İstanbul çok eski bir kitap gibi. Yaprakları sararmış, yer yer yırtılmış, oldukça yıpranmış… Bazı yerleri yanmış. Üzerinde hesaplamalar, karalamalar yapılmış… Okumakta zorlandığınız ama içeriğinin çok zengin olduğunu bilip okumak istediğiniz eski, çok eski kitaplar vardır; içinde bolca geçmişin, çok fazla kültürün, hikâyenin, yaşanmışlığın olduğu, okursanız size her açıdan bir bakış kazandıracak kitaplar… İşte İstanbul da onlara benziyor.
İstanbul’un en önemli semtlerinden Beyoğlu’nda düzenlenen Sahaf Günleri‘nde, bir kadının İstanbul’u anlatan eski bir kitabın sayfalarını karıştırması bana bunu anımsattı. Kapılarını, tarih ve kitap severlere açan sahaf günleri stantlarında dolaşmaya devam ederken çok eski tarihlere dayanan kitaplar, dergiler, haritalar, fotoğraflar ile karşılaştım. Festivali merak edip, hem sahaflık hem kitap hem de festival hakkında sohbet edebileceğim birkaç sahaf aramaya koyuldum. İlk girdiğim yer beni Müteferrika’ya yani Lütfü Seymen’e yönlendirdi. Bu noktada da sohbetimiz başladı.
Kaç yıldır katılıyorsunuz sahaf günlerine?
Ben sadece ilk düzenlenene yani Galata’dakine katılmadım. O Beyoğlu bünyesindeydi dışarıdan sahaf kabul etmiyorlardı. Ondan sonrasında her sene, hem Gezi’deyken hem Tepebaşı’ndayken hem de buradayken dahil oldum festivale.
Böyle bir etkinliğin yapılmasını nasıl buluyorsunuz peki?
“Sahaf” başlığı altında bugüne kadar yapılan festivallerin en iyisinin Beyoğlu Festivali olduğunu söyleyebilirim. Bu hem ticari manada hem de okur ve koleksiyoncu için böyle. Çünkü koleksiyoncuların büyük bir kısmı İstanbul’da yaşıyor zaten. Burayı bir fırsat bilip geliyor ve geldiklerinde aradıklarını, onları şaşırtan heyecanlandıran kitabı, dergiyi, haritayı, makaleyi bulmak istiyorlar.
“İnsanlar aldıkları kitapları okumuyor kardeşim!”
10 yıldır katıldığınız bu festivalde izlenimleriniz ne oldu, süreci başından beri takip ediyorsunuz…
Giderek kötüye gittiğini düşünüyorum. Çünkü sahaflık konusunda fikri, becerisi olmayan insanları kitapçı formatı altında fuarlara kabul eder hale geldiler. Bu işe emek vermiş, bu işi senelerden beri yapanları, kitaptan gerçekten anlayanları uzakta tutmanın bir yolunu buldular. Bazen politik amaçlı bazen de kişisel sebeplerle… Buraya eskiden Ankara’dan İzmir’den gelenler vardı. Bu sene anlamadığım bir sebeple onlar gelmediler. Müşterinin potansiyeli kuvvetliydi, eskiden sahaflardaki mallar dişe dokunur şeylerdi. Osmanlıcanın dışında Rumca, Ermenice ve diğer birçok dilde kitaplar bulunuyordu. İstanbul hepimizin temel noktalarından biri, onun üzerine bir şeyler bulunuyordu. Şimdiki gibi değildi, aranılan her şey mevcuttu. İnsanlar eğlenmek, vakit geçirmek için geçiyorlar buradan. Kitaba ilgisi olan, tezgâha uğrayan insan sayısı geçmiş yıllara oranla az.
Hayatımızı etkileyen bir alan haline gelen internetin etkisi büyük sanırım bunda…
Artık insanlar bilgiyi hap şeklinde alıyor. Twitter’da Facebook’ta okumak, başın sıkıştığında bilgi ihtiyacını Google’la gidermek… İnsanlar aldıkları kitapları okumuyorlar kardeşim! Yani okumayan bir nesil yetiştirmeyi nasıl becerdiler ben hâlâ şaşırıyorum. Ne iş yapıyorsan yap, yaptığın işi ciddiye alacaksın. Ben ciddiye alıyorum, içselleştiriyorum. Karına, kardeşine, kızına olduğu gibi severek davranman gerekiyor kitaba da, tıpkı insana davrandığın gibi…
Neden okumalı sizce insanlar?
