Popüler kültür günümüzde televizyon, sinema ve internet gibi önemli ve etkili kitle iletişim araçlarıyla gündelik hayatın içinde yer almakta, TV dizileri gibi önde gelen ürünleriyle de kitleleri ekran başına toplamaktadır.
Geçtiğimiz yüzyılda iletişim bilimcilerin üzerinde hemfikir olduğu konulardan birisi televizyonun çağdaş toplumlardaki en yaygın ve en etkin “kültür üretme makinesi” olduğu düşüncesiydi. Günümüzde ise internet, yeni iletişim teknolojilerinin geldiği yer itibariyle çeşitli elektronik kültürel dışavurum araçlarıyla birlikte yaşadığımız çağa damgasını vurabilecek güce erişmiş bulunmaktadır. Aynen televizyon gibi, bu yeni internette eğleniyoruz ve televizyondan bile daha beter bir şekilde, mevcut inanç ve kanaatlerimizi burada katmerliyoruz. Burada düşünmekten çok hissediyoruz; kendimizi zorlamaktansa konformizme kapılıyoruz. Sonuç ise bölünmüş, kendi ait olduğu grup dışında bilgi sahibi olmayan, duygularıyla hareket eden bir toplum… Post-gerçek, yani “nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” olarak adlandırılan bir kavramla karşı karşıyayız.
“Daha az metin ve daha az hiperlinke dayanan bugünün interneti televizyonun bu kötü yanlarını taşımakla kalmıyor, yeni kötülükleri de beraberinde getiriyor. Geleneksel televizyon ile onun modern hâli olan internetin en temel farkı internette kişiye özel içerik sunulabilmesi olsa gerek.”
Geleneksel televizyon, sürprizleri bünyesinde barındırabilmekte, televizyonda gördüğümüz içerikler editörler tarafından derlenmekte. Her ne kadar bu derleme sürecinde içeriklerin, yayın masraflarını çıkarıp yayıncıyı kâra geçirebilmesi için eğlenceli ve izleyici açısından çekici olma kaygısı güdülse de, bu yayınlarda kendi kanaatiniz (aslında duygularınız) dışında bir içerikle karşılaşmanız oldukça olası.
Sosyal bilimciler açısından bir olguyu açıklamanın en iyi yolu geldiği son noktadan başlangıcına kadar olan süreçleri, tarihsel ve toplumsal gerçeklikleri analiz etmekten geçer. Peki, Türkiye’de yayıncılık ve TV dizileri nasıl başladı ve gelişerek günümüzdeki düzeyine erişti?.. Türkiye’de televizyon yayıncılığı 31 Aralık 1968’de Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) ile başlar. Yayıncılık açısından 1960’ların ve 1970’lerin önemi, TRT’nin kurulması ve bu kurumda yaşanan gelişmeler kaynaklıdır. İsmail Cem’in 1974 yılında TRT’de genel müdürlük görevine atanması hem TRT tarihinde hem de dizi yayıncılığında bir dönüm noktası olur.
Ünlü yazar Kemal Tahir’in görüşlerinden etkilenmiş olan İsmail Cem, göreve geldikten sonra yerli yapımlara öncelik tanınacağı bir yayıncılık anlayışını benimsemeye başlamıştır. İsmail Cem dönemi, TRT için bir atılım dönemi olur. Öncelikle televizyonda gündüz yayınları başlar; spor programları, belgeseller, edebiyat uyarlamaları ve yeni diziler yayınlanır. İsmail Cem’in iktidar değişikliği sonrası Süleyman Demirel hükümeti döneminde olaylı bir şekilde görevinden uzaklaştırılması sonrasında TRT’nin yayın politikası da değişir. Eski dönemdeki yerlileşme çabalarına rağmen dış kaynaklı yapımlar tüm yayınların yüzde 37,87’sini oluşturmaktadır.
“Böyle bir kamu yayıncılığı ortamında seksenli yıllara gelindiğinde 1980 yılı Türkiye’de ve tüm dünyada değişim rüzgârlarının yaşandığı bir zaman dilimi olarak önemli bir tarihsel kırılma noktasıdır.”
Türkiye’de basının yapısını da etkileyen 24 Ocak 1980’de önemli ekonomik kararlar alınmış ve dünya ekonomisine entegrasyon anlamında önemli adımlar atılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesiyle genel seçimlerin yapılacağı 1983 yılına kadar sürecek askeri rejim yönetimine girmiştir. Dünyada ise tıpkı 1905 yılında da olduğu üzere Sovyetler Birliği ve İran’da gelişmeler yaşanmış, İran’da mollalar rejimi kurulmuş, Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş, ABD’de Ronald Reagan başkan seçilmiştir. Bütün bu yaşanan olaylar silsilesi Türkiye ve dünya konjonktürünü etkileyen gelişmelerdir. Neo-liberalizmin yükselişindeki öncü ülkeler ABD ve İngiltere’nin uyguladığı politikalar, önce Avrupa’yı, sonra tüm dünyayı etkisi altına alır. Türkiye de kısa bir süre içinde bu etki alanına girer. 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi öncesindeki 24 Ocak kararları yeni bir dönemin başlangıcı olur.
İktisadi neo-liberalizmi benimseyen, bireysel ve hazcı bir yaşam tarzının peşinden giden, sosyal devletin herhangi bir biçimini hastalıklı kabul eden karmaşık bir orta sınıf oluşur. Bu yeni dönem kaçınılmaz bir biçimde yayıncılığı da etkiler. Toplumsal çalkantılar ve bozulan ekonomik durum, sinemaya gitme alışkanlığını yitirmiş kitlelerin televizyon izleme alışkanlığını pekiştirir. Tüm dünyada yükselen yeni sağ ve yükselen yeni değerler Türk televizyon izleyicisini de etkilemiştir. Bu dönemde özellikle ABD üretimi dizilerin yükselişe geçmesi de böyle bir kültürel ve ekonomik ortamda elbette tesadüf değildir.