“Gördüğüm şeylerin boyundayım ben, kendi boyumda değil…” diyen Bernardo Soares’in hayatı ve dünyası Pessoa’nın aynadaki yansıması gibidir.
İnsanın kendini tanıma çabası asla nihayete varmaz. Uzun belirsizliklere tahammülümüz olmadığından, bir girdabın içinde yitip gitmektense tutunacak bir dal ararız. Kendimizi sınırlamak, belli bir kimliğin içine hapsetmek daha cazip gelir. Bugüne kadar olduğumuz, bundan sonra olabileceğimiz insanı bir çırpıda silip atmaktan gocunmayız. Dönüp onun yüzüne bakamayız, çünkü bu acı verir bize. Canımızın yanmasından korktuğumuz için bu düşünceleri savuşturmayı, görmezden gelmeyi seçeriz. Böylece kendimizi bir eşikte buluruz ve içeri adım atmamızla birlikte vasatlık iliğimize işler. Ancak kimisi hayatı tüm dikkatiyle deneyimlemekten, daimi bir kimlik arayışından asla vazgeçmez. Böyleleri için asıl olan bu arayışın ta kendisidir. Serüvenin bir sonuca ulaşıp ulaşmayacağı değil, yolculuk boyunca nasıl maceralar yaşayacakları, hangi yollardan geçecekleri onlar için önem taşır. Yazarlar ve şairler bu noktada bir bakıma kılavuzluk ederler. Edebiyattan aldıkları güçle “gerçek” olanın karşısına dikilirler ve düş kurmayı öğütleyerek mevcut kalıplara meydan okurlar. Portekizlilerin bir sembol olarak gördüğü Fernando Pessoa da zifiri karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan ve düşlemekten asla vazgeçmeyen bu edebiyatçıların başında geliyor.
Fernando Pessoa, her anlamda çarpıcı bir hayat hikâyesine sahip. 1888’de Portekiz’in Lizbon kentinde doğan Pessoa, henüz iki yaşındayken babasını kaybeder. Ardından annesinin Portekiz’in Durban konsolosuyla evlenmesi üzerine, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçireceği Güney Afrika’ya taşınır. Burada tam bir İngiliz eğitimi görür ve kusursuz İngilizcesinin tohumlarını bu dönemde atar. 1900’lerin ortasında tekrar Portekiz’e döndüğünde farklı firmaların Fransızca ve İngilizce yazışmalarını yaparak hayatını sürdürür. Fakat tüm bunlar onu edebiyat konuşmaktan, yapmaktan alıkoymaz. İlk şiirleri 1912’de Portekiz Rönesans hareketinin amiral gemisi olan Aquia dergisinde yayımlanır. Orpheu, Portugal Futurista, Contemporanea, Atena gibi farklı dergilerde de kendi adıyla ve müstear adlar kullanarak yazdığı şiirler yer bulur.
Söz konusu Fernando Pessoa olunca, “müstear ad” meselesini daha yakından incelemek ve biraz daha açmak gerekiyor. Bir müstear ad kullanmaktan ziyade bir dış kimlik yaratan Pessoa, dört başı mamur bir yazara hayata veriyor adeta. Bu dış kimlikler, onun yazınında, sonu olmayan bir kendini tanıma çabasının uzantısı haline geliyor. Pessoa’nın kendi ifadesiyle:
Sayısız insan yaşar içimizde,
hissetsem de düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.
Hep dizginlerinden boşanmaya çağırdığımız, ama asla altını dolduramadığımız bireyi merceğine alır Pessoa. Onu parçalarına ayırır, didik eder ve muhayyel bir bütünü oluştursa da gerçek bir bütünlük arz edemeyecek kadar birbirinden kopuk iç dinamiklerimize ses verir. Onun yarattığı dış kimlikler, soyut düşünceleri bir kahramanın kişisel nitelikleri üzerinden dile getiren, insan ruhunu karşıt duygu ve düşüncelerin çarpışma alanı olarak gören Dostoyevski’yi akla getirir. “Evet, derin, gereğinden çok derin bir yaratıktır insan, ben olsam bu kadar derin yaratmazdım onu,” der Dostoyevski Karamazov Kardeşler’de. Pessoa onun bu düşüncesini paylaşır gibidir. Dünyayı sadece kendi gözlerinden değil, Ricardo Reis’in, Alberto Caeiro’nun, Alvaro de Campos’un gözlerinden de görür. Bunlar Pessoa’nın hayat, nefes verdiği, onun içinden çıkan şairlerdir. İlkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro’yu “usta”sı olarak anar. Pessoa’nın yarattığı bu kurmaca yazarların her birinin bir hayat hikâyesi vardır ve hayata bakışları farklıdır. Ricardo Reis pagan dinlere inanan bir hekimken, Alvaro de Campos “içinde bir Yunan şairi barındıran Walt Whitman” olarak anlatılır.
Pessoa, hayattayken yayımlanan tek kitabı olan Mensagem’le 1934’te Antero de Quental ödülüne layık görülse de —Salazar’ın başkanlık ettiği törene katılmamıştır— asıl ününü öldükten sonra kazanır. 1935’te hayatını kaybeden Pessoa’nın evinde kız kardeşinin bulduğu, içinde yaklaşık 27.000 sayfaya yayılan farklı eserler barındıran bir sandık herkesi şaşkınlığa uğratır. Ölümüne kadar farklı dergilerde şiirleri ve yazıları yayımlanmış, Portekiz edebiyatına modernizmin girmesine öncülük etmiş biri olan Pessoa’nın farklı dış kimlikleri böylece herkes tarafından keşfedilir. Hayatı tüm renkleriyle, nüanslarıyla deneyimleyen, göremediklerini başka insanların gözünden bakarak görmeye çalışan Pessoa’nın şiirleri ve düzyazıları büyük ilgi görmeye başlar.
