“BÜTÜN ROMANLARIMDA KADINLAR BAŞROLDE!” – Karaköy Mono

Kapaktaki yüz ne anlama geliyor? Bana misafirlerin alçı dersinde yaptıkları yüz çalışmasını hatırlattı ama…

Evet, tam da romanın hatırladığınız bölümünden geliyor maske. Ev’deki misafirlerden kendi yüzlerini yapmaları isteniyor ama içeriye ayna sokulmadığı ve uzun süredir kendi yüzlerini göremedikleri için yapmaları mümkün olmuyor. Bu da haliyle bir tür gerilime yol açıyor, romandaki kırılma noktalarından biri diyebiliriz sanırım. Bence hayatlarımızla, birbirimizle ve kendi benliğimizle kurduğumuz ilişkiyle ilgili şeyler de söyleyen bir imaj kapaktaki o maske.

Bölümlerin başına konan epigraflar. Bazıları çok çok etkileyici ve gerçekten bölümün bir nevi özeti gibi. Onları seçmek, oluşturmak… Zihninizde çok geniş bir havuz olması lazım. Nasıl oluşturdunuz?

Epigrafları eğlenerek seçiyorum. Yazmak benim için bir tür oyun ve epigraf da bu oyununun bir parçası. Baştan sona kendi içlerinde ayrı bir hikâye oluşturacak biçimde yerleştiriyorum çoğu zaman onları. Sevdiğim metinlerden çekip alıyorum. Dostlarla sevdiğim kitapları paylaşmak ya da bu kitabı yazarken geçtiğim yolların ışıklarını yakmak gibi. 

Romanda kadın karakterler oldukça baskın. Esin ve annesi, Rikkat ve annesi, Canan, Müzo, Gurbet… Kadınlar, kadınlarımız… Kadınlara neden bu kadar ağırlık verdiniz?

Benim bütün romanlarımda kadınlar başrolde. Edebiyatta, sinemada ve çok daha temel olarak hayatta bize sunulan alanları yetersiz bulduğum, bir tür fon muamelesi görmeyi kabullenmediğim için bu. Başkalarının hikâyelerinin konukları değil, kendi hikâyelerimizin kahramanlarıyız biz. Anlatacak çok hikâyemiz, söyleyecek çok sözümüz var. O yüzden romanlarımda kadınlar konuşuyor en çok. Biz konuşuyoruz. 

Romandaki renkli karakterlerden biri Canan. Canan’ı sevdim. Belki de asıl kahramanımızın en yakın dostu olduğu için… Ama Canan’ı bekleyen trajik son ve maruz kaldığı cinsel istismarla bugünlere dair bir eleştiri getirdiğinizi söyleyebilir miyiz? Bunu bir roman kahramanı aracılığıyla dile getirmek çok cesurca. Neler söylemek istersiniz?

“Misafir”de herkesin başka bir hikâyesi var. Ve o hikâye çoğunlukla yaşadığımız toplumun bizlere reva gördükleriyle ilgili. Ama ben kurban hikâyeleri anlatmak için çıkmadım yola. Kurban olmayı reddetmek için çıktım. Yaşarken de böyle. Bir yanda katı gerçekler duruyor. Bir yanda da yeniden inşa etmek istediklerimiz. Bir konu hakkında kalem oynatmak ne kadar cesurca bilemem ama cesaret nedir, bunu sokakları dolduran kadınlara baktığımda apaçık görüyorum. 

Romanda çok farklı akıl hastalıklarına, takıntılara ve arkası sağlam örülmüş tiplemelerle karşılaşıyoruz. Bu zenginliğin okuyucuyu çok etkilediğini söylemek isterim. Özellikle ayna sahnesi… Okurken çok emek verilmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Bir de sizden öğrenelim, “Misafir” nasıl oluştu, nasıl çalıştınız?