Okumak insanı bir şekilde başka türlü insanlaştırır. Başını belaya sokmadan bir sürü insanın hayat hikâyesini öğrenirsin. Bildikçe de başın belaya girer kabul ediyorum. Belki mutsuz olursun ama en azından insanlaşırsın. Mutlu ve hiçbir şey bilmeyen bir insan olarak yaşamaktansa mutsuz bir insan olarak sürdür hayatını.
Teşekkür ediyorum Lütfü Bey’e… Ardından bana sohbet için birini öneriyor:
-Halil var, bak onun yanına da git.
-Nerede?
-Buradan devam et, solda beyaz bıyıklı bir adam, anlarsın.
Görüşmek üzere, diyerek yoluma dümdüz devam ederken tarifiyle Halil Bey’i buluyorum. Halil Bey’e “Küçük bir söyleşi yapabilir miyiz?” diye soruyorum. Havanın yağmurlu olması sebebi ile tezgâhlarla uğraştığını belirterek “Biraz sonra gel” diyor. Ben de “Tamam” diyerek ayrılıyorum yanından.
“Eskiden insanlar rafların tozunu yutardı”
Bu arada Sevgi Soysal’ın Bilgi Yayınevi’nden çıkan Yürümek adlı kitabını soruyorum denk geldiğim bir sahafa. Arıyoruz ama Bilgi’den çıkan baskısını bulamıyoruz. Ardından tezgâhın sahibi Eylül Kitabevi’nden Mehmet Ağkuş ile tanışıyoruz. O da 11 senedir festivalde yer alıyormuş. “İnsanlar sahafın ne demek olduğunu öğrendi” diyor ve devam ediyor sözlerine: “Eşime mesleğim sorulduğu zaman Sahaf’ı sarraf zannedip ‘Altın mı satıyor?’ diye soruyorlardı.“
Festivale ilgi nasıl?
İlk zamanlara göre az, eskiye nazaran tabii ki kötü. Eskiden müşteri daha ilgiliydi. Şimdi insanlar soruyor ve geçiyor, eskiden rafların tozunu yutar, merak ederlerdi. Mesela şimdi bir dizide görüyor, “O, var mı?” diyor.
Bu popüler kültürün okura etkisi mi?
Popüler kültür de olsun, en azından bir dizide bir filmde masanın üzerinde duran kitabı görüyor ve okuyor insanlar. 60-70 yaşına gelmiş hayatı boyunca bir kere bile kitap okumamış olanlar var. Okumanın iyisi kötüsü olmaz. Biz, okuyun diyoruz, okuyun ve kendinizi geliştirin. Okuduğun zaman farklı şeylere yöneliyorsun. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını okuyorsun içinde 100’den fazla kitap tavsiye ediyor sana. Ben Oğuz Atay’ı bitirmek, okumuş olmak için okumayın diyorum. Oğuz Atay’ın tavsiyelerine dikkat edin. Neler söylüyor bu adam? Yayınevlerine defalarca gitmiş, kitabını hiç kimse basmamış, bir türlü anlayamamışlar bu adamı. Bizim anlamamız da şart değil. Tavsiyelerine kulak verin.
Mehmet Bey’in yanından birkaç kitap ile ayrılıyorum. Sıradaki rotam, az önce söz aldığım Barış Kitabevi’nin sahibi Halil Bingöl. 66 yılında başlamış sahaflığa. Festivalin başladığı günden bugüne dek tezgâhını kuruyor alanında. En güzel sahaf festivalinin Beyoğlu olduğundan, atmosferinin farkından bahsederek “İlk yılların coşkusu yok” diye iç geçiriyor.
Şöyle devam ediyor sözlerine:
“Burası biz sahaflara devamlı tesis edilse ne güzel olur! Yurtdışından gelen insanların buradan gelip geçtiğini düşünürsek Türkiye’yi kültürel açıdan daha iyi tanıtırız. Bütün dünyanın insanları buradan geçiyor. Herkesin ortak bir paydası var, kitap. Mesela soruyor, “Endonezce, Slovence kitap var mı?” diyoruz ki: “Var, bak orada.” Mesela Halil Cibran’ın Ermiş adlı eseri Hırvatçada yayımlanmış, onu buldum, aldım. Kitap dünyanın ortak serveti. Dünya üzerinde öyle değişik eserler, malzemeler elimize geçiyor ki çok farklı bir duygu bu.”
