Çoğumuz Yeni Türk Edebiyatı’nın Namık Kemal’le başladığını düşünürüz. Doğrudur, ancak eksiktir. Namık Kemal, edebiyatımızda daha önce hiç işlenmemiş konuları şiire, tiyatroya ve kısmen de romana dahil etmesiyle önemlidir. Namık Kemal meşhur “Hürriyet Kasidesi” şiirinde bizim edebiyatımız için yeni bir konu addedebileceğimiz hürriyet, istiklal, akıl ve bilim konularını ele almıştır. Edebiyatımız için ilk (!) diyorum çünkü o güne kadar gelen, var olan Türk edebiyatı sadece “Divan Edebiyatı”ndan müteşekkildi. Ve var olan ”Divan Edebiyatı” da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi can çekişiyordu. Divan Edebiyatı’nın dehaları gitmiş, yerine sırf gelenekçi yapıyı devam ettirmek adına çalışan Keçecizade İzzet Molla, Leskofçalı Galip gibi şairler türemişti. İşte Namık Kemal ve onun akıl hocası Şinasi böylesi bir ortamda Yeni Türk Edebiyatı’nın ilk kıvılcımlarını ateşlemişlerdir.
İbrahim Şinasi’nin bu değişim rüzgârında oynadığı rol önemlidir. “Münacat” adlı şiirinde adeta devrin hâkim görüşüne meydan okur. Sadece o devrin mi! Şinasi, “vahdet-i zatına aklınca şahadet arayan biridir”. Bu ifade Türk şiiri için bir devrimdir. O güne kadar şiirde hâkim olan teslim olma arzusu ve tasavvufi anlayış göz önüne alındığında Şinasi’nin nasıl büyük bir yeniliğin öncüsü olduğunu görebiliriz.
Ancak şunu da eklemek gerekir; Türk Edebiyatı için yeniliğin kapılarını açan bu iki şahıs da aynı noktada hata yapmışlardır. Eski edebiyatı eleştirmiş, ancak eski edebiyatın nazım şeklini kullanmışlardır. Şiirlere verilen isimler dahi eski edebiyattan izler taşır. “Münâcât”, Tanrı’ya yakarışı konu edinen şiirlerdir ve her mesnevinin başında muhakkak bir münâcât bulunur. Gelgelelim Namık Kemal’e! Namık Kemal, şiirinin içeriğinde yenilik gerçekleştirmiştir, ancak şiirine verdiği ad, kasidedir. Yine Divan Edebiyatı’nın olmazsa olmazı bir nazım şekli olan kasideden faydalanmıştır. “Kaside”, din ve devlet büyüklerini övmek için yazılan şiir olarak geçer.
Yeni Türk Edebiyatı’nın doğuşunda çok önemli rolleri bulunan bu iki şahıs da maalesef devrinin hâkim görüşünden ancak bu kadar sıyrılabilmiştir. Çünkü Divan Edebiyatı o kadar derinlere nüfuz etmiştir ki!..
Çok da uzaklara gitmeyelim. O çok meşhur, bizi eğlendiren ve aynı zamanda Türk toplumuyla ilgili gerçeği yüzümüze vuran, Rıfat Ilgaz’a ait Hababam Sınıfı serisini ve o muhteşem sahneyi hatırlayalım. Edebiyat öğretmeni Zühtü, “Ben ‘yeni’ lafını hiç sevmem. Hele hele edebiyatta hiç sevmem. Edebiyat demek, Divan Edebiyatı demektir, divan şiiri demektir,” diyordu.
Bu görüş, 1957 yılına aittir. Şinasi, Namık Kemal ve çağdaşlarının ne kadar zorlu bir yola girdiklerini şimdi biraz daha anlayabiliyor muyuz?
O; eski, ihtişamlı imparatorluğun birer hatırasıdır. Tıpkı Yahya Kemal’de olduğu gibi.
Bu baskın düşünce içinde Halit Ziya’nın o hassas kahramanını hatırlayalım; Ahmet Cemil, yeni edebiyatın değerlerini savunan kitabını sırf eski edebiyat taraftarları galip geldiği için yakmamış mıydı? Tarihin 1889’u gösterdiğini unutmayalım.
Peki bu tarihlerde dünyada neler oluyordu dersiniz?
Yüzyılın ilk yarısında, okyanusun öbür ucunda bir dev, çoktan hayatına veda etmişti Amerika ve dünya edebiyatına adını büyük harflerle yazdırarak. Kim mi? Amerikan gotik edebiyatının, öykücülüğünün kurucusu Edgar Allan Poe.
