İkonik ve Yaratıcı Bir Portre: Spencer  – Karaköy Mono

1997’deki ölümünden beri dünya kendisi hakkındaki spekülasyon ve belgesellere doyamıyordu: Diana Spencer. Haksız da değiller fakat bu kez yazıp çizmemizin nedeni Kristen Stewart’ın performansıyla Oscar’a aday olduğu Pablo Larrain’in Spencer filmi. 



Öncelikle filme alışılagelmiş biyografilerden ziyade 90’ların başında evliliğine son verme düşüncesinde olan bir Diana ile başlıyoruz. Kraliçe’nin Sandringham Malikanesi’ne yakın odak yapan filmde, Diana’nın Prens Charles’la olan evliliğini sona erdirme ve kraliyet ailesinden ayrılma sürecini görüyoruz. Hayatı boyunca Diana’nın karakterinin birçok farklı açısına şahit olduk: Bir prenses, bir anne, bir moda ikonu, halkın kalbini kazanan bir kraliyet üyesi ve hatta bir blumia muzdaribi… 

Basının da her zaman hedefinde olan Diana sevgi, şefkat ve hayırseverlik aksiyonlarında uluslararası kabul görmüş bir figür ve damgalanmış olanların savunucusu olarak da her zaman saygı görmüştür. Kraliyet ailesiyle yaşamanın puslu koridorlarında halkın gözünde bir rol oynamanın gücünü anlayan Prenses Diana bunu tutumları değiştirmek ve toplumsal sorunları ele almak için kullanmıştır. Birçok kraliyet aile üyesinin aksine farklı olarak nadir bir hassasiyet ve insanlık sergileyen Diana, kendi ölümünün ötesine uzanan sevgi bazlı bir statüye ulaşmıştır halk gözünde. Böyle bir kahraman gerçekliğine sahipken ölümünden sonra çeşitli dizi ve filmlerle diriltilip tüketilebilir bir popüler kültür ürününe dönüşümünün üzücü bir tarafı da yok değil. Hadi bir klişe de ekleyelim: İnsan kaybetmeden anlayamıyor bir şeyin değerini… Yok yok bu konuyla alakasız tabii ki. Ekşiye dönmeden bu yazarlık biz filmden devam edelim.

Diana gibi pop kültürü tarafından oluşturulan aşırı ilgiden bu kadar zarar gören bir kadının farklı sinematik merceklerden görülme şansı daha kabul edilebilir. Neden daha kabul edilebilir? Zira son zamanlarda Netflix’e giriş yapan hayatıyla ilgili denemeler kısmen başarısız oluyor çünkü hâlâ başkaları tarafından kontrol edilebilir bir hayat gibi Diana’nın fikri ve perspektifinden yoksun hissettiriyor. Bunun yerine Spencer’da, yönetmen Pablo Larrain ve Steven Knight izleyicilerin büyük çoğunluğunun zaten Diana’nın aileye nasıl uyduğunu, nasıl algılandığını, nasıl öldüğünü bildiklerinin makul bir varsayımıyla işe başlıyor. Yani detaylarla boğuşmadan ya da açıklamaya tenezzül etmede… Camilla Parker-Bowles bir elebaşı olarak filmde çok isimlendirilmiyor çünkü Larraín onu tanıdığınızı varsayıyor, sonuçta işlerin Charles ile nasıl bittiğini çoğumuz biliyoruz. 

Buna ek olarak Larrain’in Jackie (2016)’sindeki tarzı bu filmde de devam ediyor: Dünyanın en ünlü kadınlarından birinin hayatındaki birkaç önemli günü inceleyen Larraín muazzam, büyük alanlarda kaybolmuş hisseden ve görünen kadınların görüntülerine olan düşkünlüğünü paylaşırken, Steven Knight da Spencer’da gerçeğe bağlı kalma çabası içerisindedir. Fakat bu bahsi geçen gerçeklik olayların tarihsel yönüyle ilgili olmaktansa Diana’nın perspektifiyle ilgili hissiyatla ilgilidir.Basit bir drama olarak görünen film, Diana’nın bir yeme bozukluğu, kendine zarar verme alışkanlığı ve paranoya ile mücadele etmesiyle devam eder. Yaşadığı paranoyaya ek olarak hikayenin etrafında artan bir korku hissettirilir; bu korku Diana’nın odasına bırakılan Anne Boleyn hakkında yazılmış bir kitapla daha da artar. Timoty Spall’ın canlandırdığı Alistar Gregory karakterinin filmdeki uğursuz belirmeleri adeta 70’ler paranoyak gerilim filmlerini akla getirir. Sahne tasarımları, büyük salonlar, ürkütücü gotik çekim, modası geçmiş kıyafetler, tanıdık elbiseler ve puslu atmosfer orkestranın uyumsuz ve ruh halini anında değiştiren nameleriyle birleşince ortaya çıkan iş oldukça akılda kalıcı bir hal alıyor.

Kristen Stewart Bendi

Amerikan aksanını birazdan görmezden geldikten sonra -ki çok da kötü değil ama The Crown’daki kapı gibi İngiliz aksanı da değil- film içinde bazı anlar var  ki Diana ile eş benzerlik göstererek adeta rol ve gerçeklik arasında sahne bükülüyor ve biz sanki doğrudan Diana’yı izliyoruz. Film boyunca Stewart’ın gözlerinde yine bulunduğu kraliyet ailesinden ve yaşadığı mutsuzluktan nasıl sıyrılacağını bilemeyen bakışları takip ediyoruz

Bu ve gelecek diğer Diana filmlerinin yaşayabileceği en büyük sorunun kaynağı ise işlenen bu pop kültür malzemesine daha fazla eklenebilecek bir şey olup olmadığıdır. Diana’nın hayatının sonuna doğru kendi kelimeleri ile olan anlatımı üzerine yapılan bütün film ve diziler baştan noksanken bir de bu problemin çözümü ne kadar aşılabilir? Özetlersek Larrain elbette ki Diana belgeseli çekip de ‘gerçek Diana işte burada’ gibi bir sav gayesinde değil; bilakis sinematik ve daha önce görmediğimiz başka bir Diana sunuyor. Bu anlamda, prensesin hayatının ilham verici bir portresi olarak Spencer’ı, kamusal ve özel kişiliğinde, hayatının tanıdık ritimlerini izlemekten ziyade yeni gerçekleri bulmakla daha fazla ilgilenen, izleyicilerin izlemeye alışkın olduğu klasik biyografik değil; tam da Diana’nın damak tadında yaratıcı ve ikonik.