CHRISTIAN BOBIN: HİÇ KİMSENİN İSTEMEDİĞİ BİR ÖYKÜ – Karaköy Mono

El yazması eskidi. Son sayfada bir tarih var. Beş yıl. Beş yıl önce yazılmıştı. Size postayla ulaştı. Masanın bir köşesine bıraktınız onu, bir daha durmadınız üstünde. Cumartesi geldi. Çok yoğun olduğunuz bir gün cumartesi: Bir avuç çocuk için patronun şoförlüğünü yapıyorsunuz. Buraya gitmek istiyoruz, bizi eğlenceye götürmeni. Bunu istiyoruz, şunu istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Kendinizle taşıdığınız bu kayıtsız havaya karşı durmak için saatlerini veren ailelere umutsuzca boyun eğiyorsunuz. Yaşam çabuk geçiyor, günler soluyor hemen. Yarından kaygılanmak niye? Bugün tüm soruları yanıtlıyor. Yenilmez bir kayıtsızlık var sizde, tanrı inancının gülümseyen biçimi gibi. Çocuklara hiçbir şey öğretmiyorsunuz. Onlar öğretiyor size her şeyi. Bazen abarttığınızı söylüyorlar; her şeyin yapılmasına izin verilemez, daha yetişkin olmalısın. Bu hayat bilgisi dersini sessizce dinliyorsunuz, sonra etrafınıza bakıyorsunuz uzunca bir zaman: Bir tek yetişkinin izi yok. Asık suratlı çocuklarınkiyse evet, bir hayli. Çalışan, para kazanan, zamanlarını ve güçlerini harcayan çocukların izleri.  Ama yok yetişkinlerden hiçbir iz. Bu cumartesi çocuklar sizden yoksun, sizi aramıyorlar. Evinizde kalıyorsunuz. Aylak, sakin… Yalnızlığın eşliği çocuklarınkinden daha sevimli. Okumak, uyuklamak, yürümek, hiçbir şeyi düşünmemek, gökyüzünün ışığını duvar halısının üstünde solmaya bırakmak… Dalgınca el yazmasının ilk sayfasını açıp okumaya başlamak… Kafanızı kaldırdığınızda öğle vakti geçmiş, gündüz değil; gece de değil henüz. Dinginliğin erimi artık yok. Dingin suların yavaşça tırmanışı, ışıklı ve dinmeyen bir taşkınlık gibi. Düşünceniz bu dinginliğin içinde sanki onun doruklarında gibi, serinliğin ve hafifliğin dorukları: Sabırsızlanmıyor artık, bulanmıyor. Dinleniyor sadece, başka bir şey aramadan olana katılıyor. Nasıl adlandırılır bu hafiflik? Mutluluk sözcüğü uymuyor. Mutluluk, mutsuzlukla uyumlu; sevinç acıyla… Sizin başınıza gelense hiçbir şeyle ya da her şeyle… Bunu tam anlamıyla ifade edebilmek için el yazmasını çoğaltmak gerekiyor. Yazar yabancı kökenli olan bir kadın. Bu metni gönderen kendisi değil, bir arkadaşı. Ne düşündüğünüz dışında hiçbir şey istemiyor sizden. Elyazması bir yüz gibidir, bir dakika yeter onu görmeye, iki üç sayfa sonra anlarsınız onu. Anlatı bir terk edilişle başlıyor peri masallarında olduğu gibi. Kadının sevdiği doğası gereği seçkin, kupa papazı olan prens onu terk ediyor. Kapkara bir ormana götürüyor, çekip gidiyor sonra. Kadın orada kalıyor, oturuyor bir ağacın dibine. Bekliyor, bekliyor, bekliyor. Bir sabah kalkıyor, çıkıyor ormandan. Mutfağına giriyor. Pencereyi kapatıp gazı açıyor. Döşemenin üstüne düşen bir kadın ve kadının yanına düşen ruhu… Ruhu ağır, ölü bir kuştan daha ağır. Kendi kanının ağırlığında boğulmuş, zehirlenmiş beyaz bir güvercin. Genç kadın hastanede açıyor gözlerini. Yastığına dayanıp bakıyor etrafına, bakıyor kendisine: Ruhu yok. Bedeni burada, hareket halinde. Tutabiliyor elleri, konuşabiliyor dudakları, ağlayabiliyor gözleri. Ruhu dışında her şey burada. Arkadaşı onu buraya bagajında, dikkatsizce getirmiş olmalı. Nasıl bu kadar dalgın olunabilir? Hastaneyi terk ediyor, gündelik yaşama dönüyor. Hâlâ ruhu yok. Bu görünmüyor, duyulmuyor, engellemiyor hiçbir şeyi. Ruhsuz da pekâlâ yaşanabilir. Hikâyeye gerek yok, bu sıkça rastlanılan bir durum. Tek sorun: İsmiyle çağırdığınız şeylerin size doğru gelmemesi. Kendi yaşamınızda yok olabilirsiniz hatta herkesi bu yoklukla ilgili aldatabilirsiniz: Hayvanlar, ağaçlar, şeyler dışında her şeyi… Tüm dinginliğini gül fidanlarının tenine ve ağaçların kabuğuna veren  sonbaharın sarı ışığı dışında her şeyi. Gizlenene nasıl yetişilir? Nasıl dokunulur doğrudan yaşama? Basit bir yaşama nasıl dönülür? Evet, nasıl? Aşk geçti sizden Provence ormanlarında yanmış korlar gibi. Yıllar gerekecek otların yeniden çıkması, yeni bir aşkın yıkım alanlarını kalabalıklaştırması için. Ve bu yıkım alanları her şeyinizle sizsiniz, pamuk elbisenizden yasak düşüncelerinize, çay zevkinizden sonbahar hüznünüze kadar… Tepeden tırnağa… Ne yapmalı? Öncelikle en acil olandan başlamalı. Böyle devam edemezsiniz, taşıdığınız bir ruh olmadan, gözlerinizin içi gülmeden. Gözleriniz elbette! Bunu konuşalım. Ağlamaktır onların yetkin olduğu tek eylem. Ağlamadıklarındaysa okuyorlar,  bir gün Rilke’den bir sayfa, ardından başka bir sayfa, başka bir sayfa daha ve mürekkepten kafesi açtığınızda can kuşları size doğru uçuyor. İntiharınız başarılı tüm başarısız intiharlar gibi. Yaşamdan çok daha fazla şey kaybettiniz: Söz; açık sözün tadı, doğru sözün aşkı. Hasta bir çocuk yemeğin önünde nasılsa siz de öyleydiniz sözün önünde. Rilke size yiyecek veriyor, bir şiirden sonra ötekini, bir imgenin ardından bir başka imgeyi. Sözün çıplaklığıyla her şey doğruya dönüşüyor. Böyle bir hikâye başına gelen, teşekkür etmek için onu anlatmak istiyor. Küçük, izbe bir mutfakta başlayıp bahçenin derinliğindeki ıhlamurların ışığı altında biten uzun bir mektup yazıyor Rilke’ye. Bu, ağır ağır iyileşmenin, ölü kuşların göçünün hikâyesi. Yazmaya alışık o. Birkaç yıl önce editörlerin ve okurların saygınlığını kazanan kitaplar yazmıştı. Kitapların arkasına saklanmıştı ama hikâye hep aynıydı; bir dirilmenin hikâyesi. Yazmak herkesin nasıl doğal hakkıysa öyle yazıyor o da yazma kaygısı taşımadan, kağıdın üstüne asla gelmeyecek olana, ürkecek en küçük sözcüğe özen göstererek – yaşam, çırılçıplak yaşam, yaşam cümlesiz, aynı yatakta koyun koyuna yatan iki küçük çocuk gibi; sevinç ve acı. Sözlükler Rilke’nin en büyük Alman şairlerinden biri olduğunu söylüyor. Ama o sözlüklere göre yazmıyor. Hiçbir ölüye değil sadece yaşayana, endişeli adımlarla büyük kentlerin sokaklarında dolaşanlara yapıyor gönderme. İsmine yer yok henüz sözlüklerde. Kalbi şöhretten donmadı daha. Dalgalı ve belirsiz yaşamının içinden herkes gibi geçen biri.   