Peki ya yanı başımızdaki imparatorlukta? Tarih kitaplarının “büyük düşmanımız” olarak nitelendirdiği imparatorluktan bahsediyorum, hani şu Karadeniz yoluyla komşu olduğumuz. Çok ileri bir tarihe gitmeyeceğim. Dostoyevski öncesini ele alırsak Rus edebiyatında Gogollar, Puşkinler… Gonçarov’un Oblomov’unu iki hafta öncesinde bitirdim. Evet, geç kaldığımı kabul ediyorum. Oblomov‘un 1859 yılında yazıldığını öğrendiğimde küçük bir şaşkınlık yaşamadım değil. Daha doğrusu inanamadım. Salt edebi yönüyle değil, içeriği, ele aldığı fikirler ve Rus toplum hayatına getirdiği eleştiriyle gerçekten takdiri hak ediyor.
Peki biz 1859’da neredeydik?
İşte biz 1859’da Şinasi’nin “Münâcât”ı yazdığı dönemdeydik.
Bu kadar mı? Osmanlı’yı uğraştıran bir başka imparatorlukta da bazı devler hayata veda etmişti, hem de müthiş eserler bırakıp. Brontë kardeşlerden bahsediyorum. Biz hâlâ eski edebiyatın külleriyle boğuşurken yüzyılın yarısında Charlotte Brontë o enfes romanını yazmıştı, Jane Eyre. Hayata kafa tutan, idealist Jane Eyre. Bizim edebiyatımızda kısmen Reşat Nuri’nin Feride’si, Jane Eyre’i karşılayabilir. O zaman tarihler 1922’yi gösterecektir. Hayatına tek başına öğretmenlik yaparak devam eden, aynı zamanda devrin sosyal ve psikolojik sorunlarına maruz kalan ama onlara boyun eğmeyen kadın portresi.
Yalnızca Brontë kardeşler mi? 1818 yılında Frankenstein’ı yazan Mary Shelley de hatırlanmayı hak ediyor. Bir kadın yazar, bilimden ve deneyden bahsediyor. Hem de daha 18 yaşında. Yayımlandığı zamandan bu zamana hâlâ etkisini sürdüren, çeşitli filmlere konu edinilen Frankeistein. Tabii ki korku öğelerinin yanında Frankenstein aynı zamanda devrin bir eleştirisidir. Sanayi imparatorluğunun ve gelişen bilimsel çalışmaların bir tezahürüdür.
Aydınlanma Çağı’nın sonuçlarını özellikle bu eserde görmekteyiz. Aydınlanma Çağı ile tıp, el değiştiriyor. Çoğu zaman “cadı kadın” diye anılan, köy yerinde insanlara yardım eden şifacı kadın şehir hayatında artık görülmüyor. Onun yerini tıp ilmini şehirde tahsis eden doktorlar alıyor. Ve bu şekilde edebiyat dünyasında da var oluyor.
17.yüzyıl sonuna kadar din eksenli bir merkezde olan Avrupa, Aydınlanma Çağı’nın düşünsel planda getirdiği şüphecilikle beraber dinin etkisinden kurtuluyor. Ve insanlar Tanrı’yı yeniden tanımlama ihtiyacı hissediyorlar. Fransız Devrimi’yle sonuçlanan sekülarizm her alanda kendini hissettiriyor. Bu yüzden özellikle bilim kurgu romanları Aydınlanma Çağı ile başlıyor diyebiliriz.
Bizde de Mary Shelley’nin Frankenstein’ı yazdığı zamandan 20 yıl öncesine gidelim. Edebiyatımız için dikkat çeken bir eser, İlahi Sırlara Ait Hayaller şeklinde günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz Giritli Ali Aziz Efendi’nin “Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahi”si ya da bilinen adıyla “Muhayyelat” (1797) var. Giritli Ali Aziz Efendi bu eseriyle fantastik Türk edebiyatının ilk örneğini vermiştir diyebiliriz. Fantastik yakıştırması ise içeriğinde olağanüstü olayları barındırması ancak bunu eski halk hikâyesi geleneği içerisinde aktarmasıyla ilgilidir.
