Sanat Kimin İçindir? – Karaköy Mono

Namık Kemal ve arkadaşlarının bağlı olduğu edebi grup, Tanzimat Edebiyatı olarak anılmaktadır.

Peki Tanzimat Edebiyatı’nın -varsa-  Yeni Türk Edebiyatı’na katkıları nelerdi?


1839’da Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı ve Gülhane bahçesinde bizzat okuduğu ferman, getirdiği yenilikler bakımından çok önemliydi. İçine aldığı maddelerle Fransız İhtilali’nin  İnsan Hakları Bildirisi’nden izler taşıyordu. Zihniyet bakımından Tanzimat Fermanı, Osmanlı devletinin Batı’ya yüzünü dönüşünün ifadesidir. Bu tarihten sonra sanat, edebiyat, kültür, eğitim alanında yenilikler  birbirini takip edecektir. Batı tarzı eğitim veren kurumlar; Mühendishane-i Harbiye, Tıbbiye, Mekteb-i Mülkiye, Darülfünun, Robert Kolej vb…

Yabancı dil eğitiminin verilip pozitif ilimlerin okutulduğu bu okulların yanında geleneksel tarzda eğitim veren okulların varlığı da unutulmamalı. İşte eğitim alanındaki bu ikilik  sosyal hayatı ve dolayısıyla sanat hayatını çok etkilemiştir.

Eşikte Olmak

Doğulu mu Batılı mı olduğuna karar veremeyen bir nesil. İkisi arasında bocalayan bir nesil!             

Tanpınar bu durumu “eşikte olmak” kavramıyla açıklar. Tanpınar’a göre “Bu ikilik evvela hayatta başlamış, sonra cemiyetimizi zihniyet itibariyle ikiye ayırmış, nihayet ameliyesini derinleştirerek fert olarak da içimize yerleşmiştir.”

Musikide, mimaride ve diğer sanat kollarında; görgü ve nezaket kurallarında, zengin kadın ve erkeklerin giyim kuşamında, hal ve tavırlarında yapma bir “Frenklik” baş göstermiştir. İşte bunlar bizim edebiyatımızın konusu olmuştur.

Edebiyatımızdaki ilk züppe Ahmet Mithat Efendi’nin eserinde karşımıza çıkar: Felatun Bey. Felatun Bey, baba parası yiyen, Batılı olmayı züppece giyinip kuşanmak sanan, öğrendiği üç beş Fransızca  kelime ile etrafına caka satan, çok bilmiş tavırlarla insanları küçümseyen -bakınız isim Felatun, filozof Eflatun’dan bozma-  işsiz güçsüz, mirasyedi bir gençtir ve mirasyedi oluşuyla kısmen Namık Kemal’in İntibah romanındaki Ali Bey’i de karşılar. Tanzimat yazarlarınca çokça kullanılmış hatta etkisi Cumhuriyet dönemine kadar sürmüştür. – Y. Kadri’nin Kiralık Konak adlı romanı- Bu züppe tip, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’nda , Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık romanında, Yakup Kadri’nin romanlarında ve hatta Peyami Safa’nın ilk dönem romanlarından Sözde Kızlar’da da görülür.

Tuhaftır, bu züppe tipin karşısında mutlaka ahlaklı, namuslu, vatansever, aklı başında bir tip resmedilir. Resmedilen bu tip -nasıl oluyorsa-  hiç doğruluktan şaşmaz. Belki parası azdır  ya da hiç yoktur ama bunu dert etmez. Yüksek tahsillidir, devlet kaleminde memurdur. Zengin babasından miras kalmadığı için  gece gündüz halinden şikâyetçi olmadan çalışır.

“Yukarıda adını saydığımız yazarlar, roman tiplerini anlatırken maalesef tarafsız davranmamışlar, okuyucuyu etkisi altına alan bir tavırla bu roman tiplerini çizmişlerdir. Felatun Bey ne kadar aşağılık ve zavallı ise Rakım Efendi -bakınız yazar Efendi’yi layık görmüş-  o kadar üstün vasıfları olan, toplum tarafından onaylanacak bir tiptir.”

