Her şeyi gösterdiler bana: Bütün dünyayı, bütün insanları. Ve beni kaçırdıkları gün her şeyimi de benden almış oldular. Onlara buna gerek olmadığını söyledim, çünkü aradıkları kişi ben değildim. Bunun için birçok gösterge vardı. Benim gibi basit, sıradan bir insanın başına böyle şeyler gelmezdi, gelemezdi. Gözlerimi bağlamaları zaten her şeyin olağanüstü bir niteliği olduğuna işaret ediyordu. Ben neden kaçırıldığımı, nereye götürüldüğümü, kim için, ne için bu ezaya, bu cefaya katlanacağımı bilemiyordum. Israrlı sorularıma karşılık birisi bana kısa ama öz bir şey söyledi: Senin için her şey yeni başlıyor! Bugüne kadar yaşadıklarımı, gördüklerimi, sevdiklerimi ve bildiklerimi unutmamı salık veren bir sözdü bu. En azından ağzından bunu çıkarma lütfunda bulunan kişinin ne söylemek istediğini hissediyor, anlıyordunuz. Hadi ağlayacak mısın? Eğer bu seni rahatlatacaksa ağla, şimdi yap bunu, çünkü bir daha fırsatın olmayacak: Sonra bunu da söyledi o kişi. Nasıl bir sürecin içine girmiştim? Günahım neydi? Ayrıca daha soğuktu şimdi. Üşüdüğümü söyledim. Normaldir, dediler. Bunu söyleyen başka bir sesti. Yazın ortasında insan üşümez değil mi, diye sordum. Sana öyle geliyor olabilir, dediler. Ne yaz ne kış söz konusu burada. Biraz rahatlamalı mıydım? Konuşan başka birileri çıkmıştı beni kaçıranların arasından. Bu iyiye işaret sayılabilir miydi? Ses tonları ne kadar hiç değişmese de, ben farklı biriyle konuşuyor olduğumu hissediyordum. Bu kişilerin duygusal bir emare gösterdiklerini hiç söyleyemem. Bu yaratıkların –evet yaratık diyorum, artık insan olduklarından şüphe duyuyordum– konuşmaları seslerin o değişmez, heyecansız, kuru tonlarında sızıyordu kulağıma. Beni başka bir araca aktardılar. Yok, hayır ben değilim bırakın beni, diye bağırdım. Ağzını bantlamamızı istemiyorsan boş yere sızlanmayı kes, dediler. Aralarında konuştular. Birisi sanki beni kolluyor gibiydi: Daha fazla yüklenmeyin! Dünyayı çok mu istiyor soralım? Onun için neden önemli, bunu da söylesin? Ne anlama geliyordu bütün bunlar. Sonra kulaklarıma bir uğultu doldu. Her şey karıştı, hiçbir şey duyulmaz oldu. Kendimi boyut değiştirmiş gibi hissediyordum. Ne sıcaklık, ne soğukluk, ne hayatı hatırlatan başka bir şey duyumsuyordum. Varsa yoksa sadece bir yerlere gidiyorum hissi kaplamıştı benliğimi. Bu saatten sonra karşıma ne çıkacak onu merak ediyordum. Ne göreceksem göreyim diyordum kendi kendime. Kimle karşılaşacaksam karşılaşayım artık. Birisi düşüncelerimi okumuş gibiydi: Az kaldı sabret, dedi. Ben de sustum, tüm düşüncelerimi susturdum. Geldik artık yolculuğun bitti denmesini bekliyordum. Şaşılacak şekilde şu korkudan kurtulmuştum. Ne olacağını merak etmeye başlamıştım. Henüz hiçbir uzvuma zarar gelmemişti. Adamların, daha doğrusu beni kaçıran bu yaratıkların niyetlerinin çok da kötü olmadığını bana bir hayat dersi vermek istediklerini düşünüyordum. Ama buna ne gerek vardı onu anlayamıyordum. Çok namuslu, hiçbir şeye bulaşmadan ailesiyle geçimini sağlamaya çalışan biriydim. Özellikle birine kötülük yapmış olduğum bile vaki değildi. Sabah işe gider, akşam da eve dönerdim. Karımı seviyor muyum? Sorgulamanın yeri değil belki, yine de onu sevmiyorum diyemem. Sonuçta yaşıyorduk. Arada birbirimizi kırsak, üzsek de hiç maksadını aşan bir aşamaya gelmemişti bu tartışmalar. İki çocuğumuzla birlikte hayatımız olağan akışında sürüp gidiyordu. Bazen bunun nedeni benim yalvarıp yakarmalarım mı, hayat bize de bir gülse, ah bir zengin olsak dediğim zamanlar mıydı şüphelenmedim değil. Yine de bütün bu düşündüklerim, hüsnü kuruntularım konu dışıydı, çünkü burada başka bir şey oluyordu, başka bir şeye maruz kalıyordum. İyi ya da kötü. Daha ne olduğu belli değildi. Nefes alıp veriyordum, karanlık dayanılmaz olmuştu. Şu gözlerim bir açılsa demek geliyordu içimden. Susmak çözümdü belki de. Belki de derin, uyanılması zor bir rüyadaydım ve birinin parmağını şıklatıp uyan demesini bekliyordum. Bu eşim olamazdı. O öyle şeyler düşünmezdi. Peki beni uyandıracak birisi olmayacak mıydı? İyice rüya gördüğüme, hatta bunun bir karabasan, bir kâbus olduğuna inanmaya başlamıştım. Nefes almaya ve sakin sakin vermeye çalıştım. Birisi elimi tuttu. Acıdı. Geldik, dedi. Nereye, nasıl, neden demek istedim. Bağırmak istedim. Konuşmak ve isyan etmek. Ama olmadı. Sesim kısıldı, hatta çıkmıyordu bile. Oturttular beni. Ve gözüm açıldı. Her şey ama her şey ayaklarımın, pardon gözlerimin altındaydı. Dünyayı izliyordum; her evi, her sokağı, her sevişmeyi, her gözü, her ini ve daha binlercesini….
Öykünün tamamını Karaköy Mono derginin 2. sayısından okuyabilirsiniz.