Acıyı duymak ve duyumsamak deneyimi insanı olgunlaştırır mı bilinmez, başkalarının öyküsünde buna yaklaşmak pekâlâ bir başlangıç olabilir. Ellerimizle cisimleşebilen, hissedilebilen başkasının acısı ilk bakışta benim dışımda bir deneyim gibi gözükse bile onunla konuşabilmek kendi acı eşiğimle de bağlantılı olmasın sakın?Nedir acı eşiği? Bir başkasının gözlerinin, tanıdığın ya da hiç tanımadığın bir başkasının ruhunun içine baka- bilmek için cesaret mi verir? Büyütür mü bakanı? Kendine bakabilen midir bunu gerçekleştirebilen, yoksa ötekine bakabildikçe kendisi de mi serpilir? Arayışını acıyla pekiştiren bir roman kahramanı mümkündür ki bu yolda okuyana destek verebilir…
Dahası, ruhani boyutta yaşanan bir acıyla birlikte nasıl yaşanır, nasıl sayıklanır bu eğer dile bile gelmediyse? İçinde kalmak onunla temas ettirir diyelim. Ya temas edilmezse olacakları kurgu kahramanlardan okumak belki hepimiz için daha hayırlıdır.
İşte Emily Brontë’nin Heathcliff’ini bu duygular içinde düşünmeden edemiyorum. Brontë’nin 1847’de ya-yımlanmış Uğultulu Tepeleri’nde birbirinden farklı karakter yapıları ve dışarıdaki koşullarla beraber şekillenen hayatları sadece dönemin değil, bugünün de izlerini taşır. Hepsinin kesişiminde ilk halindeki delişmen, dışlanmış, hatta manevi tacize uğramış bir erkek çocuğundan bir zalime ve en sonunda kendini yasına teslim eden ve aslında ömrünce can çekiştiğini anladığım Heathcliff. Yaşayış, seçimlerden ibaret ise eğer ve hepimizin özü aynı ise, bir kimyagerin usulca denkleştirdiği gibi ustaca işleyen bu simyaların başka türlü davranması beklenemeyebilir. Brontë, kitabının en başlarında Kral Lear’a açıkça gönderme yapar ve yaratmaya çalıştığı atmosferin bir başka okuma şekli olduğunun sinyalini verir aslında.
Kral Lear’da kadınlar ve erkeklerin rolü birbirinden kalın çizgilerle ayrılabilir. Kralın kızlarının, babalarına olan sevgilerinin ispatında (sahi, ispat sevgide nasıl söz konusu olur kısmı şimdilik kalsın) onun iki kızının yapmacık şakımaları, doğruyu söylemeyi düstur edinmiş kızı Cordelia’nın ne yazık ki önüne geçer. Sonrasında Shakespeare’in başka döngülerde tamamlanabilecek etme bulma dünyasını tek bir hayat ekseninde göstermek istemesinden olacak, Kral, Cordelia’nın kıymetini anlar. Önce diğer kızlarının sevgi gösterisinin arkasındaki ihanetin, bunun peşinden sevgili küçük ve masum kızı Cordelia’nın ölümünün etkisiyle ruhsal olarak büyük bir acı çeker. Bu esnada yollara düşer, kendi vücudunu dışarıdaki fırtınalar içinde bırakır, üstünü ve başını parçalar. Kendimden biliyorum, yoğun bir manevi acı kendine fiziken zarar vermesen bile bir organınmış gibi haykırır. Muhtemeldir ki, Lear bunu da yaşamıştır.
Shakespeare’in bu oyunundaki kadınlar ya tam kötüdür ya tam iyidir. Aile erkekleri, iyilik ve kötülük arasında gidip gelir ya hafifletici bir nedenleri vardır ya da yumuşadıkları bir anları. Brontë ise olası kadın rolleri yaratmıştır, romanın yazıldığı çağın ötesinde ve çok daha insan kadınlar. Heathcliff’in sevdiceği Catherine’nin seçimini o dönemdeki bir kadının güç sahibi olmak için tek çaresi olarak gören yorumlar ise onun servet ve güvence vaat eden bir evlilikten yana olan eğilimini kendi koşulları içinde değerlendirerek şimdiki zamana ait eleştirilerin aksini iddia eder.
Özgürlük Olmadan Aşkta Vuslat Mümkün Müdür?
Özgürlüğün olmaması, hem insanın elinin kolunun etrafındakilerce kuşatıldığı hem de kendi içindeki tutsaklıkların şekillendirebileceği birden fazla hal altında incelenebilir.