Peki neden  yenilik amacı güden, Divan Edebiyatı’nı yeri geldiğinde eleştiren yazarlarımız böyle bir hataya düştü? Sanıyorum bunun iki sebebi var: İlki, gelenekle beslenen sözlü edebiyatımızın etkisi. Hatırlayalım, Karagözle Hacivat, ortaoyunu ve meddah hikâyelerinde zıtlıklardan faydalanarak ders verme amacı güdülmüştür. Nasrettin Hoca fıkralarının özelliği bizi güldürürken düşünmeye sevk etmesi değil midir?

Son Pişmanlık Fayda Vermez

Türk şiirine daha önce işlenmemiş konuları- önceki sayımızda değinmiştik-  koyarak ortaya çıkan Şinasi, Batılı anlamdaki ilk tiyatro denemesi sayılan “Şair Evlenmesi” (1860) oyununu yazarken ortaoyunundan yararlanmamış mıdır? Şair, oyundaki kişileri adlandırırken – şairin adı: Müştak, geveze imamın adı: Ebullaklaka – mesleklerine ve seviyelerine göre şive ile konuştururken ortaoyununa bağlı kaldığını göstermiştir. Keza Şinasi’nin oyununun konusu da Türk halkının çok aşina olduğu, görücü usulü evlenmedir.

Bu küçük oyunda rüşvet meselesine değinilmekte, hileci ve cahil imamlar, fesat kadınlar yerilmektedir. Özellikle birbirlerini tanımadan evlenen gençlerin perişan halini anlatarak kuvvetli bir sosyal yergi yapılmaktadır.

Pişmanlık! Namık Kemal’in Batılı tarzda kaleme aldığı, ilk eserlerimizden sayılan İntibah romanının ilk adı  “Son Pişmanlık” değil midir? Romanın sonunda Ali Bey, bütün yaptıklarından pişman bir şekilde Dilaşub’un mezarının başında günah çıkartıp şu sözleri söylemez mi: “Son pişmanlık fayda vermez!”

Ders verme, kıssadan hisse çıkarma fikri öyle derinlere nüksetmiş ki, bir itirafta bulunayım bendenizin lise yılarındaki ilk hikâye denemesi de bundan payını alıyor, genç adam sonunda hata yaptığını anlıyor ve yaptıklarından pişman oluyordu!

Sanat Kimin İçindir?

İkinci sebep olarak Tanzimat dönemi yazarlarının sanata bakış açısını gösterebiliriz. “Sanat toplum içindir.” Varolan sanat halkı bilgilendirmiyorsa, halka fayda sağlamıyorsa gereksizdir.

Tanzimat nesli ve sonraki nesil, bildikleri yabancı dilin Fransızca olması sebebiyle  Fransız sanatçılardan etkilenmiştir. Özellikle Tanzimat dönemi yazarları tuttukları yol sebebiyle çağdaşı olan Fransız yazarlardan Emile Zola, Victor Hugo yerine vatan, hürriyet, millet fikrini savunan Fransız İhtilali’nin hazırlayıcıları Montesquieu, Voltaire, J. J. Rousseau  gibi mütefekkirlerden etkilenmiş ve ve zulme, haksızlığa, bilgisizliğe savaş açmışlardır.

Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” oyununu o zamanda yazması bir tesadüf müdür? (1873) Peki yine aynı oyunda Zekiye’nin, sevgilisi İslam’ın peşinden giderek erkek kılığında savaşa katılması ve  komutana, “Vatan için öleceğim,” demesi? Bütün bunlar Namık Kemal’in dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için savunduğu Osmanlıcılık düşüncesinden gelmektedir.

Tanzimat yazarları sanattan çok fikir ve ülkü peşindedirler. Sonraki nesilde karşımıza çıkacak Servet-i Fünuncular gibi içe kapanık değil, aksine mücadeleci ve polemikçidirler. Amaçları toplumu yükseltmek olduğu için, sanatı birer araç olarak kullanmışlardır.