Kitap, üç bölümden oluşur ve okuyanda Binbir Gece Masalları izlenimi bırakır. Zaten yazar kitabının önsözünde, yazdıklarının yeni şeyler olmadığını, ancak kendisinin eski malzemeyi kullanarak yeni bir söylem geliştirdiğini belirtir. Binbir Gece ve Binbir Gündüz Masalları’ndan faydalandığını saklamaz. Bu durum edebiyatımız için yabancı bir durum değildir. Çünkü Divan Edebiyatı gücünü söyleyişten alır. Kimin daha etkili ve güzel söylediğinin sahasıdır Divan Edebiyatı. İşte bu yüzdendir ki birden fazla “Leyla ile Mecnun” mesnevisi vardır.
“Muhayyelat” geleneksel halk hikâyesi ile modern anlatı tarzının arasında bir yerdedir ve yazıldığı tarih düşünüldüğünde Türk edebiyatı için kısmen yenilikler barındırıyor denilebilir. Burada geleneksel halk hikâyesi ile modern anlatı arasındaki fark üzerinde durabiliriz. Halk hikâyesi geleneği bize hep ders verme gayreti içerisindedir. Salt iyinin ve kötünün ısrarlı bir şekilde üzerinde durulduğu ve sarsılmaz bir şekilde iyinin galip geldiği kötülerin muhakkak cezalandırıldığı bir hikâye geleneği. Bu kalıp maalesef Tanzimat yazarlarınca da kullanılacaktır. Hatırlayalım; Namık Kemal İntibah romanını “Son pişmanlık fayda etmez,” diyerek bitirir.
Tanpınar, eski edebiyatımıza hâkim olan kaderci ve fani hayat anlayışının çoğu zaman insanı geri plana attığını, bizde eksik olanın trajedi olduğundan bahseder. Ciddi anlamda modern Türk anlatısı işte bu yüzden Halit Ziya ile başlar. İlerleyen sayılarda göreceğiz, Halit Ziya roman kahramanlarını bu kader ve mistik anlayışın hapsolduğu zihniyetten kopartarak gerçek hayatın içine bırakacaktır.
“Muhayyelat”, işte bu çerçeve içerisinde incelendiğinde klasik bir şark hikâyesini andırır. İçerisinde gulyabanilerin, perilerin, cinlerin var olduğu, harikulade tesadüflerin birbirini kovaladığı, kudretli şeyhlerin varlığıyla bize masalı anımsatır. Ancak kullanılan ağır dile rağmen bir yerlilik söz konusudur. 18. yüzyıl İstanbul havasını teneffüs edebiliriz. Hikâyelerin bazı kısımlarında karakterlerin konuşmaları, kadınların mahalle kavgaları ve birbirinden bağımsız hikâyelerin art arda sıralanmasıyla eser dönemine göre yenilikçi sayılabilir.
18.yüzyıl sonu, 19. yüzyıl Osmanlı tarihine göz gezdirdiğimizde karşımıza eski edebiyat temsilcisi olarak Sümbülzade Vehbi çıkacaktır. Kayda değer şiirleri bulunmayan Sümbülzade Vehbi’nin o devrin anlayışını gözler önüne seren önemli bir çalışması vardır; “Lutfiyye”.
Bu, şairin oğlu Lutfullah’a hitap ederek yazdığı mesnevisidir. Edebi yönden olmasa da devrin anlayışını gözler önüne sermesi açısından dikkate değerdir. Şair, oğluna çeşitli nasihatlerde bulunur. Ona filozofların görüşlerinin akla uygunmuş gibi görünse de ayet ve hadislere aykırı olduğu için felsefeye meyletmemesini, kenarın, çizginin birer hayal ürünü olduğu için geometriye değer vermemesini, kimya ilminden kimseye fayda gelmediği için uzak durmasını söyler.
Oğlu Lutfullah, önce manevi ilimlerle beslenmelidir: fıkıh, hadis, tefsir. Daha sonra dünyevi ilimlere kaymalıdır. Mesela tıp. Tıp ilmi, şairin oğluna tavsiye ettiği bir bilim dalıdır(!). Şair felsefeye karşıdır ancak oğlunun mantık ilmini öğrenmesini ister. Onun musikiyle, satrançla ve tavlayla ilgilenmesini de istemez. Musikinin makamlarını öğrenmeli ancak asla şarkı söylememelidir. Lutfullah, devrin yöneticilerin asla tenkit etmemeli, verilene razı olmalıdır.
İşte bizim yaşantımızın görüntüsü budur, maalesef edebiyatımıza da yansımıştır.
*Gelecek sayıda devam edecektir.