Ölümünden ancak 47 yıl sonra, 1982 yılında ilk kez yayımlanan Huzursuzluğun Kitabı, Pessoa’nın başyapıtı kabul edilir. Bu kitabın asıl yazarı ise Pessoa’nın kendisine en yakın bulduğu dış kimlik olan Bernardo Soares’dir. Parça parça anlatılardan oluşan bu kitap için Pessoa 1913’te çalışmaya koyulur ve ölümüne dek yeni sayfalar ekler. Sandıktan çıkan dağınık metnin bir araya getirilmesinin ardından yayımlanan bu kitap, dünyayı izlemeyi ve ataleti her türlü eylemden üstün bulan bir adamın hikâyesini anlatır. “Gördüğüm şeylerin boyundayım ben, kendi boyumda değil…” diyen Bernardo Soares’in hayatı ve dünyası Pessoa’nın aynadaki yansıması gibidir. Huzursuzluğun Kitabı, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, doğanın her deviniminde yalnızlığını bir kez daha fark eden bir adamın, Bernardo Soares’in ya da Fernando Pessoa’nın belki de içimizde var olan ama ısrarla görmezden gelmeyi seçtiğimiz o kişinin hikâyesine kulak vermeye çağırır bizi.
Var oluş meselesini ısrarla irdeleyen Pessoa, Bernardo Soares’in kaleminden melankoli edebiyatına da önemli katkılar yapar. Ataletin yazarı olan Soares, zihnindeki düşüncelerle cebelleşen Pessoa’nın kendi yaratısı olan fakat kendinden bağımsız olan dış kimliklerini de bu sürece aktif olarak dâhil ettiğini gösterir. Pessoa’nın Portekizce’de kişi, (hiç) kimse anlamına gelmesi ve persona (maske) sözcüğünden türemiş olması ilgi çekicidir. Pessoa’nın ardında yatan yetmişten fazla dış kimlik ya da kökteş yazar, onun başkalarının ruhuna inmekten, onların düşünce dünyasına nüfuz etmekten, kısacası bir medyum gibi davranmaktan çekinmediğini kanıtlar. Nitekim, Pessoa ruhbilimi konusunda ciddi tecrübelere sahiptir ve birçok seansa katılmıştır. Zaten Pessoa kökteşlerinin dünyasında o kadar derinlere iner ki her birinin doğum-ölüm tarihlerine, astrolojik haritalarına ve edebiyat anlayışlarına vâkıf olur.
Pessoa’nın dış kimlikleriyle olan ilişkisi ve onların dallı budaklı hayat hikâyelerinin ardında kendi varlığını unutturması, bir şair olarak kendini gizleme gereği duyduğunu düşündürür. Gerçek ismini vermekten mümkün mertebe kaçınan Pessoa, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz Büyücüsü’nde bahsettiği Kadim Lisan’ı akla getirir. Yerdeniz coğrafyasında, bir varlık ancak bu lisandaki adının bilinmesi yoluyla tanınabilir ve bütünüyle anlaşılabilir; söz konusu varlığın “öz”ü de yine ancak bu yolla kavranabilir. Pessoa’da böyle bir gizemin farkındaymışçasına gerçek adını daima gizler. Okurun kendine dair bir fikir edinmesine elinden geldiğince mani olur. Belki de kendini ele verdiği takdirde, okurun metin dışında yeni bir odak kazanmış olacağını ve metinle olan katıksız bağının sarsıntıya uğrayacağını düşünür. Ayrıca, okurun yazarın adını ve hayatını bilmesi, ister istemez, söz konusu metinle yazarı arasında bir bağlantı kurulmasına yol açacaktır. Bunun kendisini sınırlayabileceğini düşünen Pessoa, güçlü dış kimlikler yaratarak kendisine dair beklentiler oluşmasına fırsat vermez.
Pessoa bugün kitleler tarafından tanınan bir yazar ise, bunu mümkün kılan sadece onun sandığını bulup çıkaran kız kardeşi değil; Pessoa’nın herkese ulaşması için yoğun bir çaba gösteren İtalyan yazar Antonio Tabucchi de onun üne kavuşmasında büyük pay sahibi. Tabucchi’nin siroz hastalığından hayatını kaybeden Pessoa’nın son günlerini, kurguyla yaşanmışlığı harmanlayarak anlattığı Pessoa’nın Son Üç Günü başlıklı bir kitabı mevcut. Başyapıtı kabul edilen Huzursuzluğun Kitabı dışında, Pessoa’nın Türkçeye tercüme edilmiş başka eserleri de bulunuyor. Bunlardan bazıları: Anarşist Banker, Ophelia’ya Mektuplar, Şeytanın Saati, Düşsel ve Gerçek, Sırların Cebri, Uzaklıklar, Eski Denizler.
Fernando Pessoa modernin eleştirisini yaparken, ruhbiliminden, melankoliden, insanın derinliğinden beslenir. Yalnızlıkla yoğrulsa da çalkantılı iç âleminin farklı seslerine kulağını asla kapatmaz. Mütemadiyen sürecek bir kimlik arayışına işaret eden bu sesler zamanla ete kemiğe bürünür, gerçek birer yaşam öyküsü, edebiyat anlayışı edinirler. Pessoa tüm bunların merkezinde yer alırken, aynı zamanda bir dış göz olarak kalmayı başarır. O dış kimlikler onun dünyasından çıkar ama ondan bağımsızdırlar. Onun edebiyatını bu denli eşsiz ve özgün kılan da budur.