Sonrasında devam ediyorum merak ettiklerimi sormaya.
“Geçmiş kültürü gelecek nesillere aktarmada aracıyız”
Sahaflığın en önemli özelliği ne?
Geçmiş kültürü gelecek nesillere aktarmada bir aracı görevi üstleniyor Sahaf. İnsanlar buraya geldiklerinde farklı şeyler öğreniyorlar. Mesela bizim bütün şakalarımız kurgularımız hep kitap üzerinedir. “Kafana şimdi bir kitap atarım…” deriz birbirimize gırgırına.
Her gelen farklı şeyler öğreniyor dediniz. Mesela?
Mesela eski insanlarımız folklorik olarak kitaba büyü yaparlarmış. Şaşırdın değil mi, kitaba büyü mü yapılırmış?
Evet şaşırdım, anlatır mısınız biraz?
Kitabın düşmanı ateş ve su. Folklorik inançlara göre kitabı ateşten ve sudan koruyan öğeler var. Bir tanesi Hafız, diğeri de Kebikeç. Kebikeç, kitap kurdunun cininin ismi. Hafız da ateşten ve sudan koruyan manasını taşıyor. Kitabın üstünde eski harflerle yazıyor: Ya Hafız ya Kebikeç! Altına da büyüsünü yapıyor. İnanca göre, Ya Hafız ateş ve suyu engelliyor. Ya Kebikeç yazısını gören kitap kurdu baş cinin ismini görünce kitaba girmiyor. Kitap muhafaza oluyor. Bak orada bir örneği var. (Raftan kitabı alıp yanıma geliyor ve önümdeki tezgâha bırakıyor, ilk sayfasını açıp gösteriyor yazıyı.)
Gerçekten şaşırtıcı…
Şimdi sana eski bir reklamla eski insanların yaşayışından küçük bir örnek göstereceğim. (Rafa asılı bir reklam afişini gösteriyor.) Eskiden plajlarda takunya giyilirmiş, tahtadan. Bunların kenarlarına kabara çivilerinden çakılırmış. Zamanla bu kabara çivileri tuzlu su ve kumdan dolayı paslanır ve burayı kesermiş. Ne, atacak mıyız yani kullanmayacak mıyız? Kullanacağız! Bu da işte onun reklamı.
Şimdi ise “kullan-at devri”, değil mi?
Evet. Eski zaman bak ne diyor? Öyle atma yok, israf yok. Tamir edip yeniden giyiyoruz. Plağı biliyorsun değil mi? Genelde petrolden yapılır. Peki hiç kağıttan plak gördün mü? Kağıttan plak olur mu?
Hiç görmedim.
(Kitapların üzerinden kağıt plağı getiriyor)
Bak şimdi buna, ama dikkatli… Ses çizgilerini göreceksin. Bu 78 yapımı, Türkiye’de de yapılmış bunlardan.
Evet tıpkı aşina olduğumuz plaklardaki gibi çizgiler var.
1761 yılına gitmek ister misin?
Zamanda yolculuk mu yapacağız?
Tabii bak şuna. Bu, gösterdiğim 1761 yılında üretildi. Şu an 1761 yılının içindesin!
256 yaşında yani…
Bu bizim için genç bile, 1480’ler var. Onlar eski bizim için.
Bunlar elinize geçince heyecanlanıyor musunuz?
Heyecanlanmaz mıyım? Heyecanlanıyorum tabii…
Peki satmak zor olmuyor mu?
Satmamak için direniyoruz. Her yere benimle geliyorlar, bunları tüm festivallere götürüyor, gezdiriyorum.
Sohbetimiz tamamlanırken “Ne çok şey öğrendim sayenizde, teşekkür ederim” diyorum Halil Bey’e. Ve yavaş yavaş dönüş yolunu tutuyorum.
Gezmek, görmek, öğrenmek isterseniz Beyoğlu Sahaf Günleri, meydanın tam göbeğinde! Tarihte yolculuk yapmak isteyenler, en sevdiği kitabın ilk baskısını, çok eski bir fotoğrafı, bir haritayı ve çok daha fazlasını merak edenler için festivalin kapıları 1 Ekim’e kadar açık!