küçükken uğraştığım, ilgi duyduğum alanlardan ötürü. Öyle kaldı. İlk zamanlar sosyal medyada başka isimler de kullandım. Ama uzun zamandır “Son Gulyabani”yi kullanıyorum. Üzerime yapıştı artık.

Peki biraz da kitaplarınızdan bahsedelim. İlk romanınız Yedikuleli Mansur. Romanı okudum. Bende bıraktığı izlenim öncelikle baya emek vermiş olduğunuz yönde. Hem tarihten beslenmişsiniz hem korku ve folklorik öğelerden. Biraz bilgi verir misiniz kitaplarınızla ilgili?

Yılı kapatmadan 3 kitap projesi oldu. “Anadolu Korku Öyküleri 3 Yılgayak” Bilgi’den çıktı. Yine Bilgi’den “Karanlık Yılbaşı Öyküleri-Aralıktan Sızan Karanlık” başlığıyla bir kitabımız daha çıktı. Ayrıca “Gölgeli Öyküler” adını verdiğim eski öykülerimin toplandığı bir kitap çıktı. Anadolu Korku Öyküleri 1’de yoktum. 2’ye yetiştim. 1 çıktığında sene 2006, o dönem henüz okuyucuydum. Ama 2.sinde mutlaka yazmalıyım diye hayalini kurmuştum nereden esmişse. Hayatımda belirleyici olmuştu. Şimdi ikinci romanımı yazıyorum. Yeni yazdığım romanın hem türü hem dönemi daha farklı olacak. Çünkü benim asıl amacım, korku ve suç yönü daha ağır basan, o mecraları deşen romanlar yazmak.

Az önce kullandığınız bir kelime dikkatimi çekti. “Anadolu Korku Öyküleri 3 Yılgayak” dediniz. Neden Yılgayak? Yılgayak nedir?

Şimdi onun spoilerini vermeyeyim. Ancak şöyle, Funda Özlem Şeran Anadolu Korku Öyküleri 3’te bize katıldı. Başarılı ve tanınmış bir yazar. Bilimkurgu ve korku türlerinde eserleri var. “Ecel” diye önemli bir romanı var mesela. “Yılgayak”, Funda Özlem Şeran’ın hikâyesinin adı. Kendisi, korkuda şamanizmi ve Türk paganizmini seviyor. Kitap yayına hazırlanırken ilgi çekici bir isim olduğundan alt başlık olarak “Yılgayak” ismi seçildi.

Peki sizin takip ettiğiniz, olmazsa olmaz dediğiniz yazarlar kimler?

Bayağı var. Yazarken fantastik yazıyorum ama okurken fantastik, korku ayrımı yapmıyorum. Akademik, edebi çeşitli türlerden okumalar yapıyorum. Çok sık okurum zaten. Bir şey okumadığım zaman kendimi boşlukta hissediyorum. Yabancılardan ziyade yerli yazarlardan takip ettiklerim var. Murat Başekim var mesela. “DG”, “Demir Dövme Öyküleri” ve “Hayal Et Hikâyeleri”ni tavsiye ediyorum. Korkuyla ilgili tavsiye edebileceğim bir kalemdir. Ayrıca “İskit” romanıyla FABİSAD ödülünü aldı. Yine Galip Dursun “Pusova” adlı hikâye kitabıyla takip ettiklerimden. Ayrıca yazar Onat Bahadır’ı da tavsiye edebilirim en son “Yaklaşan Dip” adlı eseri çıkmıştı. Bir de Işıl Beril Tetik’in “Kara Kara Kapkara” adlı yeni bir kitabı çıktı. Murat Dural’ın “Kibrit Evi” de okuduklarım arasındaydı. Orkide Ünsür’ün “Lamia” adını verdiği bir vampir romanı var, onu bir-iki yıl önce okumuştum. Gotik unsurlar barındırıyor. Yerli fantastik ürünler ortaya koyan yazarları biraz daha ağırlıklı olarak takip ediyorum, şimdilik aklımdakiler bunlar.

Türkiye’de fantastik/korku edebiyatını nerede görüyorsunuz?

Artık var diyebiliyoruz. Kitap raflarında fantastik/korku türüne rastlıyoruz. Tabi bu bir başlangıç. Ben bunu şuna benzetiyorum. Tanzimat sonrası dönemde yeni Türk romanları ortaya çıkıyor ya deneme tarzı, ilkler mahiyetinde. Sonrasında dokusunu buluyor. Şu noktada kesin bir tespitte bulunamam ama bu örneğe binaen muhtemelen zaman içerisinde daha iyi ve farklı şeyler okuyabileceğimizi söyleyebilirim.

Öncü olmak size birtakım sorumluluklar yüklüyor değil mi?

Evet, tabii ki bunun sancıları var. Çünkü bakir alanlara giriyorsun ve emsal olarak gösterilecek bir örnek olmayabiliyor. Türkiye’de fantastik/korku edebiyatına bakış başlarda sıkıntılıydı. Alt edebiyat, ucuz edebiyat diye dayatmalar vardı. Bunlar tesirini kaybetse de tamamen değişmesi zaman alacaktır.

Harry Potter’ın, Yüzüklerin Efendisi’nin ve son dönemde çok popüler olan Game of Thrones’un takipçilerini baz alırsak yıkıldı sanki o görüş?

Evet, Game of Thrones’u artık milyonlar seyrediyor. Misal adamlar batak oynuyor, dünyadan kopuklar bir anda kafalarını ekrana çevirip ejderhalardan bahsedebiliyorlar. Artık dünyada da sınırlı bir kitleye hitap etmiyor fantastik/korku edebiyatı. O kitle genişledi.

Verimli bir coğrafyada değil miyiz ki? Neden böyle bir önyargı var?

Samsatlı Lukianos’a aşina bir coğrafyadayız. Samsatlı Lukianos, “Gerçek Bir Öykü”yle bilimkurgunun ilk örneğini veriyor. Düşünün neredeyse 2000 yıl önce. Neden farklı ufukları anlatan, farklı hayalleri işleyen eserler yazılmasın? Ki yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Tanıdığım tanımadığım pek çok isim var yerli fantastik, bilimkurgu ve korku alanlarında kalem oynatan.

Bu ismi hiç duymamıştım. Şimdi sizden öğrendim. Son olarak gençlere tavsiyeleriniz neler?

İşe ciddiyetle yaklaşmaları ve bir çalışma gözüyle bakmaları lazım. Kendilerini sürekli farklı yazarak göstermeleri, çalışmalarının neticelerini değerlendirmeleri lazım. Hem kendi isimlerini duyurmaları açısından hem gelişim açısından. Bu türü daha yaşanılır, hareketli hale getirmeleri gerekiyor. Yeni isimlerden umutluyum, bence ilerleyen zamanlarda daha değişik türler ve eserler okuyacağız.