Catherine, bugünkü haliyle topluma karışabilme imkânından mahrum olduğu için aşkını özgürce yaşayamamış, varoluş halini canının isteği gibi değil toplumun beklentilerini karşılamak üzere kurgulamıştı. Duygularını özgürce gösterememenin bir bedeliydi belki, mutluluğu başkalarının rızasına sunduğunda bulamadı. Kurgu bir karakter olarak değerlendirildiğinde, hayatına mal olsa dahi onun duygularını köküne kadar yaşaması imrendirir insanı. Dönüp kendime baktığımda ise bunu söylemesi zor oluyor, nasıl sürüldüğünden de bağımsız her hayat değerlidir ne de olsa. Kadın, belki de fiziksel doyuma ulaşamadığı için ruhani boyutta bir bütünleşmeyle sarmalar kendini. Sevdiğinin yüzüne karşı değil, etrafında en yakın gördüğü kişiye yaptığı “Ben Heathcliff’im” itirafında bu arzusu en güçlü şekilde duyulur. Heathcliff ise aşığı tarafından tercih edilmemekten kinlenir, nefrete olan dönüşümünün en derinindeki çatlağı bu tetiklemiştir. ‘Ona aşık mıyım yoksa ondan nefret mi ediyorum’larla boğuşurken, ölümünden sonra Catherine’nin cesedi üzerinden onunla bütünleşmeyi hayal eder. Tabiri caizse bu romantik bir ölü seviciliği akla getirir. Özgürce kendi hayatını yaşayamayan bir kadının aşkını türlü bahanelerle tutsak etmesi ve ruhunun sevdiğiyle iç içe geçtiği inancıyla özünde kendini yatıştırmaya çalışması…
Diğer tarafta, Heathclff’in ötekileştirilerek büyümesiyle de ilişkili olarak kendi ruhuyla olan çekişmesinde kayboluşun ancak sevgilisinin cesedine eriştiğinde son bulacak olması. Bedeni artık bir ceset dahi olsa onunla fiziki bir bağlantı kurmalı ki var olabilsin. Biri fiziki, diğeri ruhani boyutta aşkı ilan etmenin ortasında bir ihtimali mi işaret ediyor yoksa Brontë? Hatta bu tutkulu ve acıtan duyguların peşinden romanın ilerleyen bölümlerinde tanıştığımız Cathy ve Hareton ikilisinin parlak kırmızı aşkında cennetin de cehennemin de burada olabileceğini mi ima ediyor? İçindeki acısını ancak etrafına saçtığı kötücül planlarla bastırabilen Heathclff’in bu intikamını sembolik olarak görmek bana daha yakın geldi. Kral Lear’da toprak sahibi olmak için kullanılan sahte sevgi gösterileri yerine, Uğultulu Tepeler’de yaşanamayan aşkın intikamı toprak mülkiyetini ele geçirmekle ve evlilik ya da kan bağı gibi toplumsal kutsallara da meydan okunarak alınmaya çalışılır. Heathcliff geçmişte aldıklarını hırsla geri kusar onlara. Aslında bir zamanlar aşığıyla ilişkisinde çocuksu coşkunluğu ve uçarılığı yaşayabilecek kadar hayat dolu olan bu adam, pençesinde olduğu imkânsızlıklarla nasıl başa çıkacağını bilemezken kendine de kaçınılmaz bir zindan yaratır.
Bu zindanın bir benzerine Freud’un metinlerinde rastladım. Bugün uygarlığın bireylerin yaşamlarını ezdiğini ve birey yaşamı ile toplumun geldiği seviyenin birbirinden ayrılamaz neden sonuç ilişkilerini hatırlatan Freud, Uğultulu Tepeler’in yayımından çok sonra 1930’da şunları söylemiştir: “Uygarlığın hangi dereceye kadar içgüdülerden vazgeçme üzerine kurulduğunu, güçlü içgüdülerin doyurulmamasını (bastırma, baskı ya da başka yollarla?) ne derecede varsaydığını göz ardı etmek imkânsızdır.” Bu “kültürel hayal kırıklığı”, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin geniş bir alanına hâkimdir. Zaten bildiğimiz gibi, tüm uygarlıkların mücadele etmesi gereken düşmanlığın nedeni budur.
Ya da zindanı anlamak için pusulamı yine edebiyata çevirecek olursam eğer, bir şairin dediği gibi: “Sanıyorum ki insanların nefretlerine inatla sımsıkı sarılmasının nedenlerinden biri, nefret yok olduğunda acıyla temas etmeye zorlanacaklarını hissetmeleridir.” (James Baldwin, 1924-1987)
Vuslat Hiç Mi Yok?
Cinsellik, erotizm, ruhani yoldaşlık ve fedakârlığı harmanlayabilen bir aşkın sırrı, bir diğerinin özünün sevgilinin kendisi de dâhil herkese yasak olduğunu idrakten gelebilir: “Üzgünüm, ona sonsuza kadar sahip olamayacağım ve bunu anlamadıkça da hiç sahip olamayacağım.”
Koşulların zorunlu kıldığı haller dışında, yoğun aşk acısı çekenlerin ise asla tam olarak sahip olamama ve olunamama halini ancak kavuşamama ile yaşayabildiği düşünülebilir. Hem hayatını hem de sevdiğini sonsuza kadar elinde tutamayacağını bilenin kendini ve aşkı yaşayış şekli daha otantik olabilir. Sözün sonu, insan yaşamında acı olmadan da aşk mümkündür, yeter ki çağırdığı bu olsun…