O zaman için çok önem arz eden ve bir çok edebiyatçıyı bünyesinde barındıran  gazeteler yayın hayatına girecektir. Yabancı dilden tercümeler yapılacak ve canlı bir edebi hayat -istibdata kadar-  devam edecektir.

Bu noktada karşımıza Ahmet Mithat Efendi çıkar. Daha doğrusu bilinen adıyla “Hace-i Evvel”. 

Edebiyat tarihimizin gördüğü en çalışkan yazarımızdır diyebiliriz. Gayesi, halkı her konuda bilgilendirmek olduğu için sanat amacı gütmeden yazmıştır. Yazarın üslup derdi yoktur. Sırf bilgi vermiş olmak için eserin kahramanını olayın akışından bağımsız olarak konuşturabilir, yazar olaylara müdahale etmekten çekinmez. Bu durum büyük bir kusur olarak görülse bile yazarın ismini zedelememiş, aksine A. Mithat Efendi’ye  çok eser veren yazar ünvanını kazandırmıştır.

“Dönemin esaslı bir diğer meselesi de, esir kadındır. Hürriyeti ve adaleti savunan bu yazarlar,esirlik mevzusundan şikâyetlerini eserlerinde dile getirmişlerdir.”

İkinci dönem Tanzimat yazarı olarak adlandırılan Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt‘i buna çok güzel bir örnektir. Tanzimat yazarları her ne kadar romantik akımdan etkilenseler de Sergüzeşt romanında İntibah romanına göre realizm etkisi baskındır. Ancak yine aynı zıtlıktan faydalanarak! İntibah‘ta, Araba Sevdası‘nda , Hüseyin Rahmi’nin ve Peyami Safa’nın çoğu romanında iyi- kötü kadın çekişmesi vardır. Ahlaksız, iffetsiz, erkeğini  zor durumda bırakacak olan fetttan bir kadının karşısında mutlaka tertemiz, ahlaklı, namuslu, vatanını, ailesini düşünen bir kadın resmedilmiştir. Buna Namık Kemal’in gözünden bir örnek verecek olursak; Mehpeyker: “Ali Bey’in hilafına olarak gayet namussuz bir aileden yetişmiş rüşt zamanına varır varmaz rezaletin her türlüsünde kendini yetiştirenlere üstad olmuştu. Çoğu vaktini meşhur aşiftelerin meclislerinde geçirdiği için bir kat daha kuvvet bulan hileci zekâsı bir derecede idi ki, ziynette peri güzelliğinde melanette Haccac dirayetinde bir iblis yaratılmış olsaydı, istediği adama hükmetmekte bir nazenin kadar ustalık ya gösterir ya göstermezdi. Bir güzeli severdi, fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi, bir adamı nasıl sarmak isterse bu da öyle sarmak isterdi. Mezar vücudu nasıl kucaklarsa bu da öyle kucaklamaya çalışırdı.” Bu tezat durum o kadar çok göze batar ki! Aynı romanda Dilaşub: “Sırma gibi parlak ve sarı saçlı, alnı vicdan saflığının aksettiği ayna denecek kadar duru ve beyaz, saçları zülfüne göre biraz kumrala mail… Gözleri mutedil mavi ve son derece sevda verecek yolda mahmur, çehresi aşıkane bir soluk  beyaz üzerine ziba  güllü pembeliğine  mail bir renk ile süslü… Boyu bir kadına yakışacak derecede uzun ve her erkeği  meftun eyliyecek kadar narin idi…” Yazar, yarattığı bu tezat durumdan rahatsız değildir, çünkü sanat eseri topluma fayda sağlamalı, varsa bir aksaklık, yazar onu dile getirmelidir. 

Günün sanat tartışmalarını Tercüman-ı Hakikat, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkar gazetelerinde görebiliriz. O zaman için çok önem arz eden ve bir çok edebiyatçıyı bünyesinde barındıran bu gazeteler yayın hayatında oldukça aktiftir. O zaman için çok önem arz eden ve bir çok edebiyatçıyı bünyesinde barındıran  gazeteler yayın hayatına girecektir. Yabancı dilden tercümeler yapılacak ve canlı bir edebi hayat -istibdata kadar-  devam edecektir.