Gündüzleri uyuyor. Bu uyku zorunlu işlerin getirdiği bir uyku sanki. Geceleri uyanık  kalıyor. Bu uyanıklık melekleri bekleyen eşsiz bir gece nöbeti. Yazarken avuntuyu değil, gerçeği arıyor; avuntunun tersi olan gerçeği. Bu, onunla konuşan gerçeklik. ‘’Büyük şair’’ ne demek? Kesinlikle hiçbir şey demek değil. Yazmak için saklananın tek büyüklüğü yıkıcı yaşama kusursuz boyun eğişinden geliyor. Geceler boyunca uygun sözcüğü arıyor, dikkatini topluyor sadece. Sevgililerin birbirine, annelerin çocuklarına yaptığı gibi. Sanat ve sanatın dehasıdır aşk yaşamından geri kalan ve gerçek olan. Büyük şair, edebiyat hiçbir şey demek değil. Rilke’ye yazıyor o, ülkesinde kalan bir çocukluk arkadaşına  kendisinden haberler göndermek için yazar gibi… – tüm yaşamların sevgilisi, aptalı tüm yaşamların. Ona mutfaktaki gazdan bahsediyor, mevsimlerin ışığından, büyük ağaçların insancıllığından, bunun aşk olduğuna inandığından ve bir inançla bunu uydurduğundan. El yazısı bitti. Onu editörlere gönderiyor. Editörler, ‘’Öykünüzü istemiyoruz. Bu öyküyü ne şekilde alabileceğimizi ve nasıl düzenleyeceğimizi bilemiyoruz. Kimden bahsediyorsunuz esasında, Rilke’den mi kendinizden mi? Karar verin, bir sözcükten diğerine atlayan bu bocalama hali can sıkıcı,’’ diyorlar. Tekrar deniyor. İki üç kez aynı cevap. Vazgeçiyor. İyileşiyor artık neredeyse. Neredeyse: Acısının içinde bir şarkı buluyor. Kitabın sunusu dindiriyor bu acıyı ama kimse istemiyor bu sunuyu. Beş yıl geçiyor. Artık bütün bunları düşünmüyor o, hâlâ düşünüyor bütün bunları; yabancı sesler, başkalarının elleri düşündürüyor. Bu metin aydınlık bir sonbahar cumartesi ulaşıyor size. Bir cumartesi okuması, gelen günlerin içine işliyor. Sizi cevaplandıran yazara yazıyorsunuz. Mektuplar da el yazmaları gibi.  Tek bir okuma onları unutmamak için yeterli.  Hep aynı sakin ses… Hep yalanın bu yokluğu… Bir kez bile hiçbir teni, hiçbir toprağı olmayan, yalana ve düşünceye hizmet eden genel bir ifade kullanmıyor. Kendisinden bahsederken saatlerinin ayrıntısında gazetecilerin hastalıklı kavrayışından, onların sabırsız ses tonundan daha açık gösteriyor size dünyayı. Çocukların arkadaşlığında sizi duygulandıran neyse bu yazıdaki de o :  Her şeyden daha gerçek bir var oluş. Dünyayı hafifleştiren bir var olma biçimi. Bir gün size onun kitabının sonunda kabul edildiğini yazıyor: Ondan çok uzakta bir yerde yayınlanacak; Almanya’da. Onu her zaman korkutan bir dilde, çocukluğuna ait olmayan başka bir ülkede… Başka bir gün buruşturmak için elinizi gezdirirken pamuk bir masa örtüsünün üstünde, ondan bir hayal geliyor size; apaçık, aydınlık… Sanki her şey oymuş gibi bu basit hareketin içinde: Katlananı açmak, yok etmek bütün kıvrım yerlerini, geniş olana geri dönmek, durmadan yaşamın dingin sürekliliğini genişletmek. Uzun bir zaman sessiz, hareketsiz kalıyorsunuz böyle. Elleriniz dümdüz  masanın üstünde, parmaklarınızla örtü arasında bu çok değerli, güzel şeyi tutarken: Saydamlaşıncaya dek damıtılan ruh, kimsenin istemediği bir öykü…

 

Not: Canan Domurcaklı, Fransızca aslından çevirmiştir.