Işıl Aksoy’un ikinci öykü kitabı “Paris Yayınları”ndan çıktı. Kalem Uykusu, hepimizi bir daha öykünün önemi ve gerekliliği konusunda uyaran bir kitap. Belki hepimizin hayatı birer öykü, ama önemli olan onu fark edilecek bir boyuta taşımak, yani görmek ve anlatmak. Herkesin hikâyesi çok önemli olabilir bizler de o yüzden bir öykü yazıldığında ya da okunduğunda ona bakar, anlamaya ve görmeye çalışırız: Hayatın acıtan, mutlu eden, kabaran ya da öne çıkan taraflarını… Kimimiz öyküyle yoğrulur, üzülür ya da seviniriz kimimiz de düşüncelere dalar, hayaller kurmaya başlarız. Aslında şunu söylemek lazım, hiç vazgeçilmeyecek gereksinimimizdir öyküler. Onlar bizi var eder, bizler de onları…
-
Kalem Uykusu, hayatın içinden, bizden öyküler. Biraz kitabın içeriğinden, neye göre şekillendiğinden bahsedebilir misiniz?
Kalem Uykusu da Kış gibi kendi kendini şekillendirdi işin aslı. Zaman içinde karakterlerle karşılaştım zihnimde, ayrı ayrı yolculuklara çıktık birlikte. Ben onların anına ve anı karşılayışlarının gerisindekilere odaklandım bir parça, sözlerini duydum, duygularını dinledim, geçmiş yaşantılarına baktım bazen, kimi zaman da olanları uzaktan izledim. Akış içinde kimi olası hikâyeler kalemime dolandı yani bir nevi, oralarda birileri nefes alıp verdi, güldü, sevdi, heyecanlandı, hüzünlendi. Sonra Kalem Uykusu’nda birleşti öyküler ve kendileriyle tanışacaklara emanet edildi.
- Öykü yazmayı seviyorsunuz, çok öykü okur musunuz?
Öykü yazmayı da okumayı da seviyorum. Öykünün içe doğru genişleyen yapısının sağladığı olanaklara, dar alanda sıradan görünenin içindeki ayrıksılığı ortaya çıkartma cesaretini tetikleyişine, dıştan çok fark edilmeyenin, tebessümün gerisindekilerin, sözcüklerin söylemediklerinin, kısa zamanlarda olup bitme ile ya da sadece durma anıyla harmanlanışının sağladığı vuruculuğa, kelimelerin yükünün artmasının getirdiği sorumluluğa ve beraberindeki zenginliğe bayılıyorum.
- Bir öykünün bittiğini, başka insanların da okuması gerektiğini nasıl hissediyorsunuz?
Söz bittiğinde öykü de bitiyor. Tamam dediğimde, bunun fazlasını şimdi, bu öyküde anlatmak istemiyorum demiş oluyorum. Mine gitti, Şinasi büyük korkusuyla yüzleşti, Hülya ve Mustafa aşkın eşiğinde buldular kendilerini, küçük kız sabah yürüyüşünden sonra o gün kemiklerinde hissettiği farkındalık ile yıllar içinde ara ara hatırlayacağı haliyle ‘her şeye rağmen güzel olan’ın hakkını vermeyi öğrendi… Neredeyse hiçbirinin öyküsü bitmedi, uzayıp gidecek her biri belki ama ben tanıştırıp çekildiğimde okura bırakmış oluyorum türlü ihtimali. Öyküm doğduysa nihayetinde, hayata karışmaması için bir neden kalmıyor bana göre.
- Bazı öykülerinizde toplumsal yapının eleştirisi göze çarpıyor. Bunu kafanızda bir sosyal yaşam hayali kurarak mı yapıyorsunuz?
Öykü kişilerim sadece sayfalarda da olsa yaşayan insanlar sonuçta. İçlerine sinmeyen, insanca ve adilane bulmakta zorlandıkları, eleştirdikleri şeyler var elbette, ara sıra dile getirdikleri, bazen de sezgi derinliğiyle cepte tutup zamanı gelince şekillendirecekleri. Ve evet, kafamda bir sosyal yaşam hayali, daha içime sineceğini düşündüğüm bir yaşama şekli var, net. Daha özgür, eşitlikçi, içinde yaşadığımız gezegenin her bir üyesine zarar vermeme duyarlılığının hücrelerimize işlendiği, kibirden, hırstan arınmış, kimsenin kimse için travma kaynağı olmadığı, kimsenin kimseyi ezmediği, aşağılamadığı, eksik hissettirmediği, birileri yaptıkları işle doğru orantılı olamayacak ve ömrünce harcayamayacağı kadar gelir elde ederken, birilerinin akşam ne yiyeceklerini kara kara düşünmek zorunda kalmadığı, kimsenin başka birinin hakkına el uzatmadığı, fikrin, dilin ve eylemin daha temiz, niyetin daha saf olduğu, daha onurlu yaşama imkânını keşfetmiş bir dünya hayalim var. Sanki giderek uzaklaştığımız bir hayal bu, bir özlem. Ütopya demeye dilim varmıyor ama belki tam da öyle. Şimdi bir de yeni ve ciddi bir zorluğu deneyimliyoruz hep birlikte. Pandemisiz bir yaşam özleminden ve pandemiden sonra yeniden ele alınması gerektiğini düşündüğüm pek çok şeyden uzun uzun bahsedebilirim ama hepimiz için şu sürecin bir an önce sağlıkla sonlanmasını dilediğimi belirtmekle yetineyim.