“Dokunmadan”ın çıkışından kısa bir süre sonra, Beşiktaş’a inen sarı dolmuşlardan birinde düştü hikâye ilk kez aklıma. Hikâyenin bir ormanda geçmesini istemiştim; distopyaya uygun, dışarı çıkamayacakları bir mekânda. Ve burada, şifayla dert, normalle anormal birbirine karışsın diye düşlemiştim. Derken mekân zamanla kocaman bahçelerin içinde bir akıl hastanesine, şifacı ve dertliler de hastanenin içindeki ve dışındaki karakterlere dönüştü. Hikâye yavaş yavaş örüldü. Hemen yazmaya başlamadım ama. Önce kafamda evirdim, çevirdim, döndürdüm. Sonra notlar aldım, okumalar yaptım, akıl hastanesine doktor ya da hasta olarak yolu düşenlerle röportajlar yaptım. Gerçek bir akıl hastanesinin işleyişini detaylı biçimde öğrenmeye çalışmakla birlikte, en nihayet kendi hastanemi, Ev’imi kurdum. Fakat dediğiniz gibi yazım süresi kadar bir de yazım öncesi çalışması var “Misafir”de. Filozoflardan, psikologlara, farklı disiplinlerdeki ustalardan destek aldım. Başta Foucault elbette. Ev’in mimarisini kurarken dahi, iktidar, gözlem ve ceza çerçevesinden bakarken, Bentham’ın Panapticon’undan ilham aldım. 

Rikkat’in annesi Rukiye psişik güçler mi diyelim birtakım özel güçlere, hislere sahip. Hatta bizim “şifacı kadın, alcı” dediğimiz el alanlardan. Bu romanda Türk motiflerinden fazlasıyla yararlanmışsınız. O yüzden sanırım daha bir samimi geliyor. Çünkü bahsi geçen kadınlar, bizim annelerimiz, halalarımız, teyzelerimiz… Bu yüzler bir yerden tanıdık geliyor. Peki acaba Nermin Yıldırım böyle doğaüstü güçlere, büyülere, üç harflilere inanır mı? 

İşin doğrusu bu tür inançlarım yok. Yani bunları içeren bir hayat kurmadım kendime. Ama çocukluğumda, dokunarak insanların ağrıyan yerlerini, hastalıklarını bulan yaşlı bir kadın tanımıştım. Bir daha görmedim öyle birini. Tabii en nihayet bir şeyi görmemin olduğunun, görmememin de olmadığının ispatı sayılıp sayılmayacağından çok da emin değilim artık. Velhasıl kendim için nasıl bir hayat kurarsam kurayım, dünyayla arama önyargısız bir hayret mesafesi bırakıyorum. 

Oldukça üretken bir yazarsınız. İlk romanınız “Unutma Beni Apartmanı” 2011’de yayımlanmış. Ve onu diğer romanlarınız takip etmiş birer sene arayla. Bizi bekleyen yeni bir çalışmanız var mı peki? Okuyucularınızı nasıl bir konu bekliyor?

Aklımda uçuşanlar var ama onları şimdilik görmezden gelmeye çalışıyorum. Bir yanda içimde yazma arzusu fokurdasa da, “Misafir”in sesi, nefesi elimden gitsin diye, yeni bir romana başlamayı elimden geldiğince ertelemek istiyorum. Bakalım artık, ne kadar becerebilirsem… 

Romanlarınızın çoğu Sırpça, Bulgarca, Fransızca, Çince, Arapça gibi yabancı dillere çevrilmiş başarılı bir yazarsınız. Peki biz merak ettik Nermin Hanım kimleri okur, takip eder? İçi sıkıldığı zaman elinin gittiği bir kitap var mıdır?

Ne zaman yorulsam sığınabileceğimi bildiğim tanıdık yazarlarım var: Adalet Ağaoğlu, Lorca, Saramago, Tanpınar gibi. Ve tabii bir de şairlerim… Ama bunların dışında çağdaşlarımı da takip ediyorum. İçim sıkıldığında elbette kitaplara gidiyor elim. Daha sıcak bir liman, daha güvenli bir sığınak, daha şifalı bir merhem bilmiyorum. 

Fotoğraflar: Kiraz Demirezen