- Okur, karakterlerin hayatına bir anda giriyor. Bu da onları objektif bir şekilde tanımamıza fırsat yaratıyor. Karakterlerinizi oluştururken ilham aldığınız kişiler ya da olaylar oluyor mu?
Evet o ani karşılaşmaları seviyorum. Birden dahil olmaları. Ancak ilham aldığım, belirgin referanslarım olmuyor öykülerime başlarken. Yani bildiğim, duyduğum, şahit olduğum bir şeyi öyküleştirme amacı ile oturmuyorum masaya. En azından şimdiye kadar böyle oldu. Ama yazarken, öykü akışında bana tanıdık gelen bir şeyler dahil olabiliyor kurguya. Biz söz, bir yaşanmışlık kırıntısı, bir anının gölgesi, bir anlatının hafızama kazınmış bir detayı belki. Onları da kucaklıyorum ve buyur ediyorum öyküme ve çoğu zaman varsa böyle bağlantılar yazdığımı okuduktan sonra daha net ayrımına varıyorum bunun. O tanıdıklığı sonradan da anlamlandırabiliyorum.
- Özellikle Kırık adlı öykünüzde “Bir şekilde bitirmişti işte. Tamamlanmış bir ödev gibi ömrünün defterini kapatmak üzere olmanın rahatlığı sinmişti ferahlamakta olan hüznüne,’’ cümlesi bizi tedirgin etmeli mi sizce…
Eğer bir gidiş özleminin dile getirilişi söz konusu olsa idi tedirginlik uyandıran bir tarafı oluşundan bahsedebilirdik belki. Burada ise istemeden bulaştığı gidişle barışma var daha çok bana göre. Çaresizliğin getirdiği bir mecburiyet, bir kabullenme. Beklenmedik anda oyun dışında kalmış olmanın kendini kayıran muhasebesi… Bu soru ile ilgili düşünmek bana birkaç yıl önce Kadıköy’de arkadaşları ile karın tadını çıkartmak için Yeldeğirmeni’nin sokaklarında gezerken birbirlerine kar topu atarak eğlenen insanların başına gelen ve çoğumuzu derinden etkileyen trajik bir olayı hatırlattı. Eğlenirken hayatının sonu ile beklenmedik şekilde karşılaşmak durumunda kalmış gazeteci Nuh Köklü, son nefesini karla kaplı kaldırımda vermeden hemen önce arkadaşına şöyle demişti; “Keşke rüya olsa.” Her ayrıntısıyla çok hüzün verici olmasının yanında başka duyguları da haklı olarak canlandıran bu kaybın sonundaki yakıcı isyan gerçekti. Olanlar keşke rüya olsaydı ama öyle değildi. O yüzden Kırık’ta Mine’nin beklenmedik sonu ile barışabilmesi onun adına bir parça rahatlattı beni. Mine’nin bu olanağı vardı, onu kullanabildi.
- Kitabın başlarında okuyucuyu hemen yakalayan bir öykü var: Kıyı. Bu kısımda hayatın elimizden su gibi akması, yarım kalmışlıklar… Bu yoğun duygular aslında neye işaret ediyor?
Hayat, su gibi akıyor gerçekten ve bunu bizimle birlikte yapıyor. Geç kavrıyoruz bazen akışın hızını. Elimizde neler kalsın isterken neleri kaybederek yol aldığımızla geç yüzleşebiliyoruz, hatta hiç yüzleşmeyebiliyoruz da. Kendimizi ve hayatı keşfetme yolculuğunda kendiliğindenliğimizi baskılayan etmenlerin ayrımına varmakta zorlanıyoruz. Anı, burada ve şimdiyi kaçırabiliyoruz. Yok’ta ve Kıyı’ da Hülya bunları duyuruyor bir parça bizlere. Biz de yaşam döngüsünde bunları ince ince duyuruyoruz zaten kendimize, kimi zaman fark etmesek de.
Hazırlayan: Dilara Yılmaz